Abdülhamid’e Suikast Teşebbüsü
Abdülhamid’e Suikast Teşebbüsü ve Göle Atılan Bombalar
Bu aralık o İsviçre’li doktorla konuşurken onlara bomba tedarikini halletmesi hepsini çok sevindirmişti. Filhakika aradan bir iki hafta geçtikten sonra doktor küçük bir çanta içerisinde onlara müteaddit dinamitli bombalar getirmişti. Bu müthiş aletlerin teslim ve tesellümü esnasında korku ile cesaret ve sevinç ile tereddüt arasında çalkalanan genç hisleri uzun uzadıya tarife hacet var mı?
Bombalar bazı Genç Türklerin ikamet ettikleri Madam Escoffier’nin pansiyonunda bir dolaba kilitlenerek saklanmıştı. Şimdi onları artık İstanbul’a götürmek ve Abdülhamid’in beyninde patlamak lazım geliyordu. Fakat kavil ile fiil arasında pek büyük bir fark, pek uzak bir mesafe olduğu yavaş yavaş anlaşılmıştı. İkisini birbirinden ayıran o mesafeyi katedebilmek için uzun uzadıya hazırlıklar yapmak lazımdı. Bombalar hudutlardan geçirilecek, Türkiye hudutlarındaki sıkı kontrole gösterilmeden İstanbul’a sokulacak ve bu zorluklar atlatıldıktan sonra daha birçok esaslı tertibat alınması lazım gelecekti.
Abdülhamid’i havaya uçurmaya karar veren Akil Muhtar, Mithad Şükrü ve Nuri Ahmet Beyler günlerce bu mühim ve tehlikeli işin teferruatını düşünmüşler, taşınmışlardı. Fakat aradan haftalar, aylar geçtiği halde maksatlarını mevki-i icraya koymaya fırsat bulamıyorlardı. Bu esnada pansiyon odasında gençlerin nazar-ında daha korkunç hisler uyandırıyordu. Herkesin sulh ve sükuneti içinde yaşadığı ve gündelik işi gücü ile meşgul olduğu bir pansiyonda, bütün binayı içindekiler ve etrafındakilerle beraber berhava etmeğe yetişecek kadar fazla olan bombaların orada ne işi vardı? Elbise dolabını karıştırırken yapılacak yanlış bir hareket bomba çantasının üzerine düşürülecek ağır bir şey derhal bombaları iştial ettirebilirdi. Maazallah böyle bir kaza çıkacak olursa, Cenevre’de bulunan bütün Genç Türklerin pılıyı pırtıyı toplayarak İsviçre’den çıkmalarından başka bir çare kalmayacaktı.
Her gün pansiyondaki yatak odalarına girip çıkan suikastçi (!) arkadaşların asabiyeti bu düşüncelerin tesiri altında o kadar artmıştı ki bombaların dolaba yerleştirildiği tarihten itibaren geçen üç dört aydan sonra onlar artık odalarına giremeyecek bir hale gelmişlerdi. Bu hal böyle devam edip gidemezdi. Onun için üç arkadaş birlikte toplanarak bombalar hakkında bir karar vermeye mecbur olmuşlardı. Bu karar mucibince bombaları Leman Gölün’e atacaklardı.
Binaenaleyh üç arkadaş bir gün o bomba çantasını almışlar, Leman Gölü kenarına kadar gelmişler ve orada bir sandal tutarak içine binmişlerdi. Arkadaşlardan biri kürek çekiyor ve diğerleri ise bomba çantasını açmağa hazırlanıyordu. Sandal sahilden epeyce uzaklaştıktan sonra bombaların “kar’rı deryaya tenziline” başlanmıştı. Göle atılan bombalar arasında birkaç yüz metre mesafe bırakılmasına dikkat ediliyordu. Çünkü birbiri üstüne düşerek patlamasından, göl sularının havalara kadar yükselmesinden (!) ve nazar-ı dikkati celp etmesinden korkuluyordu. Nihayet üç arkadaş bu tehlikeli işi hal ve tesviye ettikten sonra sahile avdetle sandalı terkederek müsterihane karaya ayak basmışlar ve aylardan beri devam eden azaptan kurtulduklarından dolayı geniş geniş nefes almışlardı.
Fakat bombalar göle atılırken Abdülhamid’i berhava etmek, memleketi O’nun zulüm ve istipdadından kurtarmak, Türklere hürriyetini verdirmeğe muvaffak olmak ümitleri de müvakkat bir zaman için suya düşmüş oluyordu. Bu müvakkat zaman ne kadar devam edecekti? Abdülhamid daha ne kadar yaşayacaktı? Orasını Allah bilirdi. Hadiseleri ve tesadüfleri evvelinden keşfetmek mümkün olabilseydi dünyanın şekli büsbütün değişirdi. O bombaların suya atıldığı tarihten on sekiz, yirmi sene geçtikten sonra bir gün ne vaziyette kalacağı Akil Muhtar Bey’e o zaman söylenmiş olsa idi, hiç inanır mıydı?
Evet, aradan yirmi sene kadar geçmişti. O müddet zarfında Meşrutiyet ilan edilmiş Abdülhamid tahtından indirilmiş, memleket hürriyetine nail olmakla beraber başından bin türlü felaketler geçmiş dahili ihtilaller, Trablus ve Balkan Muharebeleri memleketi kökünden sarsmıştı. Artık umumi harbin dehşet verici safhaları arasında kıvranıp duruyordu. Bu esnada Hakan-ı mahlu mevkuf bulundğu Beylerbeği Sarayı’nda ölüm döşeğinde yatıyordu. Tutulduğu hastalıktan kurtulmasına imkan yoktu. Aradan geçen o onsekiz, yirmi sene zarfında çoktan beri Avrupa’da tahsilini ikmal ile memleketine avdet eden ve sayılı hekimlerimiz sırasına geçen Profösör Doktor Akil Muhtar Bey de ölüm saatlerini yaşayan Abdülhamid’in baş ucunda bulunuyordu. Yirmi iki yaşında genç bir tıp talebesi iken onu öldürmek için en dehşetli bombaları bile az gören Akil Muhtar Bey, çökmek üzere olan Padişah’ın son saatlerinde duyduğu ıstırapları hafifletmek için şimdi bir hap reçetesi yazıyordu.
Abdülhamid, haplar eczahaneden getirilinceye kadar gitmeyip beklemesini Akil Muhtar Bey’den rica etmişti. Biraz sonra hap kutusu gelmişti. Abdülhamid onu eline almış ve Akil Muhtar Bey’e doğru uzatarak:
-Lütfen bir kere bakar mısınız? Yazdığınız haplar bunlar mıdır? Diye sormuştu. Ölümünün pek yakın olduğunu bilmeyen ve bir zamanlar bütün memleketi titreten müthiş bir zalim iken şimdi biçare bir insandan başka bir şey olmayan sabık Padişah, kırk seneden beri iliklerine kadar işlemiş olan evham ve korkunun hala tesiri altında bulunuyor ve o hapların kendisini öldürmeğe mahsus birer zehir olduğunu zannediyordu. Doktor Akil Muhtar Bey hap kutusunu kendisine uzatırken Abdülhamid’in ne demek istediğini derhal anlamış ve kutunun içinden çıkardığı güllaçlardan birisini onun gözü önünde yutmaktan çekinmemişti. Tek bir güllacı yutmaktan ne çıkardı?
Abdülhamid ancak Akil Muhtar Bey’in o güllaçlardan birisini almaktan çekinmediğini gördükten sonra kendisi de bir tane yutmağa razı olmuştu. Esasen Akil Muhtar Bey gittikten sonar bir iki saat daha yaşayabilmiş ve ondan sonra ebediyyen gözlerini kapamıştı.