Öcalan’ın Kadın Tacizleri

Kadın Militanlar Rewşen, Varşin, Nujin

Kadın Militanlar Rewşen, Varşin, Nujin

Sorgucum, beni Cezaevi olarak kullanılan odaya tıktığı gün; 20–22 yaşlarında bir gencin aynı odada tutuklu olduğunu görmüştüm. Kapı yüzümüze kapanınca genç içten gülümseyerek güzel Kürtçe’si ile; “Heval Selim Hoş geldiniz” demişti, “Hoş bulduk” dedikten sonra yanına oturmuştum.

Uzun süre sessiz kalmıştık, genç birden bire: “Beni tanıyamadın her halde” demişti. “Hayır” dediğimde, “Sen Akademide Komutan iken, ben Askerdim, sonra Önderliğin Kuryeliğini yapıyordum, sık sık Akademi yönetimine gidip geliyordum.” deyince tanıdım. Tokalaşarak, “Merhaba Fevzi” dedim ve sohbet etmeye başladık. Bana neden buraya getirildiğimi sorunca; “Kendime Özgü düşüncelerim olduğundan” dedim. Türkçe konuşamayan Fevzi: “Hii Fikren Xas” dedi gülümseyerek. Fevzi mizahı sevdiğimi biliyor ve Sohbetimizin hemen başlangıcında “Hii Fikren Xas” diyerek mizaha giriş yapıyordu. Söylediklerine gülünce, Fevzi:”Selim arkadaş sen beni iyi tanımıyorsun ama ben seni çok iyi tanırım. İstersen senin çözümlemeni yapayım” deyince; “Haydi yap” dedim. Bir müddet düşünen Fevzi:

“Ben küçükken, daha doğrusu devrimci olmadan önce Çobandım. çok akıllı bir Köpeğim, bir sürüde koyunum vardı. Sen Çobanlık yapmadığından belki bilmiyorsun; özellikle Yazın, Koyunlar sürü halinde çobanın ardından yürürken, Kafalarını bir birinin bacakları arasına sokarak veya Kafalarını eğerek yürürler. Bizim PKK’nın üslubu da böyledir. Ama sen buna uymuyorsun, ikide bir şeytan keçi gibi kafanı kaldırıp sağa sola, ileri geri bakıyorsun. Bu tavrınla çobana güvenmiyor, yanlış yere götürmesinden kuşkulanıyorsun gibime geliyor” deyince, kahkaha ile güldükten sonra, “Kürtçe anlattığın için, iyi anlayamadım, ama yine de iyi çözümlemeye benziyor.” dedim. Aslında anlattıklarını iyi anlamıştım, fakat buraya konulmuş bir düşünce polisi olabileceğinden kuşkulandığım için açık vermemeye çalışıyorum. “Çözümlemem nasıl?” diye sorarak gülüyor. “Peki seni niye tutukladılar?” diyorum, gülüşü dudaklarında donuyor, rengi değişiyor, gözleri sabitleşiyor, bir heykel gibi oluyor sanki. Fevzi’deki bu ani değişikliğe şaşırıyorum! Bir, “Ahhh” çekiyor ve susuyor. “Çekinme, kimse bir şey anlatmam” diyerek konuşturmaya çalışıyorum, bir daha, “Ahhh” çektikten sonra: “Ben inançlarımı yitirdim, artık hiç bir şeye, hiç kimseye inanmıyorum” diyor ve susuyor. Bu cümle ile, “Ben ulu önderimizde inanmıyorum” demek istediğini anlıyorum. Ve “çok kötü, insanın bütün inançlarını yitirmesi çok korkunç bir şey!” diyorum.

“Peki sence bir insan neden inançlarını yitirir?” diye soruyor. Biraz düşünüyorum: “İnşanlar bazı şeylerin kutsallığına inanırlar, sonunu da kutsal olmadıklarını anlayınca inançlarını yitirirler” Cevabını veriyorum. Hiç düşünmeden “Tam beni tahlil ettin” diyor. “O zaman anlat” diyerek zorluyorum. Bir “Ahhh” daha çekip susuyor. Bu son susması uzun sürüyor, bende zorlamak istemiyorum. Aradan epeyce zaman geçti “Rewşen senin köylündü değil mi?” dedi. “Dedesi bizim köyde oturur” cevabını verdim. “Bu isler hep Rewşen’in yüzünden başıma geldi” dedi ve tekrar sustu. Merakımı dürtüklediğinden “Kesik kesik anlatma, neyi anlatacaksan anlat” dediğimde “Sen Rewşen’in yalan söyleyebileceğine inanıyor musun?” dedi bana. Hiç düşünmeden “Hayır” dedim. Ve Fevzi anlatmaya başladı:

“Ben iki yıldan beri Önderliğin Özel Kuryeliğini yapıyordum. Bundan yaklaşık beş altı ay önce bir gün önderliğin evine gittiğimde kimse yoktu ve bir odada ağlama sesi geliyordu. Odanın kapısını açtığımda Rewşen açtı; gözleri kıpkırmızı idi, yanaklarından yaşlar akıyordu. “Niye ağlıyorsun?” diye sorduğumda; yere oturdu başını ellerinin arasına alarak ağlamasını sürdürdü. Kendisiyle samimi olduğumdan yanına diz çökerek, “ayıptır niye ağlıyorsun? Varsa bir derdin bana söyle” dedim tekrar. Rewşen başını kaldırdı, gözyaşlarını sildi ve inançlarımı bombalayan şu sözleri söyledi:

“Ben, Türk Polisi bana tecavüz etmesin diye buraya geldim, ama burada da namusumu koruyamıyorum” dedi. Cinlerim başıma toplandı, tüylerim diken diken oldu, benzim sarardı, Ellerim dudaklarım titredi, sinirlerim gerildi. “Kim?” dedim; “Senin namusuna el atan kim?” deyip, tam kendimi kaybetmiştim ki: “Başkan bana sarkıntılık yapıyor” dedi ve tekrar ağlamaya başladı.

Dalmıştı, ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Yıllarca tanrı olarak taptığı birinin, genç kızların namusuna zorla el attığını öğrenmiş, bütün inançlarını yitirmişti. İkimiz de taş kesilmiştik. Kaldığımız odadaki ranza, küçük masa, sünger yataklar, kirli battaniyeler, naylon kaplı pencere, Piriket yapılı duvarlarda sanki susmuşlardı.

Rewşen hala 20 yaşlarında, bizim yörenin en güzel kızıydı. Ateşe atsaydın ateş yakmazdı, suya atsaydın su kıymazdı boğmaya. Ceyhan Cezaevindeyken kitabımın birinci cildini kardeşim Sait ile birlikte okumuş, beni görmeye gelmişti. İlk tanıştığımızda “Edebiyat Fakültesinde okuyorum, Sait’le birlikte kitabını okuyunca çok etkilendim ve ziyaretine geldim” demişti.

Görüş kabinimdeki görünümü hiç bir zaman hafızamdan silinmez. Kumral sacları, ay gibi parlayan yüzü, uzun ve narin vücudu, masum bakışlı gözleri demir parmaklıklar ve tel elek tarafından karelere bölünmüştü. Ona ülkemizin nasıl parçalandığını, halkımızın nasıl dilsizleştirilerek, vatanında vatansızlaştırıldığını anlatmış, ardından sorduğu soruları yanıtlamıştım. Diyarbakır vahşetinden bazı örnekleri anlattığım da gözyaşlarının kırmızı yanaklarından yuvarlandığını görmüştüm.

Almanya’dan Şam’a geldiğimde Rewşen’i bir evde gördüğümde ürkmüştüm. Bir deri bir kemik, soluk bir yüz, anlamsız bakışlı iki gözdü Rewşen. Kendisiyle tek başıma konuşma fırsatı bulamamıştım; ama o halini görünce; “Bu adamın insanları insanlıktan çıkarıyor” demiştim içimden. Fevzi’nin “Ne düşünüyorsun Selim Arkadaş?” Sorusu beni düşlerimden sıyırdı. Biraz daha düşündükten sonra Fevzi’ye “anlattıklarını pek anlamadım, bana öyle geliyor ki kendini kadın dedikodularına inandırmışsın” dediğimde “Özel Savaş mı benimle oynamış diyorsun ha?”, beni ikna edercesine konuşmaya başladı:

“Yalnız Rewşen olsaydı neyse, Varsin’i tanıyor musun?” diye sordu. “Tanıyorum” dediğimde “O zaten delirdi. Bize açıkça sunu söylüyordu: Ben gerillaya gitsem hangisi isterse; gönüllü olarak altına yatarım. Niye bizi kendisine serbest etmiş, gerillaya yasaklıyor?” “Varsin dürüst bir kızdı yalan söyleyeceğine inanmıyorum” dedi. Daha konuşmak istiyordu “O belki kafayı üşüttüğünden dolayı böyle söylemiş, insan bir delinin söylediklerine inanır mı? İnandırıcı bir şey varsa söyle, böyle deli saçmalarına kendini inandırmana bir anlam veremiyorum”, diyorum “Daha çok var” diyor, Fevzi. “İtiraz ediyorum” Bu bir oyun olmasın mı?” diye soruyorum, tepki duyuyor: “Ne oyunu yav, Karkir takma isimli kısa boylu ama çok güzel, sevimli bir kız vardı. Bir gün Ev’de ikimiz yalnız kaldığımızda, boynuma sarılarak ağlamaya başladı: “Nedir Karkir, niye ağlıyorsun?” dediğim de “Fevzi nedir bu başıma gelenler! Bana sarkıntılık yapıyor, yere yatırıp dudaklarımı ağzına alıyor, domuz gibi üstüme çıkıp inmiyor, altında eziliyorum” deyince taş  kesildim. Sivas’ın Koçgiri Kazasından Bercem vardı, Babası Antalya’da oturuyordu, götürmeye gelmişti kızını. O kızın başına da çok şeyler gelmişti. Bu iş ta Cengiz Altun’un kız kardeşi Sakine ve Roza’ya kadar uzanıyordu. Muşlu bir kız vardı. Takma adı Medya idi. O da Adana Çukurova Üniversitesinden gelmişti. O da bunalıma girmişti. Hiç biri Önderliğe inanmıyordu”

“Böyle bir şey olsaydı senin dışında da duyanlar olurdu, karılar senin kafanı bulandırmış” diyorum, kızıyor “Rewşen bana söyleyince bunalıma girdim, kimseye bir şey söylemedim, ama inançlarımı yitirdim. Rewşen dayanamıyor, bu kez Başkanın koruması Hasan’ın yanında ağlıyor, Hasan da benim gibi derdini öğrenmek istiyor, söylemeyince kolundan tutup yoksa sen birini mi seviyorsun?” diyor, Rewşen de “Hayır hiç kimseyi sevmiyorum, Başkan beni rahatsız ediyor”, diyor, Hasan’ın kolları yandan sarkıyor. O da bunalıma giriyor. Rewşen ardından Başkanın diğer Koruması Hamit’e sorunu anlatıyor. Hamit’in de başı dönüyor. Bu ara meğer ki kızlarda olanları birbirine anlatmışlar, fakat bizim bunlardan haberimiz olmuyor. Hamit ile Hasan benim olayı bilmediğimi biliyorlar. Hasan Hamit’in Hamit de Hasan’ın bilmediğini biliyor. Sonunda Rewşen sorunu Rıza Altun’a açıyor. Rıza Rewşen’i dinledikten sonra “Bak eğer bu anlattıkların doğruysa Başkanı öldürürüm, yalansa seni öldürürüm” diyor ve Başkanın yanına çıkıyor, artık nasıl söylüyorsa; Başkan Rıza’ya: “Serseri misin sen? İste Cezaevi kişiliği! Hemen tahrike geliyor. Bunlar özel savaşın yıllardır aleyhimde yaptığı propagandalardır. O sürtükten zaten kuşkulanmıştım; O ablası tutuklandıktan sonra, polis bilinçli olarak buraya gönderdi. Derhal uygulamaya alın! Buraya nasıl geldi? Kim hangi amaçla buraya gönderdi? Önderliğin yıpratılması için yapılan planlar nedir? Öldürme, zehirleme planları ne zaman uygulanacaktı? Onunla birlikte çalışanlar var mı? Bütün bu soruların cevaplarını alacaksınız. Siz çocuksunuz! Düşman içinize girmiş, kılını kıpırdatmıyor, gelmiş bana masal anlatıyor” diyerek Rıza’yı geri gönderiyor. Rewşen tutuklandı, ardından Varsin. Varsin tutuklanınca hepimizin ismini verdi. Rewşen Hasan ve Hamit’in de haberdar olduğunu söylemişti. Kızların soruşturması üç dört ay sürdü, Varsin çalışma kampına gönderildiği için delirdi. En son beni tutukladılar. Oysa ben de onlar gibi bir duyanım sadece” diyor.

“İpe sapa gelmez şeyler anlatıp duruyorsun, anlayabildiğim kadarıyla, senin anlatımına göre kızlardan hiç biri gönüllü değil, zorla yapılıyor bu iş demek istiyorsun?” dediğimde, Fevzi:

“Bir tane hariç, ben gönüllüye rastlayamadım. Almanya’nın Frankfurt kentinden gelmişti. 18–19 yaşlarında genç bir kızdı. Kod adı: Nujin di. Bildiğim kadarıyla Almanya’da Aşk Çetelerinin üyesiymiş. O çok memnundu. Başkanın yanından hiç ayrılmıyordu. Disiplini misiplini bir tarafa bırakmış, senli benli konuşuyordu. Başkan da bize: “Buna karışmayın, bu Alman kültürüyle büyümüş” der, hoş görmemizi isterdi. kızaran suratıma bakarak ne düşündüğümü ve kendisinin çözümlemesini yapmamı istedi. Ben yine anlattıklarına inanmamış gibi görünerek: “Fevzi, senin ki kadın dedikodusu, kızların evde canı sıkılmış, bir an önce oradan kovulmak için bu dedikodulara başvurmuşlar veya aralarında gerçekten Ajan var” dediğimde başını sallayarak “Sen ne kurnaz adamsın!” dedi. Biraz daha düşündükten sonra: “Eskiden Başkan bize ders anlatırken ben yüzde seksen beş bu kadın sorunundan dolayı devrimci oldum” diyordu ama bir anlam veremiyordum, yaşananlara tanık olunca söylediğinin gerçekten doğru olduğuna inandım” dediğinde, ben sırt üstü uzanmış, gözlerimi tavana dikmiş dalmaya başlamıştım.

Önce Varsin, ince narin vücudu, güzel yüzü ve sert bakışlarıyla gözlerimin önümden geçti: Selim ben 1989 da gazetelerden sadece PKK’nın adını duymuştum. İzmir’de Üniversitede okuyordum. Babam Tatvanlıydı, Kürt’üm. Ama bunun bilincinde değildim. Ceyhan Cezaevinde adli tutuklu olarak yatan bir akrabam vardı. Onunla görüşmeye gittiğimde, akrabamdan koğuşunun bitişiğinde PKK’lıların kaldığını öğrenmiş, PKK’lıları bir göreyim nasıl insanlardır” diye düşünerek koğuşunuza gelmiştim; Mustafa Karasu Kürt olduğumu öğrenince sevindi. Ve geçmişimi anlattı bana. Eve gittiğimde, babamın ve ağabeyimin yakasına yapıştım: “Biz Kürt’üz, PKK bizim kurtuluşumuz için mücadele ediyor” dedim. Benim için “Kızımız delirmiş” dediler. Sonra kitaplar okudum, Üniversitede okuyan Kürt öğrencilerle tanıştım. Akademiye geldiğimde bir baktım ki sen ordasın, nasıl sevinmiştim Selim anlatamıyorum! Yönetimde iken bana çok yardımcı olmuş moral vermiştin. Bir gün “Varşin Arkadaş, devre sonunda şehir faaliyetlerine mi, dağa mı gitmek istiyorsun?” dediğinde, “Selim Arkadaş, yüksek tepelerin yamacına varıp tırmanmaya başlayınca, şehir faaliyetlerine gideyim, fakat tepeyi çıkıp, zirveden inmeye başlayınca dağa gideyim diyorum” dediğimde gülmüştün.

Akademiye Yeni Asır Gazetesi yayın yönetmeni Yücel Arın geldiğinde “Gel fotoğrafını çektir, gazetede yayınlansın, Annen, Baban görsün seni” demiş, kucağımdaki silahımla karlı bir tepede fotoğrafımı çektirmiştin.

Bütün inancımla savaşa katılmaya gelmiş, size davamıza inanmıştım. Ama bana nasip olmadı, savaşa gideceğime Zalim’in haremine düştüm. Gerisini anlatamam Selim, artık yeni yağmış kar kadar temiz ve lekesiz değilim, üstelik kaçık bir kadıncağızım artık” diye konuşuyor.

Gözlerimi kapatıyor hiç bir şey düşünmek istemiyorum. Ama bu kez Koçgirili güzel Bercem canlanıyor kafamda. Avrupa’da iken babasının bana yolladığı mektubu hatırlıyorum: “Akademide benimle çok konuştunuz, kendinize göre haklisiniz. Ama benim içim yanıyor, oğlum hapishaneye düştü, küçük kızım yakalanıp işkence gördüğü için çıldırdı. Yanınızdaki dünya güzeli kızımdan hiç haber alamadım. Ne olur güzel kızımın eline silah vermeyin, onun eline kalem yakışır, söyle kızımı Avrupa’ya göndersiler” diyordu.

Dayanamıyor, düşlerden kurtulmak için gözlerimi açıp tavana bakıyorum. Bu kez kömür gözlü Roza görünüyor, “Gerçekleri öğrendin mi? Neden konuşmadığımı, neden düşkün olarak damgalandığımı, neden sık sık tutuklandığımı, neden işkence gördüğümü nihayet öğrendin mi?” diyor. Bakamıyorum gözlerine Roza’nın, utancımdan gözlerimi kapatamıyorum. Bu kez de Nujin canlanıyor hayalimde: “Selim, Esin Aysel Frankfurt’tan beni Akademiye gönderdi. Sevine sevine gelmiştim, ama Akademide bir kaç gün kalınca ruhum sıkılmıştı. Kadının erkeğe, erkeğin kadına bakması bile yasaktı. Oysa Almanya’da başka şekilde alışmıştım. Sıkılmış, sevgililerimi özlemiş geri gitmek istediğimi sana söylemiştim. Ama sen gittikten sonra şansım açıldı. Başkan beni evine aldı, bütün sıkıntılarım gitti, eski neşeme yeniden kavuştum. Başkan çok anlayışlı bir insan, kadına çok önem veriyor, beni yüceltiyor, kaldırıyor ta üstüne çıkarıyor” diyordu.

Erotik pozisyonlardan rahatsız olup gözlerimi açıyorum, nefesim kesik kesik, boğulur gibi oluyorum. Bu kez Mustafa Karasu, Eşim ve Ben; simamızı tavanda görüyorum ve “Hey yan yana duran üç kişi! Apo’nun haremine kadın yolladığınızı biliyor musunuz? Sen! Mustafa Karasu! İzmir’de Üniversitede okuyan Tatvanlı Varşin’i mücadeleye katılması için Ceyhan Cezaevinde ikna etmedin mi? Sen! Aysel Çürükkaya! Frankfurt’tan Vartolu Nuji’yi Akademiye göndermedin mi? Sen! Selim Çürükkaya! Rewşen’in Akademiye gitmesinde senin hiç rolün yok mu? Siz üçünüz de Pezevenk değil misiniz?” diyorum. Mustafa Karasu ile eşim bana kızıyorlar “Kızmayın kızmayın, siz sübjektif değil, objektif pezevenksiniz yoldaşlar” diyerek, yatıştırmaya çalışıyorum. Eşim bana “Sus başımıza taş yağacak!” dercesine bakınca, Anamı hatırlıyorum. “Ana, Şeyhle İmamın zina hakkındaki vaizlerine inanmıyorum, çünkü ikisi de zina yapıyor” dediğim de, anam “Sus Selim, kafir olacaksın, başımıza taş yağar” diyordu.

Bu satırları okuyacak olan kulların halini düşünüyorum. “Tövbe estağfurullah” çekip “Selim ajan oldu” diyecekler. Anam “Kafir” oldu diyordu, onlar “Ajan” oldu diyecekler.

Kurye Fevzi Selime söyledi ajandı. Rewşen Fevzi’ye söyledi ajandı. Fuat Cavgun gerçeği öğrendi, karşı çıktı düşkün oldu. Sivaslı Bercem ajandı. Roza karşı çıktı sürtük oldu. Selim dünyaya açıklayınca ajan oğlu ajan mertebesine ulaştı!

Rıza Altun’u düşünüyorum: Sen onca işkenceli bir yaşamı yaşadıktan sonra, Ulu Önderimizin yanına varınca Harem Ağası yaptı, bunu bilincinde misin? Osmanlı Padişahları, eskiden Harem Ağalarını Afrika’dan getirilen siyah kıvırcık saçlı köleler arasından seçerlerdi. Ulu Önderimiz belki biçiminden dolayı seni o göreve layık gördü. Uygar olduğundan dolayı sadece ayetleriyle hadim edildiğini biliyorum.

Uzun süre sessiz kaldığımı gören Fevzi: “Kalk konuşalım” dedi. Kalkıp oturduktan sonra “Peki soruşturma sonucu ne oldu?” dediğimde “Varşin delirdi, diğerleri özel savaşın oyununa geldiklerini, özel savaşın taktiklerini uyguladıklarını kabul edince, Başkan onları af etti, dağıtıldılar, bu kez yeni bir takım eve alındı. Bende şimdi özeleştirimi yazıyorum, bana verilen perspektife göre, bende özel savaşın aleti olmuşum, dedikodulara inanmışım, çaresiz bu perspektif doğrultusunda özeleştirimi yazıyorum, iki sayfasını yazdım istersen al oku” dedi. Kürtçe olarak yazdığı özeleştiriyi okuduğumda anlatılanların tümünün gerçek olduğuna inandım. Bir gün sonra tamamladığı özeleştirisini kapalı bir zarfa koyarak sorgucumuza verdi. Fevzi’nin iki sayfalık özeleştirisini “Tabi sizin yaptığınız özel savaşın yaptıklarıdır” dediğimde Fevzi yine gülmüştü.

Kızlar başlarına gelenleri gittikleri yerlerde anlatamazlar. Anlattıklarında “Özel Savaşın elemanlarıdır’’ gerekçesiyle kurşuna dizilirler. Ulu önderimizin ayetlerinde “Devlet yaşamımızı yozlaştırmak için çok sayıda kadın gönderiyor” dediğini hatırlıyorum. Acaba bu çok sayıda kadın nasıl imha edildi? Kimse bilmiyor.

Cemil Bayık, Rewşen’in köylüm olduğunu öğrendiğinde: “Çok hafif bir kızdır” dedi, sesimi çıkarmadım. Niye Ulu Önderimiz tartıp kilosunu mu söyledi sana? Demek geldi içimden. Namussuzluğa boyun eğmeyen Rewşen “Hafif”ti. Namussuzluğa karşı çıkan Roza “Orospu”ydu; Namussuzluğa boyun eğmeyen Fuat Cavgun “Düşkün”dü, Ulu Önderimiz ise namus abidesi idi!

Anlatımlarımda adı geçenlerin tümü yaşıyor mu bilemiyorum. Ama bunlar kamuoyu tarafından anlaşıldığında çoğunun hayatının tehlikeye gireceğini biliyorum. Buna rağmen anlatıyorum, gerçekler saklı kalmasın, bilinsin diye. Zaten bu halleriyle yaşayacaklarına pek ihtimal vermiyorum. Ben zaten intihar edecektim ama, anlatacaklarım vardı. Eğer yazdıklarım elden ele dolaşacaksa, “Ölüm hoş geldi sefa geldi” diyeceğim. Anladınız değil mi, Ulu Önderimizin köleleri için cinsel ilişkiyi neden yasakladığını? Çok aşırı “Namuslu” görünmesinin gerçek nedenini anladınız mı? Paris’te bir kadın’la ilişkisi olmuş diye Ulu Önderimiz tarafından Mahsum Korkmaz akademisinde kurşuna dizilen yakınım Mehmet Tunç’un hazin akıbetinden sonra, köylüm Rewşen’e sarkıntılık yapmaya kalkan Ulu Önderimizin Paradoksunu anladınız mı? Avrupa’da “Kadınlarla ilişki kurmuş” gerekçesiyle kaç kadronun Yunanistan’a veya Paris’e sürgün edildiğini biliyor musunuz? Paris ve Yunanistan’a sürgün edilmenin anlamını anladınız mı? Gerilla Komutanlarının hemen hemen her gün telsizle “Başkanım, bizim bölgemizde yoz ilişkiler içine giren O bayanla O erkeğin yargılanması bitti, idam cezasına çarptırıldılar, sizin onayınızı bekliyor” dediklerinin ne anlama geldiğini biliyor musunuz?

Kadın Erkek ilişkisinin yasaklanması yüzünden kaç kadronun öldürüldüğünü, kaç kadronun tasfiye edildiğini, kaç kadronun evde “oturtulduğunu” kaç kadronun canını kurtarmak için Düşman´a sığındığını biliyor musunuz? Bilmediğiniz için namussuzu namuslu, namusluyu namussuz olarak görüyorsunuz. Burada Ulu Önderimizi, kadınlarla ilişkisi var diye eleştirmiyorum. Bu işi tabu olarak görmüyorum. Kadın erkek ilişkisi dünyanın en doğal ilişkisidir. Ben açık bir insanım, bir kadın severse birini, karşıdaki de seviyorsa içinde yaşanılan koşullar ve toplumun ahlak kuralları da dikkate alınarak birlikleri gerçekleşmelidir. Bu çok doğal bir durumdur. Ama Ulu Önderimizin yaptıkları ne Osmanlı Saraylarında nede Bizans Saraylarında görülmemiş entrikalardır. Tam bir sex ve cinayet makinesi gibi girmiş gençlerimizin arasına; habire tecavüze uğrayanlar, ölüler, kaçıp düşmana sığınanlar ve intiharlar üretiyor. Gerçek bu! Bunları yapan mı namuslu, yoksa Allah’ın veya doğanın birbirleri için yarattığı kadın ile erkeğin normal ahlak ölçüleri içinde birbirleriyle ilişki kuranlar mi? Ulu Önderimizin Kadın sorunu üzerinde neden fazla durduğu anlaşılıyor, Cinsel İlişkiyi bütün köleleri için yasaklıyor. Kendisi Efendi olduğu için yasak kapsamına girmiyor. Kölelerin gözleri önüne çektiği yasak perdesinin arkasında her türlü haltı karıştırıyor ve yasak yasasıyla köleleri öldürüyor, kaçırtıyor, suçlu duruma düşürüyor, yargılıyor, af ederek kendine bağlıyor. Cinsel ilişkinin suç sayıldığı bir yerde, suçsuz kimsenin kalmayacağını biliyor, suçlular çoğaldıkça, boyun eğenlerin sayısı artıyor. Böylece çok büyük suçlar isleyen boyun eğdiren, küçük suç isleyenler boyun eğenler oluyor.

Yaşadıklarımı düşünüyorum. Düşündüklerimi yaşıyor ve anlattıkça rahatlıyor sonra uyuyabiliyorum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: Content is protected !!