13 Kasım 1960 Olayı
13 KASIM 1960 OLAYI
13 Kasım 1960 gecesi kapı çaldı. Kapıyı açtım. Kapı önünde birkaç polis vardı. Bana bir mektup uzattılar. Mektubu aldım, okudum. Mektup Cumhurbaşkanı Gürsel’den geliyordu:
— M.B.K.’ ni feshettim. Şahsi emniyetiniz ve milli menfaatiniz bakımından evlerinizden çıkmamanızı rica ederim.
Yani evlerde tutuklanmıştık. Bu mektup bunu içeriyordu. Birkaç arkadaşımı telefonla aradım. Telefonlar kesikti, görüşemedim. Bu arada ev de kuşatılmıştı. O gün 13 Kasım günü bazı arkadaşları eve davet etmiştim. Sanıyorum 15 kişi kadar vardık. Bunlar jandarma subaylarıydı. Ve fikir birliği içinde olduğumuz arkadaşlardı. Bir ara yüzbaşı Tahir Alkan evin etrafında bir ayak sesi duyduğunu söylemişti. Hiçbirimiz aldırış etmedik. Oysa akşamdan bu operasyon düşünülmüş ve tertibat alınmaya başlanmış. Mektup benim elime gece yarısı geçmişti. Yapılacak bir şey yoktu, dışarıya çıkmamız yasaklanmıştı. Sabaha karşı Kur. Bnb. Mahmut Boğuşlu -Kendisini hürmetle anıyorum. Kendisi ile orduevinde beraber kalıyorduk. Çok faziletli, üstün meziyetlere sahip bir insandı- geldi ve son derece ciddi bir selamdan sonra ağlamaklı bir şekilde konuştu:
— Komutanım, emrinizi almaya geldim.
Oysa o binbaşı ben ise yüzbaşı idim. Çok hislendim. Sarıldık, öpüştük.
— Mahmut’cuğum baskın basanın derler. Şu anda elimiz kolumuz bağlı yapılacak bir şey yok. Siz tedbiri elden bırakmayın. Orduda kalın ve yükselmeye çalışın, dedim.
Birbirimizle kucaklaşarak ayrıldık. Daha sonra Yzb. Tahir Alkan, Yzb. Mehmet Rıfkı Erdoğdu geldiler.
Her ikiside faziletli, üstün meziyete sahip subaylardı, kardeşlerimdi. “Haydi acele et. Karşı darbe için hazırız. Kendilerine rica ettim. Önce bizim Jandarma Muhafız Taburu’nu bir kontrol edin, durum nedir?” dediler…
Bu birlik ve subayları bize bağlı idi. Gittiler ve döndüler. Bize bağlı jandarma subayları enterne edilmişler onların yerine jandarma taburuna havacı ve denizci subaylar getirilmiş. Bizi tanımayan bizim de kendilerini tanımadığımız subaylar. Karacı subay kullanmamaya dikkat ettikleri anlaşılıyor. Çünkü Kara Kuvvetleri’nde çok fazla sempatizanımız vardı. Kendilerine orduda kalmalarını tedbiri elden bırakmamalarını tavsiye ettim. Kucaklaşarak birbirimizden ayrıldık. Evde tutuklu durumdaydık. Sabah oldu, gün ağardı. Kur. Yzb. Mehmet Kral eve geldi. Kendisi İslami eğitim görmüş, imanlı, faziletli bir subaydı. “Ahmet’ciğim” dedi ve devam etti:
— Üzerinizdeki silahları almak görevi bana verildi.
Gayet nazik davrandı. Kendisi ile eskiden tanışıyorduk. Bizde de şu silahlar vardı. Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın, Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nın, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın, Jandarma Genel Komutanlığı’nın hediye ettikleri tabancalar, Harp Okulu’ndan mezun olurken verilen tabanca, yurtdışından da Fransız Cumhurbaşkanı De Goul’un hediye ettiği tabanca. Böylece tabanca sayısı altıya ulaşıyordu. Bunların hepsini Yzb. Mehmet Kral’a teslim ettim. Ayrılırken geçmiş olsun dileklerini tekrar etti ve gayet üzgün olarak ayrıldı, gitti. (Vesika: 4)
Aradan bir saat kadar bir zaman geçti. Bu sefer M.B.K. Üyeleri’nden Mehmet Özgüneş eve geldi. Geçmiş olsun dileklerini bildirdikten sonra konuştu:
— Yurtdışı göreve atanacaksınız sizi 14 kişi olarak ayırmışlar. Devlet Müşavirliği görevi verecekler. Bunun için üç ülkenin ismini vermenizi istiyorlar.
— O da ne olacak? Dedim, cevap verdi:
— Bu vereceğiniz üç ülkeden birine tayin olacaksınız. Öyle düşünüyorlar.
Devam etti:
— Ben yurtdışına gitmek istemiyorum. Türkiye’de kalmak istiyorum. Hakkari’nin bir köyünde köy öğretmenliğine talibim. Özgüneş, keşke şu güzel Anadolu’yu bu kadar çok gezmeseydim, görmeseydim. Ben vatanımdan köyümden ayrılamam.
Özgüneş çok hislendi; “Bu söylediklerini M.B.K.’ne teklif olarak götüreceğim. Kabul ederler mi, bilemem” dedi.
Mehmet Özgüneş kıymetli bir dava arkadaşımızdı. O da aynı bizim gibi düşünüyordu. Alpaslan Türkeş’in evine giderek, “Albayım ben bu durumda M.B.K. çalışmalarını sürdüremem. Ben de istifa edeceğim” diyor.
Türkeş cevap veriyor:
— Sakın ha Özgüneş istifa etme yerinde kal.
Bu bilgileri hem Özgüneş’ten hem Türkeş’ten dinledim. Nihayet Özgüneş iki gün sonra eve tekrar geldi. Üzüntülüydü:
— M.B.K. Türkiye’de kalmama müsaade etmiyor. 14’ler olarak hepiniz mutlaka yurt dışına gideceksiniz. O taktirde dünyada üç ülke ismi vereceksiniz.
Özgüneş’e cevap verdim:
— Madem ki Türkiye’den ayrılacağız ben üç ülke ismi vermiyorum. Oğlum Bahadır’da kalça çıkığı vardır. Tedavisi burada başladı, devam ediyordu. Çocuğumun tedavisine imkan veren bir ülke olsun…
Böylece birbirimizden ayrıldık. Daha sonra Libya Büyükelçiliği’ne tayin edildiğimi gazetelerden öğrendim. Evlerimizde tutukluyduk. Bir gece yarısı kapım çalındı. Kapıyı açtım. İçeriye sorgu sual etmeden sarhoş bir piyade binbaşı ile iki üç polis girdi. “Nedir bu hal” diye sordum…
Cevap verdiler:
— Binbaşı seni almaya geldik. Madanoğlu seni istiyor.
Sarhoştu, ayakta zor duruyordu;“Haydi yürü” dedi.
Biraz beklemelerini istedim:
— Müsaade edin elbisemi giyeyim, bir abdest alayım.
Aynı üslupla devam etti:
— Hayır seni pijamalı götüreceğiz.
Bunun üzerine sordum:
— Binbaşım siz nereden mezunsunuz?
Cevap verdi:
— Harbiye-i Şahane’den..
Cevap verdim:
— Benim bildiğim Harbiye-i Şahane tarihinde sizin gibi bir subayı asla mezun etmemiştir.
Sonra abdest aldım ve elbiselerimi giydim. Eşim ve çocuklarımla helalleştik, evden ayrıldım.
Binbaşı, polisler ve ben bir askeri araca bindik. Araba Ankara dışına çıktı. Bolu’ya doğru gidiyorduk. Yol üzerinde sık sık askerler ve tanklar görünüyordu. Sonradan öğrendik ki karşı bir darbe yapacağımızı hesaba katarak Bolu Tugayı’nı güvenlik için görevlendirmişler. Nihayet araba anayolu terk ederek bir araziye girdi. Orası kumsaldı ve durduk, cipten indik. Bu kumsalda silahlı askerler vardı. Araçların farları yanıyor, ışıklar birbirine karışıyordu. Sonradan öğrendiğimize göre bizi orada kurşuna dizip, cesetlerimizi Erzurum, Palandöken’in eteklerine gömeceklermiş. Fakat sonradan vazgeçmişler. Bu vazgeçmelerinin sebebi merhametlerinden değil, korkularındandır. Nihayet tekrar askeri araçlara bindik. Mürted Hava Üssü’ne geldik. Bir baktım Türkeş’te oradaydı. Demek ki 14’lerden Ankara’da olanları evlerinden alıp oraya getirmişlerdi. Bir havacı binbaşı bir odanın kapısını açtı. Türkeş’e gayet sert bir şekilde hitap etti:
— Gir içeri!..
Ve üzerine kapıyı kapattı.
Bana döndü, bitişik odanın kapısını açarak aynı tavırla konuştu:
— Siz de girin içeriye!…
Ben içeriye girerken binbaşıya döndüm. Abdest alabilecek kadar su rica ettim. Sert bir şekilde cevap verdi:
— Su yok!…
Ve üzerime kapıyı kapattı.
Ortalıkta ses seda yoktu. Türkeş’le biz ikimiz yan yana iki odada tutuklanmıştık. Aradan takriben bir saat kadar geçti. Kapı usul usul çalınıyordu. Yavaşça açtım. Yağız çehreli bir er:
— Komutanım size abdest için su getirdim. Ben su kabını müsait bir zamanda gelir, alırım. Buyurun sabununuzu da getirdim.
Bu yiğit delikanlıyı orada görmemiştim. O asker benim binbaşıdan su istediğimi nereden duydu. Bunu şimdiye kadar çözmüş değilim. O asker bana boy abdesti alacak kadar su getirmişti. Sabahleyin aynaya baktım. Saçlarım, sakallarım bir gecede ağarmış. Sanki aynada kendimi tanıyamadım.
Sabah olmuştu. Alpaslan Türkeş duvara vuruyordu. Pencereden başımı dışarıya doğru uzattım. O da pencereden başını uzatmıştı:
— Ahmet ne oluyor?
Cevap verdim:
— Albayım, bilmiyorum… Hepimizi yurt dışına göndereceklermiş dört yıl müddetçe Türkiye’ye dönmeyecekmişiz.
“Eyvah” dedi ve devam etti:
— Çok uzun bir zaman.
Pencereden birbirimizle biraz daha konuştuk. Duvar vurulduğunda pencereye çık manası taşıyacaktı. Ertesi gün öğrendik ki, biz yurt dışında iki yıl kalacakmışız. Duvara vurdum, Türkeş pencereye çıktı:
— Albayım, yurt dışında iki yıl kalacakmışız.
Buna çok sevindi. İhtiyaç duydukça birbirimizle pencereden konuşuyorduk. Bir gün havacı bir albay aşağıdan konuştuğumuzu gördü. Derhal bir er göndererek pencereleri çiviletti. Pencereler açılmaz hale geldi. Türkeş’le o günden itibaren konuşamadık. Ancak yurt dışına giderken Mürted Havaalanı’nda görüşebildik. O Hindistan’a ben de Libya’ya gidiyordum…