Yaşam

Aşiret Reisliğinden Bakanlığa

AŞİRET REİSLİĞİNDEN BAKANLIĞA

KİMİ insanların vazgeçemediği zaaflardan birisi ve en önemlisi hiç şüphesiz, makam hırsıdır.
Büyükten küçüğüne, okumuşundan cahiline her toplum kesiminde yer eden bu zaaf, bazılarında ihtiras halini alır, arzu ettikleri makama ulaşmayı gaye haline getirirler. Bunun için her yolu dener, önüne çıkan bütün hukuki ve insani engelleri aşmak için elden geleni yaparlar. Bu koşuşu vicdanlarında meşru sayarlar, hiç bir rahatsızlık da duymazlar.
Bunun tipik örneklerini politikada her zaman görürüz. Önce il veya ilçe başkanı olmak için mücadele verirler, arkasından da milletvekili olmak için seçim gezilerine katılırlar.
Rakiplerden daha fazla oy alabilmek için söylenmedik söz bırakmazlar. Dostluk köprüleri yıkılır, sevimli bir yarış yerine kavga ve mücadele ön plana geçer. Sonunda, içlerinden birisi kazanır; kahraman edası içinde parlamentonun yolunu tutar. Yeni bir kimlik, yeni bir havaya girer; birdenbire şahsiyet değişikliğine uğrarlar.
Yaşadığı duygular; ona bakan olmanın, devlet idare etmenin, söz sahibi olabilmenin cesaretini de verir.
Ve aynaya bakarak kendi kendine mırıldanır: “Partiye büyük hizmetim geçti, rakiplerime karşı fark atarak seçimi kazandım, milletvekili oldum. Arkamda beni destekleyen binlerce seçmen var. Artık bakan olmalıyım; bu, benim en tabii hakkım.”
Genelde bürokrasi tecrübesi, ehliyet ve liyakat ön plânda değildir. Düşünülen tek şey hedeflenen göreve talip olmaktır. Bunun için çeşitli kulisler yapılır. Parti teşkilatlarından baskılar gelir: “Bizim milletvekilimizi bakan yapın” Zorlamalar sonuç alınıncaya kadar sürer.
Gün gelir bakanlar kurulu açıklanır. Bazı yüzler güler, bazıları asılır. Umduğunu bulamamanın huzursuzluğu yaşanır.
Bu yetmez; çok sevdiği dostlarına, cephe aldığı partisinin, genel başkanını eleştirmeye başlar. Başarısızlığın-dan, vefasızlığından söz eder. Açıkçası yeni kurulan hükümetin icraatını bile görmeden muhalefet gibi sağda solda konuşur. Bu makam hırsını yenemeyenlerin tipik örneğidir. İleride, bir iktidar değişikliğinde ” bakan olma” sözü alarak partisini hiç tereddüt etmeden değiştirir. Bu, istifaya arkadaşlarını da dahil etme ve partiden kopacakların adetini çoğaltma mücadelesine kadar gider. Hükümet krizine kadar şartlar zorlar. Artık her şey hazırdır; istenen de bellidir: “Bu hükümet başarısızdır, düşmelidir, yerine yeni bir hükümet kurulmalıdır.” Bu ve benzeri sözler meclis koridorlarında ve kulislerde, dilden dile dolaşmaya başlar.
Toplumun bazı kesimlerine de yayılan bu mesaj, ülkeyi yeni bir çıkmazın içine sürükleyiverir. Bir gün bakarsınız ki, iktidar partisinden kimi milletvekilleri tek tek veya topluca partilerden istifa ediyorlar. Güvenoyu tehlike-ye düşüyor ve arkasından da hükümet istifa ediyor.
Ünlü devlet adamı Churchill’in bir sözünü burada zikretmekte fayda var: “Bazı insanlar prensipleri uğruna partilerini değiştirir, diğerleri de partileri uğruna prensiplerini”
Siyasi tarihimiz araştırıldığı zaman bu durumun tipik örneklerini görmek mümkündür. Bunlardan en önemlisi şöyle gelişir: 1978 yılının Ocak ayında 11 milletvekili çeşitli gerekçelerle Adalet Partisi’nden istifa ederler. Bir müddet sonra CHP Genel Başkanı hükümeti kurma görevini alır.
İstifa eden 11 milletvekili ile dirsek teması kuran Bülent Ecevit, hepsine bakanlık vaat ederek hükümeti kurar. Arkasından Süleyman Demirel’in “şaibeli” olarak tanımladığı bu hükümet 218’e karşı 229 oyla meclisten güven oyu alır.
Çok tartışılan ve “siyasi ayıp” olarak eleştirilen bu hükümetin bakanlarından birisi de Adalet Partisi’nden istifa eden Elazığ Milletvekili Ali Rıza Septioğlu’ydu.
Septioğlu’na geçmeden önce bir-iki hatırayı anlatmam gerekiyor: Adalet Partisi’nden istifa ederek CHP hükümetinde Sağlık Bakanlığı yapan Dr. Mete Tan ile yıllar sonra özel kalemde sohbet ediyorduk. Konuyu o günlere getirerek sordum: “Partinizden neden istifa edip, muhalif bir partiden, şaibe altında bakanlık görevi aldınız? Şimdi buna pişman mısınız? Kendinizi bir özeleştiriye tabi tuttunuz mu?”
Sohbetin neşesi kaybolmuştu. Dr. Mete Tan o günleri yeniden yaşar gibi durgunlaşmıştı: “Hemşehrim” diye söze başladı. “Benim adalet partisine çok hizmetim dokundu. Üstelik genel başkan Süleyman Demirel’e özel doktoru gibi hizmet ettim Seçmenlerim ve siyasi çevrem artık bakan olmamı bekliyordu. Hatta buna kesin gözüyle bakılıyordu. Ne yalan söyleyeyim, ben de kendimi bakan olarak hazırlamıştım, olmadı. Beklenmedik siyasi gelişmeler önümü tıkadı. Bunu içime bir türlü sindiremedim. Siyasette bazen öyle şeyler olur ki, yorumunu o günlerin şartlarına göre yapmak gerekir, geldi geçti, keşke yaşamasaydım demeyi çok isterdim”.
İkincisi; Yurt dışına tedavi görmek için giderken uçakta rahatsızlanarak vefat eden o yılların Devlet Bakanlarından Enver Akova ile yurt dışı raporunun tasdiki için bakanlığa geldiği zaman görüşmüş, o günleri yadetmiştik. Din görevlisiydi ama siyaseti seviyordu. Hayatını buna göre planlamıştı. Onu Sivas Müftüsü olduğu yıllarda tanımıştım.
Siyasete girdikten sonra çok insan gibi değişen, farklı kişiliğe bürünen Akova’da belli ki, o günlerin ezikliğini duyuyordu. Keşke bu yanlışlıkları yansıtan bir hatıra demeti bıraksaydı, siyasi tarihe bir belge ve ibret olarak geçer, başkaları da aynı hataları yapmazlardı.
……….
Septioğlu’nun hayata manifaturacılık ve manavlık yaparak başladığını görüyoruz. Arkasından Adana’da canlı hayvan ihracatı yapıyor. Herşey güzel ve yolunda giderken hemşehrilerini kırmayarak Palu İlçesi Belediye Başkanlığı’ na aday oluyor ve seçiliyor. İnsan siyasete adımı bir kere attığı zaman, geri dönüşü olmuyor. Daha yukarılara doğru bir tırmanış mücadelesi başlıyor. Septioğlu, Elazığ bağımsız milletvekili olarak Meclis’e giriyor, arkasından Adalet Partisi saflarına katılıyor. Ama bir de bakıyoruz ki Septioğlu, partisinden istifa etmiş; arkasından da herkesin bildiği gibi AP’den istifa eden diğer 11 milletvekili ile birlikte Bülent Ecevit hükümetinde Devlet Bakanlığı koltuğuna oturmuştur. Altında ise kırmızı plakalı bir makam aracı.
Görev taksiminde Meteroloji Genel Müdürlüğü’nden sorumlu Devlet Bakanı olmasına rağmen, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan sorumlu bakanın makam odasına yerleşmişti. Kendisiyle birlikte çalışmaya bir anlamda mecbur kalmıştım.
Devlet Bakanlıklarının sayısının artırılması nede-niyle, Başbakanlıkta oda yetersizliği yaşanmış; hükümet açıklanır, açıklanmaz herkes kendine uygun bir yer bulup oturmuştu. Bize de Ali Rıza Septioğlu düşmüştü.
Kendine has siyasi tavırları ve ilginç bir konuşma tarzı vardı. Göreve geldiğinin ikinci günü beni makamına çağırdı;
“Sen burada ne iş yaparsın?” diye sordu. “Müdür yardımcısıyım” dedim. “Peki güzel” dedi. Sonra yanında dikilen ve hiç bir resmi sıfatı bulunmadığı halde özel kalem müdürü gibi işlere karışan, sağa sola talimat veren fedai kılıklı birisini göstererek “Artık bundan sonra özel kalem müdürlüğüne bu bakacak, kendisine yol gösterin yardımcı olun, tamam mı?” dedi. Esas müdürlük görevini yürüten İslamin Arasan’ı kastederek, “Ona da başka bir görev ver.” diye kestirip attı. İtiraz edecek durumda değildim. “Peki” deyip çıktım. Şifahi bir talimatla birini müdür diğerini de müşavir olarak görevlendirdi.
Oysa bürokrasi geleneğinde bu tür işlerin çözüm yolu müsteşardan geçer. Bakan gerekli talimatı verir. O da mevzuat sınırları içinde bir takım işlemler yaparak bakanlıklar arası koordinasyonu sağlar, istenilenleri yapar. Septioğlu’nun icraatları hep bunun gibi olmuştu. Haliyle kendisi sürekli espri konusu oldu.
Skandallar bununla sınırlı değildi: Görevden aldığı Meteoroloji Genel Müdürlüğü’ne özel kalem müdürünü vekil olarak atamıştır. Müdür lise mezunu olduğu halde kendini gazetecilere Fen Fakültesi mezunu gibi göstermiş ve esprisi konusu olmuştu.
Kadromun Diyanet İşleri Başkanlığı olması nedeniyle geri dönme talebimi “Size ihtiyacımız var” diye reddetmiş, bir hafta sonra görevime iade yazımı yazdırmıştı.
……….
1980 ihtilali ile politikaya bir müddet ara veren Ali Rıza Septioğlu yeniden parlamentoya girdi. “En yaşlı üye” sıfatı ile Meclis Başkanlığı’nı yürüttü. Zaman zaman bir milletvekili ile meclis koridorlarında küfürleşerek kavga etti.
Bir ara Sağlık Bakanlığı’na gelmişti. Kendimi tanıttım, birlikte çalıştığımız kısa zamanı hatırlattım, sadece “öyle mi?” diye söylendi. Başka hiç bir şey söylemedi. Belki o günleri hatırlamak istemiyor, belki de pişmanlık duyu-yordu. Eski bir bakanımla karşılıklı oturup çay içmek ilginç bir duyguydu. On yedi yıldır sakladığım asli görevime iade yazısını çıkarıp masanın üstüne koymak istedim, yapamadım.
İyice yaşlanan ve gözleri az gören Septioğlu son genel seçimlerde de partisince liste dışı bırakıldı. Artık köşesine çekilir kendini dinler ve yaşadıklarının bir muhasebesini yapar sanıyorduk. Oysa gençlerin önüne geçerek yeniden siyaset sahnesine çıktı.
Nisan 1999 seçimlerinde DYP’den Elazığ milletvekili olarak 86 yaşında meclise girdi. Böylece meclisin “En yaşlı üyesi” sıfatını kimseye kaptırmamış oldu. Onun geçici meclis başkanlığını yürüteceğini öğrenen basın mensupları etrafını biran da kuşatmışlardı. Merak ettikleri şey meclise giren iki türbanlı bayan milletvekilinin yemin merasimini türbanla yapıp yapmayacakları idi. Septioğlu’nun bu soruya verdiği cevap hem ilginç hem de düşündürücüydü; “İç tüzük ne gerektiriyorsa o yapılacaktır.” Milletvekillerinin türbanlı olarak meclise girmelerinin Türkiye’de rejimi sarsıp sarsmayacağını soran bir gazeteciye de:
“Bir çaput parçası mı rejimi yıkacakmış? Hadi canım sende!” diyordu.
……….
Yakınlarda yitirdiğimiz bu yorgun politikacının kamuoyuna yansıyan espri dolu hikayelerini unutmak mümkün değil.
Bunlardan ilginç gördüğüm bir-iki olayını daha burada nakletmeden geçemeyeceğim. Elazığlı seçmenlerden kimileri makamına oturmuşlar, yanlarında getirdikleri birisinin infaz memuru olarak atanması için ısrar ediyorlar.
Septioğlu, zamanın Adalet Bakanı Mehmet Can’ı telefonla arayarak seçmenlerinin bu talebini aktarır. Adalet Bakanı teklif edilen bu kişinin ilkokul mezunu olduğu için söz konusu göreve atanmasının mümkün olmadığını, en az ortaokul mezunu olması gerektiğini uygun bir lisanla kendisine anlatır.
Buna aklı yatmayan Septioğlu “Bir formül bul ve beni bu sıkıntıdan kurtar” der. Adalet Bakanı ise “üzgünüm” diyor, “yapamam tahsili uygun değil”
Septioğlu, kendisine has şivesiyle “Ben orta okul mezunu olarak Devlet Bakanlığı, Sayın Bülent Ecevit lise mezunu olarak başbakanlık yaptığına göre bu gariban insan neden infaz memuru olamıyor?” diye sorar.
Karşılıklı gülüşmeden sonra iş tatlıya bağlanıyor ve bir formül bulunarak seçmenin işi yoluna girer.
……….
Yine bir gün Meteoroloji Genel Müdür Yardımcısı Septioğlu’nun makamına bir konu için gelmiş, oturuyor. Bir ara Bakan, Genel Müdür Yardımcısına dönerek “Bu gün hava nasıl?” diyor. Genel Müdür Yardımcısı ayağa kalkıyor, pencereye yöneliyor, tül perdeyi araladıktan sonra dışarı bakıyor ve bakanın yanına yaklaşarak “Güzel” diyor “güneşli ve berrak!”
Septioğlu kaşlarını çatıyor, sinirli bir şekilde “Ulan” diyor, “böyle pencereden bakıp havanın nasıl olduğunu bildikten sonra, bu kadar makineye, memura, ödeneğe ne gerek var?. Gider ben de bakarım.”
Genel Müdür Yardımcısı ziyaretçilerin yanında mahcup oluyor, durumu düzeltmek için “Sayın Bakanım ben şu andaki havayı soruyorsunuz sandım.” dese de buna ikna olmuyor ve söyleyeceğini söylüyor.
……….

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: Content is protected !!