27 Mayıs’dan 12 Eylül’e

12 Eylül 1980 İhtilaline Doğru

12 EYLÜL 1980 İHTİLALİ’NE DOĞRU

Dünyada bloklar arası nükleer denge sebebiyle genel bir savaşa yol açmadan Türkiye’yi denetimlerine almak arzularını ve tertiplerini bu yoldan gerçekleştirmek ilgili güçlerce en verimli bir yöntem olarak seçilmiştir. Türkiye’nin 1960’lı 1970’li yıllarda içine sürüklendiği ağır güvenlik bunalımının ve anarşinin bir iç politika sorunu olarak görülmesi Türkiye’yi büyük hataya sürüklemiştir. Çeteler sokaklarda; “Bağımsız Ermenistan, Bağımsız Kürdistan, Faşist ordu çık Kıbrıs’tan” diye bağırırken ve gene meydanlarda ve caddelerde, “Rus subayına selam dur, Türk subayını arkadan vur” diye naralar yükselirken Başbakan Süleyman Demirel, “Sokaklar yürümekle aşınmaz” diyebiliyordu. Dış güçlerin Türkiye çevresinde yarattıkları esaret ve ölüm çemberinin hala farkına varılmamıştır. Bu noktada gaflet ihanetle eşdeğerdir.

1980 İhtilali’nden sonra 2. Ordu Komutanı Bedrettin Demirel’in ihtilalin olgunlaşması için bir yıl beklediklerine dair beyanı ne hazin bir durumdur. Hele hele dış ülke yetkililerinin beyanları daha da korkunçtur: “70’li ve onu takip eden yıllarda Türkiye’de ki sağ sol kavgasında sağın da arkasında biz vardık solun da.

Bu beyanların gerçeklik derecesini ortaya koyan bir olayı açıklamak istiyorum. 70’li yıllarda sağ çizgide Akhisar’da Ülkü Ocakları vardı. Sol çizgide de Dev-Lis (Kurtuluş’a bağlı bir kuruluş) vardı. Tabi bunlar Türkiye genelinde de mevcuttu. Bir gün Akhisar Ülkü Ocakları Başkanı Alpaslan Eynur’u Dev-Lis Başkanı’na gönderdim:

Ahmet Er Ağabey her iki kuruluşu da köye davet ediyor, bir kır yemeği verecek. Bu arada her iki kuruluş birbirleriyle görüşüp anlaşsınlar istiyor.

Dev-Lis, İzmir Kurtuluş Şubesi’ne (Dev-Gör) telefonla soruyor, “Gitmeyin” diye emir alıyorlar. Bunun üzerine Ülkü Ocakları şu teklifte bulunuyor:

— Dev-Lis’i ziyaret edelim, Dev-Lis ve Ülkü Ocakları bir salonda buluşup, görüşelim. Eller silah değil, kalem tutmalı.

Bunlar ve bunlara benzer diğer tekliflerin hepsi reddedildi. Kurtuluş, Dev-Lis’in Ülkü Ocakları ile görüşmesini konuşmasını istemiyordu. Tabii Kurtuluş’u ve diğer Marksist solu idare edenler ve arkasındaki güçler bunu böyle istiyordu.

1990’lı yıllarda Türk Cumhuriyetleri’ni ziyaret etmiştim. Bakü’de Elçibey bana şöyle bir şey anlattı:

— Sovyetler’in Türkiye’de çekindikleri bir şahıs var: Muzaffer Özdağ. Sohbetleriyle gençliği bir araya getirebilen bir insan. İhtilafları gideren birliği sağlayan insan. Konuşmaları etkili, gençlik arasında saygınlığı olan insan.

Evet Özdağ anlatılandan da daha üstün meziyetlere sahip bir insandı. Fakat Türkiye’de birlik beraberlik istenmiyordu.

Nihayet Türk Silahlı Kuvvetleri devlete ve millete hayatiyet veren Türk Milliyetçiliği’ni hasım çizgide görerek en büyük hatayı işlemiştir. 12 Eylül 1980 İhtilali’ni gerçekleştiren generaller neyi, kimden korumak istiyorlardı? M.H.P. suçlu sandalyesine oturtulmuştu. Parti mensupları özellikle gençlik işkencelere tabi tutulmuştu. Basiretsiz iktidar sahiplerine Gelibolu Hamzababa Koyu’nda balık ziyafeti verilirken Ülkücü gençler zindanlarda ve işkence odalarında inim inim inliyorlardı. Bu tahammülü güç bir olaydı. Fakat her büyük dava sahiplerinin müşterek kaderleri çile çekmek değil miydi?

80 İhtilali’nde tutuklanan bizler kademeli olarak salıverildik ve nihayet hepimiz beraat ettik. Tutukevinden en son çıkan Alparslan Türkeş olmuştu. Tutukevinde bulunduğu sıralarda Mehmet Pamak’a Muhafazakar Parti’yi (7 Temmuz 1983) kurdurmuştu. 1985 yılında tutukevinden çıkınca beraberce Konya’ya gitmiştik. Aynı evde yan yana iki oda da kalıyorduk. Geceleyin kalktım. Abdest aldım. Türkeş’in kapısını çaldım. Yatakta doğrulmuştu. “Albayım abdestliyim” dedim. “Geçmişte aramızda geçen üzücü hadiseleri unutup toprağa gömelim.” dedi. Ben devam ettim:

— Bu yeni bir başlangıçtır. Bu niyetle bu ruhla size elimi uzatıyorum.
“Ben de uzatıyorum” dedi, el sıkıştık. Devam ettim:

— Yolun başlangıcında ilk teklifimi sunuyorum.
“Buyrun dinliyorum” dedi, devam ettim:

— Zatı aliniz yaşlandınız, biz de yaşta sizi takip ediyoruz. Gelin şu dünyadan göçmeden bu büyük davayı ehline teslim edelim. Gözümüz arkada gitmesin.
Mesela kimlere?” diye sordu; cevap verdim:

— Nevzat Köseoğlu, Nuri Gürgür, Acar Okan, Namık Kemal Zeybek, Muhsin Yazıcıoğlu, Hasan Çağlayan, Ayvaz Gökdemir bunlar ilk hatırlayabildiklerim. Müsaadenizle daha da araştıralım, inceleyelim.
Türkeş bu teklifime sıcak yaklaşmadı. Ankara’ya döndüğümüz zaman meseleyi Acar Okan’a açtım, “Bu büyük davayı teslim alın” dedim. Acar Okan’da bu teklife sıcak bakmadı, “Fitneye boğuluruz” dedi.

Eğer Acar Okan ve arkadaşları kabullenseydi Türkeş’e yaptığım teklif üzerinde ısrar edecektim. Bu işin manevi mimarı ve takipçisi Ahmet Kayhan Efendi Babamız da bizzat Türkeş’in yüzüne şöyle demiş:

— Sen bu davayı bırak, evine çekil, hatıralarını yaz. Davayı ehline teslim et!..
Hanımının da aynı görüşü paylaştığını bana ifade etmiş. Türkeş, Ahmet Kayhan Efendi Hz. Babamız’a şöyle cevap vermiş:

— Efendim, ben de bırakmak istiyorum ama halk beni bırakmıyor.

Bunun üzerine Ahmet Kayhan Efendi Hz. Babamız şöyle demiş:

— Hayır Efendi, ters söyledin. Halk seni bırakıyor da sen halkı bırakmıyorsun.
Ben ileride Ülkücülük ile hiç alakaları olmadığı halde bazı kişi ve grupların M.H.P.’ye hakim olacakları hususunda kuşkular taşıyordum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: Content is protected !!