10 Temmuz 1908’de 33 Senelik İktidar Sona Erdi
10 Temmuz 1908’de 33 Senelik İktidar Sona Erdi
Bu azmin Abdülhamid’in doğum günü olan 27 Eylül’de büyük bir inkılaba sebep olacağı Haziran sonlarında İstanbul’daki ecnebi mahafilinde söylenip duruyordu. Fakat o inkılap zan ve tahmin edildiğinden daha evvel kendisini göstermiş ve bir gün zarfında, 10 Temmuz 1908’de 33 senelik Abdülhamid idaresini alt üst etmişti. Çünkü o zalim idare, ne halk kütlesine, ne de sadık bir orduya istinat ediyordu. Bilakis Abdülhamid saltanatı mülevves, seciyesiz, ne oldukları belirsiz casuslara bağlı bulunuyordu. Tehlike anında böyle mütefessih bir kuvvetin işe yaramayacağı tabii idi. Kuvvetini menfaate müstenit taraftarlıklarda arayan ve bulunduğunu zanneden her çürük idare gibi, Abdülhamid idaresi de hürriyet dalgaları arasında derhal boğulup gitmişti.
Fakat daha ilk günlerde yeni işe yanlış başlandığı anlaşılıyordu. Bıçak bıçağa birbirine düşman olan muhtelif unsurların kucaklaşması yanlıştı. Kanun-u Esasi’yi “ihsan buyurduğundan” dolayı Abdülhamid’e teşekkür edilmesi yanlıştı. Halkın sokaklarda “Padişah’ım çok yaşa”, diye bağırması yanlıştı. Yıldız Sarayı önündeki meydana toplanan binlerce halkın Abdülhamid’i otuz üç seneden beri tebaasının iyiliğinden başka bir şey istemediği halde etrafındaki habislerin fena müşavirlik yapmaları yüzünden tebasına hakiki babalık etmeğe muvafak olamamış zannetmeleri yanlıştı, çünkü Abdülhamid, 4 Ağustos 1909 tarihinde İngiliz Sefiri Lowtber’in İngiltere Hariciye Nazırı Edward Grey’e yazdığı bir raporunda bildirdiği gibi, Abdülhamid “asrın en büyük sahne artisti” idi ve Yıldız Sarayı önüne şitap eden halkla ustalıklı bir rol oynuyordu.
Ondan sonra Abdülhamid’in Tahsin Paşalar, İzzet Paşalar, Hafiye Paşalar vesaire gibi avanesinin ortadan kaldırılmasını müteakip otuz üç sene zulümden başka bir şey yapmamış olan Padişah’ın faydalı bir dekorasyon şekli olarak muhafaza edilmesi yanlıştı. Terakki ve İttihat erkanı uzun seneler bin türlü mahrumiyetler, tehlikeler için de Meşrutiyet uğruna çalışırlarken Abdülhamid’in kendilerine yaptığı fenalıkları, nasıl unutabilirlerdi?
Hürriyete susamış binlerce Türk gencinin Abdülhamid’in yüzünden menfada çürümelerini, perişan olmalarının ve ölümlerini nasıl affederlerdi? Abdülhamid’in Meşrutiyet’e sadık kalmasına nasıl ihtimal verebilirlerdi?
Nihayet, Abdülhamid devrinde yetişen devlet adamlarına Meşrutiyet’ten sonra devlet işlerini tevdi etmeleri de yanlıştı. Onların ne zihniyette olduklarını pek acı tecrübelerle görüp öğrenememişler miydi?
Bütün bu yanlışlıklar Meşrutiyet’in ilanına sebebiyet veren hadiselerin pek ani olarak zuhur etmesinden ve gerek Paris’teki harici merkez, gerekse Selanik’teki dahili merkez azasının pek şaşkın bir hale gelmelerinden ileri geliyordu. Yalnız Terakki ve İttihat Cemiyeti değil, Avrupa diplomatları bile şaşırıp kalmışlardı.
Mesela Almanya’da bulunan Alman Sefiri Baron Marşal’ın derhal İstanbul’a gitmesi İmparator Wilhelm tarafından arzu edilmişti. Fakat Berlin Hariciye Nezareti, bunun Almanya tarafından Abdülhamid’e müzaheret etmek istediği şeklinde telakki olunacağı düşünülerek Sefirin geri dönmesinden vazgeçilmişti. Abdülhamid’in şahsiyle en ziyade alakadar olan Almanya vaziyetin ciddiyetini ve ehemmiyetini takdirden o derece acizdi ki Makedonya’daki ihtilalin askere ve zabitlere maaş verilmesi yüzünden çıktığını zannederek derhal Berlin mali mahafili ile müzakereye girişmişti. Alman bankalarından toplanacak para kıyam halinde bulunan zabitlere ve efrada tevzi edilecek olursa kıyamın önü alınacağı, Meşrutiyet’in geri kalacağı ve Abdülhamid nüfuzunun ibla olunacağı tahmin edilmişti. Almanya Devleti tarafından neşrolunan resmi vesikalar içinde o zamanla Hariciye Nazırı Von Schon’ın Başvekil Prens Bülow’a 25 Temmuz’da, yani ilan-ı Meşrutiyet’ten iki gün sonra bu para meselesi için yapılmış tahriri bir teklifi de vardır.
Her halde Almanya, o günlerde her şeyden evvel Abdülhamid’i muhafaza etmek istiyordu. Fakat eski vaziyete rücu hareketinin çok müşkül olduğunu ve o yolu takip etmek için Abdülhamid’in hayatını ve tahtını tehlikeye koymak lazım geldiğini anlayarak bundan bilahare vazgeçmişti. Vazgeçtiği Sefir Vekili olan Kiderlen’in 26 Temmuz’dan itibaren Abdülhamid’e verdiği vaatlere sadık kalmasını ve artık Kanun-u Esasi’ye riayet eylemesini tavsiye etmesinden anlaşılıyordu. Menfaati nerede görürse o tarafa dönmek kaidesine riayet eden Avrupa diplomasisi ve bilhassa Alman diplomasisi, şimdi Türk efkar-ı umumiyesini kazanmağa çalışıyordu. Bu maksatla Alman diplomasisi Türk Kanun-u Esasi’nin Avrupa’daki büyük devletler tarafından tekeffül edilmesi için bir teşebbüs yapılmasını teklif etmek istemişti, bu suretle Almanya’nın Abdülhamid’e dost ve Genç Türklere düşman olduğu hissi ortadan kaldırılmış olacaktı. Daha doğrusu, ilan-ı Meşrutiyet günlerinde Fransa’ya ve İngiltere’ye gösterilen temayülün ve Abdülhamid’in dostu zannedilen Almanya’ya karşı gösterilen hoşnutsuzluğun önüne geçilmiş olacaktı. Fakat böyle bir teşebbüsün münasip olmayacağı düşünülerek bir müddet sonra ondan vazgeçilmişti.
Fakat Avrupa’daki devlet ricalleri arasında Alman devlet adamları endişeden kurtulamıyorlardı. Almanya İmparatoru şimal seyahatini keserek Berlin’e geri dönmüştü. İmparator hakkında neşrolunan siyasi vesikalara bakılacak olursa o Türk inkılabından dolayı memnun görünüyordu. Çünkü bir kere Makedonya hakkında verilen İngiltere-Rusya kararları artık hükümden sakıt olmuştu. İnkılabı müteakip Almanya aleyhine hasıl olan cereyan gelince, İmparator Vilhelm buna da ehemmiyet vermiyordu. Vaziyet hakkında İstanbul’dan gelip siyasi raporlardan birine yazdığı derkenarda diyordu ki:
“Bu geçici vaziyete o kadar ehemmiyet vermeğe lüzum yoktur. Türk inkılabı son seneler zarfında Paris’te ve Londra’da yaşamış olan Genç Türkler tarafından değil, ekseriyetle Almanya’da tahsil görmüş olan Türk zabitleri tarafından vücude getirilmiştir.”