Bektaşilik Erkanı

Kırklar Meclisi

Kırklar Meclisi

Cem törenleri, kendisine bir nevi prototip olarak Kırklar Meclisi’ni almaktadır. “Tasavvufî gelenekte kırk sayısının bir özelliği vardır. Bu da, Hz. Musa (a)’nın Tur Dağı’nda, Allah ile olan kırk günlük münacatıyla temelini bulur. Hiyerarşik veliler zümresinde Kırklar da, dünyanın hükümranlığına iştirak ederler.” Bektaşîlere göre de Kırklar, rical-i gayb’dandır. Bunlar, “âleme düzen verirler, halk içinde dolaşırlar, halktan birisi gibi giyerler ama kimse bunları tanımaz. Bunlar için zaman ve mekan yoktur. Bir anda bir uçtan bir başka uca, bir yerden bir başka yere gidebilirler.” Noyan’ın bu ifadelerinden Bektaşîlerin Kırklar’a bakış açısının ip uçları görülmektedir. Bektaşîlere göre Kırklar, Allah’la cem’ olup zaman ve mekanı geride bırakmaktalar. Tefrika halinde ise, insanlar arasına karışıp, dolaşmaktadırlar. Cem törenleri, Kırkların bu hallerine duyulan özlemin bir sonucudur.
Bektaşî geleneğinde cem törenlerine prototip olan Kırklar Meclisi olayı şudur: “Hz. Muhammed (s. ) mi’rac’tan dönüşte Kırkların sohbette oldukları Suffa-ı Sâfa’nın kapısına (diğer kaynaklarda kızı Hz. Fatıma’nın evine, yani Hz. Ali’nin evi’ne) vardı. Orada Kırklar sohbette idi. Kapıyı vurunca içerden, ‘Kimsin?’ dediler. O da: ‘Peygamberim!’ dedi. İçerden, ‘ Peygamberliğini ümmetine eyle’ dediler. ‘Rasulüm’ dedi. ‘Bize hacet değildir’ dediler. ‘Hâdim-ül Fukarâyım’dedi. Kırklar, ‘Merhaba, hoş geldin’ deyip kapıyı açtılar.
Hz. Muhammed, (s) içeri girdi, otuz dokuz kişi vardı. Eksik olanı Selman Farisi idi. Hz. Muhammed (s) orda bulunan Hz. Ali’nin yanına oturdu. Lakin Ali olduğunu O demeden bilemedi. ‘sizler kimlersiniz?’ diye sordu. Onlar:’ ‘Bizler Kırklarız, hepimiz bir gönül, bir cihetiz. Birimiz ne ise, hepimiz odur’ dediler. Hz. Muhammed (s.), ‘Neden mâlum?’ dedi. Eyittiler: ‘Birimizden kan akar ise, cümlemizden akar. ‘ Hz. Muhammed (s.) ispat isteyince, Hz. Ali kolunu uzattı. Bir neşter vurunca kan geldi. Cümlesinden de kan geldi. Selman dışarıda idi. Ondan da kan geldi ve damdan içeri damladı.
‘Selman içeri girince bir tane üzüm getirdi. Hz. Muhammed (s. )’in önüne koydu:’Ey Hadımü’l-Fukara! Bu üzüm tanesini bize taksim et’ dedi. Cebrail bir tabak getirdi. Onun içinde üzümü ezip şerbet yaptı. Kırklardan birisinin dudağına değince hepsi sermest oldu. Öyle bir hale geldiler ki, ayağa kalkıp ‘Ya Allah ‘ deyüp sema’ya başladılar.”
Kırklar cemi adı verilen bu hadiseyle ilgili değişik rivayetler Alevîler ve Bektaşîler arasında anlatılmaktadır. Bunlardan bir tanesi de şudur:
“Hz. Peygamber (s.) mi’rac’a çıkarken kendisine Cebrail rehberlik etmiştir. Peygamberin karşısına yolda bir aslan çıktı ki, kükremesi ile Hz. Peygamberi korkuttu. Bunun üzerine Tanrı’dan bir ses geldi. Bu seste, aslanın ondan bir nişan beklediği belirtiliyordu. Peygamber rahatlayarak sonuncu peygamber oluşunun (hatem) işaretini taşıyan yüzüğünü aslana attı. Aslan yüzüğü yuttuktan sonra yol açıldı. Ve Tanrı’nın huzuruna çıktı. O’nunla doksan bin sırrı konuştu. Arada perde vardı. Hz. Peygamber perdenin kaldırılıp kaldırılamayacağı cesareteni gösterdi. Perde kaldırıldığında orda duran Hz. Ali’yi gördü. O yüzden Alevî ve Bektaşîler arasında; Mi’rac, ‘Peygamberin Ali sırrına ermesidir’ denilir. Âyin-i Cem de, mi’rac hikayesinin temelinden başka bir şey değildir.
‘Hz. Peygamber Tanrı’nın huzurundan ayrılırken, Tanrı O’na torunları Hasan ve Hüseyin’e götürmesi için bir avuç üzüm verdi. Selman da oralardaydı. Hz. Peygamber’-den bir tane üzüm istedi ve Hz. Muhammed (s.)’ de ona bir tane üzüm verdi. Peygamber yolda kendilerine ‘Kırklar’ diyen bir guruba rastladı. Saydığında otuz dokuz olduklarını gördü. Selman erişti ve kırk tamamlandı. Sohbete koyuldukları bir anda görülmeyen bir el, Selman’ın elindeki üzüm tanesini ezdi. Bu üzümün suyunu Kırklar’dan bir tanesi içti, hepsi birden sarhoş oldular. Çalınan sazların ahengine uyarak sema etmeye ve ‘Hu, Hu’ demeğe başladılar. Ali ötekilerden daha aşkın bir halde ve cezbe içerisinde ortaya atıldı. Bu esnada Hz. Muhammed (s. )’in aslan’a atmış olduğu mühürlü yüzüğü ağzından çıkardı. Hz. Muhammed (s. ), o zaman Ali’yi tanıdı ve O’nun gerçek mâhiyetini anladı. Hakk’ın anlaşılması için bu yüzden âyin-i cem gelenek haline geldi. Kırkların cem’i Kızılbaş ve Bektaşîlerin esas ibadet törenleri olan cemlerinin prototipi sayılmaktadır.”
Cem’ törenlerine referans olan ve değişik rivayetleri de bulunan bu hâdise, bir efsâne olmaktan ileriye gitmemektedir. Mi’rac’la ilgili Kur’an ayetlerinde ve Peygamberimizin (s. ) hadis-i şeriflerinde mi’rac’ta böyle olayların olmadığı açık ve net bir şekilde ortadadır. Mi’rac hadisesi, Peygamberimiz Medine’ye hicret etmeden Receb ayının yirmiyedinci gecesi, Hz. Muhammed (s. )’in Peygamberliğinin on ikinci yılında Mekke’de iken gerçekleşmiştir.  Oysa Kırklar Meclisi Efsanesi’nde Kırklar’ın toplanma mahalli olarak gösterilen Suffa-i Sâfa, hicretten sonra Medine’de inşa edilmiştir. Kırklar Meclisi’yle ilgili rivayette, Tanrı’nın Hz. Peygamber (s. )’e torunları Hz. Hasan ve Hüseyin’e götürmesi için üzüm verdiği anlatılmaktadır. Oysa Hz. Hasan hicretin üçüncü senesinde (625), Hz. Hüseyin de, hicretin dördüncü senesinde (626)’da Medine’de doğmuşlardır. Ayrıca bütün bunlar olurken henüz Hz. Ali ile Hz. Fatıma evlenmemişlerdi. Sağlam bir rivayete dayanmayan, kulaktan kulağa aktarılarak değişik versiyonlar halinde günümüze intikal eden bu hâdise, Hz. Ali’yi, Hz. Muhammed (s)’den daha üstün gösterme, cem törenlerinde ezilmiş üzüm suyu bir başka deyişle içki içerek sarhoş olma ve cem törenlerine mi’rac’tan referans bulma gayretlerinden başka bir şey değildir.
Alevî ve Bektaşîlerin cem törenlerine prototip saydıkları bu hâdiseye kaynaklık eden sözlü rivayetler, Türk Edebiyatı’nda örnekleriyle sık sık karşılaştığımız m’irac-nâme ve devriyeleri andırmaktadır. Bu yönüyle Kırklar Meclisi ve mi’rac hikayesi, değişik Alevî ve Bektaşî şairlerinin ortak çalışmalarıyla meydana gelmiş anonim bir mi’rac-nâmedir.
Mi’rac, Hz. Peygamber (s. )’in Allah katına yükselmesi manasına gelmekle birlikte, tasavvuf edebiyatımızda, mânevi olarak insanın nefsi merhaleleri kat edip “fenafillah” makamına erişmesi, kendi iç dünyasında Allah’a yükselmesi, Allah’la cem’ olması gibi manalarda da kullanılmıştır. Bu durum insanın mânevi mi’râcıdır. “Mi’rac, mutasavvıflar tarafından insanın kendi mana ve hakikatine yükselmesi manasında tarif edebileceğimiz seyr-ü sülûk şeklinde de anlaşılmıştır. Onyedinci yüzyıl mutasavvıflarından Niyaz’i Mısri’nin:
‘Mâ-verâ-yı ins ü cinni seyr idüp arşa çıkar
Kim ki mi’râc eylediyse cezbe-i tevhid ile ‘
Beyti mi’râcın tasavvufî anlamda kullanılışına örnek olarak verilebilir. Beyitte geçen mi’râc, anlaşılacağı üzere sülûk karşılığında kullanılmaktadır.” Edebiyat tarihimizde, tasavvûfî mi’rac-nâmeler sülûku anlatan eserler mâhiyetinde karşımıza çıkmaktadır.
Bunlardan birisi de Muslihuddin Vahyi’nin Mi’râcü’l Beyan isimli eseridir. Vahyi bu eserinde sûfilerin seyr ü sülûk çıkarırken yaşadıkları hâl ve mertebelerini özlü bir biçimde dile getirmektedir. Vahyi, mi’râc ifadesini sadece Hz. Peygamber (s.)’in mi’racı anlamında değil, genel mânada ve özellikle sûfilerin mânevi yükselişini anlatmak için kullanmıştır.
Tasavvuf edebiyatımızda örneğine sıkca rastladığımız mensur ve manzum mi’racnamelerde sıkca; yükselmek, sarhoş olmak, kendinden geçmek gibi tabirlerle karşılaşırız. Burdaki sarhoş olmak, tasavvufî bir hal olan sekr halidir. Sekr halinde sâlik kalbine gelen vâridin etkisiyle ihsastan sıyrılıp gaybete düşer. Sekr hali, hislerin tamamen kaybolmasıdır. Eğer hisler tamamen kaybolmamışsa, bu sâlik mütesâkirdir.
Muslıhiddin Vahyi de, bir çok mi’rac-nâmede oldugu gibi Mi’racü’l Beyan’ın da aşk şarabı içerek sarhoş olmaktan, mekan dışına çıkmaktan, Allah’la cem olmaktan bahseder: “Ey âşıklar, aşk şarabı satmaktayım, şimdi içmek isteyen beri gelsin. Ben, ‘Rableri onlara tertemiz bir şarap içirmiştir’ ayetinde belirtilen aşk kadehinden içtim. Aklımı, canımı, aşk meyhanesinde sarhoş ettim. Ben hârabat ehline meyhâne, zâhidlere ise yıkık bir mescid oldum. Yetmiş iki millete delil, Hakk’a ulaşmaya aydınlık bir yol oldum. Bir elimde Hz. Peygamber’in tertemiz şeriatının nuru, bir elimde evliyâ sırrının erkânı. İman ehlinin ikrârı, münkirlerin inkârıyım. Elest meclisinin sözleşmesinde,  bensiz-benliksiz, sessiz, sedasız, sır ile evet dedim. Bu dünyada iken melekût âlemine eriştim. Artık kayıtlardan kurtulmuş, mekansız bir şâhinim… Avımı alınca kudret elinden uçtum. İrşâd olup hakikati bildim ve taliplere anlatmaya başladım. Ben irfanı anlamaya kabiliyetli olan taliplere yol göstericiyim. Ey zâhid, sözlerimi şeriata aykırı sanma. Vicdanımın ilminde ihtilaf yoktur. Vücut elbisesini tekrar giydim. Cem’den farka döndüm. Aklı yeniden şeriatın emrine verdim.”
Kanaatimizce Kırklar Meclisi efsanesi de böyle bir mi’râc-nâmedir. Bu mi’rac-nâme çok sayıda Alevî-Bektaşî şairininin ortak çalışmasıyla anonim bir şekilde ortaya çıkmış, âşıkların dilinde söylene söylene zenginleştirilmiş ve çeşitli rivayetlere bürünmüş bir halde günümüze ulaşmıştır. Bu mi’râc-namede anlatılmak istenilenler sembollerle anlatılmaktadır. Aslan, yiğitliğin ve kahramanlığın sembolüdür. Üzüm suyuyla sarhoş olmak; Allah aşkıyla sarhoş olmak, sekr haline geçmektir. Kırkların birinin eli kesilince, hepsinden kan akması birlik ve beraberliktir. Vahdet-i vücut’un değişik bir ifadesidir. Zaman ve mekanı geride bırakmaları; Allah’la cem’ olmaları, insanlar arasında bir insan olmaları ise tefrika hâlidir.
Kırklar Meclisi Mi’rac-namesi’nde anlatıldığı üzere, Hz. Peygamber’in mi’rac’ta perde kaldırılınca Hz. Ali’nin yüzünü görmesi, Şiiliğin bâzı uç kollarının ve Hurûfiliğin Allah’ın insanda tecelli etmesi nazariyesinin, anonim olarak oluşturulan bu mi’rac-nâmeye etkisinden başka bir şey değildir.
Kırklar Meclisi Mi’rac-nâmesinde, Hz. Peygamber’in mi’raca yükselirken yolda Aslan klığında Hz. Ali’yle karşılaşması bilahere Allah katında, perde kaldırılınca Hz. Ali’nin yüzünün görülmesi, Hz. Ali’nin mânevi mi’racına, devriyesine bir başka deyişle kavs-ı urûcuna Hz. Peygamber’in şehadet etmesi şeklinde yorumlanabilir. Mi’rac-nâmeyi yazan şairlere göre Hz. Ali’nin nefsi, tasavvufî merhaleleri kat ederken Hz Peygamber’e yiğitliğin timsâli olan aslan sûretinde göründü. Daha sonra Hz. Ali, tasavufî merhaleleri ard arda çıkarak “fenafillah” makamına ulaştı ve orda Allah’la cem oldu. Allah, Hz. Ali’de tecelli etmişti. Perde kaldırılınca bu yüzden Hz. Peygamber Hz. Ali’yi gördü. Ancak Hz. Ali daha sonra tefrika haline geçerek Allah’dan ayrıldı ve yeniden Kırklar Meclisi’nde Hz. Peygamber’in karşısına çıktı.
Kırklar Meclisi Mi’rac-nâmesi’nde, Hz. Peygamber’in mi’racıyla birlikte Hz. Ali’nin devriyesi, bir başka deyişle kavs-ı ürûcu sembolik bir şekilde anlatılmaktadır.
Rivayetlerin sözlü kültüre dayanması, sözlü rivayetlerin yöreye göre değişiklik göstermesi, hitap edilen kesi-min kültürel seviyesi, gelenek ve görenekler gibi sebeblerle, zaman zaman semboller gerçeklerle karıştırılmış, sembolik anlatımlar gerçek sanılmıştır. Bu sebeble, içki içmek bazen cem törenlerinin ana unsurlarından sayılmıştır. Oysa, tasavvuf edebiyatı böyle sembolik anlatımlarla doludur.
Cem’ törenleri bu günkü şekliyle olmasa bile, hiç şüphesiz ki Bektaşîliğin ilk yıllarında da yapılıyordu. Kurban kesmek, bir araya gelip sohbet etmek Türklerin eski âdetlerindendi. Bu tip törenlere Türk Tarihi içerisinde “yuğ” denildiği bilinmektedir. Bektaşîliğin kuruluşuyla birlikte bu törenler bir tarîkat toplantısı, dervişlerin bir araya geldiği dinî sohbetlerin yapıldığı, zikirlerin çekildiği bir toplantıydı. Balım Sultan’la birlikte şekillenen tarîkat kuralları içerisinde, cem törenleri de vardı.
Cem törenlerinin geneline bakıldığı zaman törenlerin bir tarîkat toplantısından ve zikir âyininden farksız olduğu ortaya çıkacaktır. Cem’ törenlerinin yapıldığı yerlere ise cem evi denilmektedir. Cem’ evleri bir nevi tekke gibidir. Cem evlerinin tarih içerisindeki muadili tekkelerdir. Cem evi tâbiri oldukça yenidir. Cem evleri; kendisine, meydan, mutfak gibi bölümleriyle Hacıbektaş’da ki tekkeyi prototip olarak almaktadır.
Bu çalışmamız esnasında gittiğimiz ve inceleme-lerde bulunduğumuz Yozgat’ın Kababel Köyü’nde; cem’ evi, düğün salonu gibi bir yerdi. Ankara Mamak’ta katıldığımız bir cem töreni esnasında gördüğümüz cem evi ise; mutfak, lavabo, tuvalet ve meydan denilen salondan ibaret üç odalı bir evdi.
Alevî ve Bektaşî vatandaşlarımızın verdiği bilgilere göre, cem’ evlerinin tam şekliyle ilgili yaygın bir uygulama yok. Ancak cem töreni esnasında gerek duyulan ihtiyaçların giderileceği, hizmetlerin yerine getirileceği bir mekan cem’ evi olarak yeterli. Bu önceliklere dikkat edile-rek değişik şekillerde cem evleri yapılmaktadır. İstanbul Gazi Mahallesi’nde yapılan bir cem evi ise, camiyi andırmaktadır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: Content is protected !!