Ademoğlunun Altın Beşiği : Tabiat
Ademoğlunun Altın Beşiği : Tabiat
Gökyüzünün, dünyanın her yerinde aynı göründüğünü zannetmenin, nasıl bir yanılgı olduğunu, bu şehirde anlayacaktım. Türkistan’da, gündüzleri geniş ufukların arkasında kaybolan gökyüzü, geceleri ayrı bir büyüleyicilikle durur üstümüzde. Bilimsel olarak nasıl izah edilir bilmem ama dünyanın bu yerinde, sanki gökte daha fazla sayıda yıldız vardır ve parlaklıkları, başka yerlerden daha güçlüdür.
Bu intibaımı, başkalarına da sorarak kontrol ediyorum: Evet, herkes aynı kanaatte: Burada gökyüzü bir başka görünüyor. Mayıs ayının gelmesiyle birlikte, bulutların kaybolduğu geceler, ayrı bir ilham kaynağı sanki. Hele yaz geceleri, doyulmaz vakitler sunar kendisini bekleyenlere. Gündüzün kavurucu sıcağından sonra serinleyen bozkır, birbirine karışan ateş böceği ve çekirge seslerinin arasında sabaha kadar sürecek bir gösteriye hazırlanıyordur artık. Gökyüzünde, her yana pırlantalar serpilmişçesine parlayıp duran yıldızlar, bütün bozkırı kristal bir avizenin altında saklar. Bu eşsiz görüntüleri seyrettikçe, belki de tarihte astronomi biliminin Orta Asya’da bu denli gelişmesinin sebebi, gökyüzünün bu derece cezbedici olmasındandır diye düşünmeden yapamıyorum. Veya beyaz gecelerin yazarı Dostoyevski, eğer Türkistan gecelerini görmüş olsaydı, “Beyaz Geceler”in yanında bir de, “pırlanta geceler” romanı yazmaz mıydı acaba?
Çoban yıldızı, kutup yıldızı, kervan kıran… Yıllar önce öğrendiğimiz yıldız adlarını ve onların yerini tekrar keşfe çıkıyoruz ve bazılarının Kazakça adlarını öğrenerek: Şolpan, demirkazık, eşekkıran demin saydığımız yıldızların Kazakça isimleri. Gökyüzünün en parlak , her zaman sabit bir şekilde yerinde duran yıldızına demirkazık yıldızı demişler. Demir bir kazık gibi, gökteki yerini değiştirmediğinden. Ama her yıldız onun kadar duruşunda kararlı değil onun tabiatını tam bilemezseniz kervanınız gidebilir; bu yüzden Jüpiter’e, Anadolu’da kervan kıran, Kazakistan’da eşek kıran yıldızı demişler. İsim de biraz farklılık olsa da hikayeleri ortak: Kervan kıran yıldızı, tan atmadan bir müddet önce görünüp kaybolması özelliğiyle bilinir. Bu yüzden, eski devirlerde kervancılar veya sabaha vakitlice hazırlanmak isteyenler, bu yıldızı takip ederlermiş. Gidecek yolları uzun olan kervancılar, geceleri, bir nöbetçi bırakarak bu yıldızın doğmasını bekler ve onu görünce kalkıp yol hazırlığına başlarlarmış. Şafak sökünce de yola revan olurlar. Yine bir kervan gece, nöbetçisini bırakarak istirahata çekilmiş. Kervancı başı, nöbetçiyi sıkıca tembih etmiş: “ yıldız doğunca, bizleri uyandır!” Talihsiz nöbetçi, kendisi de uyuya kalmış. Uyandığında bir de ne görsün, pırıl pırıl yıldız karşısında durmuyor mu? Hemen kervancıları uyandırmış, hazırlıklarını yapıp yola koyulmuşlar. Fakat bir türlü sabah olmak bilmiyormuş. Ağır yüklerin altında terleyen hayvanlar, gecenin soğuğunda birer birer ölmeye başlamışlar. Meğer nöbetçi, uyuya kalmanın telaşı içinde, zühre yıldızını, kervan kıran zannetmiş. İkisi de gökyüzünde, birbirlerine çok yakın yerlerde duran bu yıldızları karıştırmış. Efsane der ki, işte bu yüzden yıldızın adı kervan kıran veya Kazakçasıyla, eşek kıran yıldızı kalmış. Anadolu’da türkülere konu olmuş. Hatırlar mısınız Aşık Veyselin sesinden: “Evler yıkan, beller büken,/ kervan kıran/ Doğmayaydın sarı yıldız, mavi yıldız, yıldız yıldız hey” türküsünü. İşte o yıldız, kervan kıran yıldız.
Yıldızların idarecisiymiş de denetime çıkmış gibi , her gece gökyüzünü, bir baştan öbür başa dolaşan ay da, ayrı bir güzelliğe sahiptir bu diyarda. Hele ayın on dördü olduğunda iyice irileşip sanki, bu yeni boyutlarına güvenirmişçesine daha güneş kaybolmadan, onunla gökyüzünde hakimiyet iddiasına girmişçesine erkenden doğuşu, her seferinde ayrı bir heyecan verir insana.
Bu coğrafyada, ay ve yıldızın hareketlerinden hesaplanan bir takvim hakkında da bilgi sahibi olacaktık. Devletimizin bayrağı ve bütün Türk dünyasını temsil edecek kadar yaygın kabul gören ay–yıldız şeklinin, kültürümüz içinde bir takvim hesabında karşıma çıkması doğrusu beni çok heyecanlandırmıştı. Evet Türk Bayrağının güzel amblemi ay yıldız, yalnızca Türkiye için değil, Azerbaycan, Özbekistan, Türkmenistan gibi devletlerin ya bayrak veya devlet armalarında yer alır. Devlet organlarının ambleminde yer almadan öte, bütün Türk dünyasında kadınlarımızın takılarında, kabirlerin mezar taşlarında “burada yatan Türk ve Müslüman” dercesine yerini alır. Ay ve yıldız, bu muhteşem ikiliden bir de takvim hesabı yapıldığı, benim için şaşırtıcıydı. Güneş takvimi ve ay takvimlerini biliyor ve kullanıyorduk fakat ay–yıldız takvimi benim için tamamen yeni bir şeydi. Kazak yaşlılarının hâlâ kullanabildikleri bu hesaplama, ay ile ülker yıldızının karşılaştıkları vakitlerden çıkarak hesaplanıyordu. Takvim hakkında bir şeyler öğrendikçe heyecanım daha da artıyordu.
Ay ve ülker yıldızının her karşılaşmaları, bir aya tekabül ediyordu ve ay–yıldız ayları 27–32 günlük değişen sürelerden oluşuyordu. Ay–yıldız takviminde bu süreye “tokıs” yani “dokuz” diyorlardı. Bu dönemlerin adı da, ayın kaçıncı gününde ülkerle karşılaştığına göre isimlendiriliyordu. Mesela; gökyüzünde ay 5 günlük iken ülkerle karşılaşırsa o ayın adı “bestokız” (beşdokuz), 13 günlükken karşılaşırsa “onuştokız ayı” yirmi beş günlükken karşılaşırsa “jirmi bes dokız ayı” olarak isimlendiriliyor.Ülker yıldızının görünmediği yazın 40 günlük süre ile de bir hesap geliştiren göçmen Kazak ve belki de göçerlik dönemindeki bütün Türk halkları, bugün kullandığımız güneş takvimi ile uyumlu bir takvim geliştirmiş. Ay takviminin Araplardan, güneş takviminin batıda çıktığını biliyoruz. Ay–Yıldız takvimi ise Türk takvimi olmalı.
Yılın aylarını, 12 aya bölüp adına dokuz diyen göçer halk, mevsimleri de “doksan” olarak isimlendirmiş. “jaz toksan, jel toksan, kıs toksan, kıs toksan ve jıl toksan”. “Jaz toksan”, yaz; “jel toksan” sonbahar, “kıs toksan” kış ve “jıl toksan” ilk baharı karşılamış. İşte doksan günlük mevsim isimlendirmeleri, benim de çocukluğuma dair hatıralarımı canlandırıyor: Çocukluğumu geçirdiğim köy hayatı içinde, biz de kışın kar ve soğuklarından bunalır ve bir an önce baharın gelmesini beklerdik. Babam güneş takviminin kış hesabına pek itibar etmez ve evimizin duvarında asılı yapraklı Maarif Takvimi’nden her yaprağın altında küçük harflerle yazılı “Kasım” ayına baktırırdı. Bu Kasım ayı, güneş takvimindeki Kasım ayından farklıydı ve yüz seksen gün sürerdi ve ilk doksan kıştı. Doksan günlük Kasım bittiğinde ise bahar gelirdi. Çocukluğuma ait bu hatıralarım aklıma geliyor ve Babamın doksan günlük Kasım doksanları ile Kazak toksanlarının bir ilişkisi var mı acaba, diye düşünmeden edemiyorum.
Bu coğrafyada güneş, her yaz sabahı, yeniden ilan eder iktidarını. Ve her iktidar sahibi gibi biraz da bunaltarak. Hele o Temmuz ayının girmesiyle birlikte başlayan ve kırk gün sürecek olan “şilde” günleri. İşte o zaman efsaneleşir onun gücü: Kimine göre gölgede 45 derecedir sıcaklık, kimine göre açıkta 55. Güneşin sıcaklığıyla bunalan zihinler, rivayetleri de çoğaldıkça çoğaltırlar.“Falanca yerde bugün, güneşin sıcaklığıyla yumurta pişirmişler”. Bu günlerin tek efsanesi ve ortak konusu güneştir artık.
Bu efsanelere, önüne gelen her şeyi tokatlarcasına sert esen rüzgarları ve kışın kavuran soğukları da ilave etmeli.
Türkistanlıya sormuşlar, Türkistan’da, yılda kaç kere rüzgar eser? “İki” demiş. “Nasıl olur” demişler. Nasıl olacak: altı ay, doğudan batıya; altı ay da batıdan doğuya doğru esen iki rüzgar. Bu derece olmasa da halk arasında anlatılan bu fıkra, bir gerçeği de dile getirir: Bu bölge de rüzgar pek eksik olmaz. Ama o rüz-garlar, bozkırın tozunu, kumunu yüklenip savuran fırtınalar, şeklinde estikleri zamanlar efsaneleşirler. Yorumlar yapılmaya başlanır: Bu gece yine Ruslar, Baykonur’dan roket fırlattılar veya Aral kurudukça bizleri de kurutacak.
Bu söylenenlerde gerçek payı da yok değildir; doğrusu. Türkistan’a 350 km mesafede olan Baykonur uzay üssünden, her roket fırlatılışında bölgede müthiş bir fırtına eser. Eğer tesadüf edilip de, roketin fırlatılışına rastlanabilirse, gökyüzünde çok büyüleyici bir manzara seyretme imkanı da yakalanmış demektir. Arkasında, ne kadar radyasyon ve kimbilir ne gazları bırakarak gökyüzüne yükselen uzay gemileri, büyük bir kuyruklu yıldız geçiyormuşçasına arkalarında bir beyazlık bırakarak ayrılırlar dünyamızdan. İşte bu manzarayı seyredenler, ertesi gün esecek müthiş rüzgarlara da hazırlık yapmaya başlarlar. Hele Mayıs ayında tarlalarda yetişmekte olan mahsulü olanlar veya Eylülde hasatı bekleyen pamuk yetiştiricileri, işte o biçareler için bir felaket habercisidir bu manzara. Çünkü ertesi gün, roketin oluşturacağı rüzgar, ürünlerin zarar görmesine sebep olacaktır. “Ah vicdansız adamlar” diye söylenerek çekilen ahlar, roketle birlikte nefretleri de fırlatır.
Aral Denizinin kuruması da bu fırtınaların sayısını artırmıştır. Bozulan tabi denge ile artan fırtınalar, Aral’ın gazabı gibi eser durur Orta Asya bozkırında. Gazaptır da gerçekten bu fırtınalar. Kuruyan Aral tabanından yüklendikleri kumu, kilometrelerce bozkıra saçarak, çölleştirirler verimli tarlaları. Tuz taşırlar, tatlı sulara. İçilebilen sular içilemez olur; zehir ederler suyu. Acılaşan kuyulardaki sular, Aral’da kıyıma uğrayan kardeşlerinin intikamını almaktadır sanki. Ve buna, taşıdıkları tuzlarla, Arallı fırtınalar aracılık eder.
Unutulamayacaklardan biri de, kışın bazı günlerinin kavuran soğukları. Sürekli olmasa da, bu soğuklara yakalanılan bir gece dahi unutulmaz yapar onları. Yine böyle bir soğuk Türkistan gecesinde, bir kilometreyi bulmayan bir mesafeyi yürümek durumunda kalmıştık. Umursamadan yıktığımız yol, bitmez olmuştu. Dondurucu soğuğun ıstırabını şakaların sıcaklığıyla biracık unutmak için beraber yürüdüğümüz Kazak kardeşim Bahıtcan Muhammetov’a takıldım: “Benim atalarım, seninkilerden akıllılarmış!” dedim. Soğuktan titreyen dişlerinin arasından “Neden?” diye sordu. “Neden olacak, bu kadar soğuk memlekette yaşanır mı? Çıkmış gitmişler onlarda Anadolu’ya.” Ben bir yandan gülüp bir yandan adımlarımı daha da sıklaştırarak yürürken, zeki Kazak cevap vermekte gecikmedi. “Ataların hakkında söylediğinde haklı olabilirsin de, ya sen; niye döndün geri?” Evet, diyecek söz yoktu; ava giderken avlanmıştım. Beraberce, soğukta donup kalan kahkahalar atarak, en yakın sıcak mekana sığındık.