Ahmet Rıza Bey’e Pir Efendi denilirdi
Ahmet Rıza Bey’e Pir Efendi denilirdi
Paris’te çıkan Türkçe “Meşveret”in kapatılmasına gelince, o gazeteyi Ahmet Rıza Bey isterse terkedebilir. Zaten hem Msır’da hem Cenevre’de birer gazete çıkarken bir de Paris’te Türkçe “Meşveret”i çıkarmağa lüzum yoktur.
Bundan başka Fransızca “Meşveret”in aylık masrafı da altı-yediyüz frangı buluyor. Bu masrafı bizim cemiyet deruhte edemez. Cemiyet elindeki parasını biraz da icraatla sarfetmelidir. Fransızca “Meşveret” icraat olarak hiçbir işe yarayamaz. Biz yarın belki “Osmanlı”yı da tatil etmek lazım gelirse, edeceğiz. Hamid’i yıldırmak için her türlü vasıtalara müracaattan çekinmeyeceğiz ve çekinmiyoruz da. Daha dün böyle bir iş için bir tarafa bin frank gönderdik. Masraflar gittikçe bu suretle artacak ve arttıkça biz de gazeteyi kısaltmağa mecbur olacağız.
Şimdiye kadar cemiyetimizin harici şubesi çalıştı. Biraz da dahili teşkilatımıza ehemmiyet vermemiz lazımdır. Çünkü dahilde biz bir iş yapmağa muvaffak olursak, o zaman her taraftan cemiyet’e para gönderilecektir. Bir kere bu kapılar açılacak olursa işimiz çok kolaylaşacaktır.
Bir de mektubunda gazeteler kapanırsa bundan sen mes’ul olacaksın diyorsun. Ben niçin mes’ul olayım? Dünyada beni vicdanım mes’ul etmesin de isterse kainat beni mes’ul tutsun. Ehemmiyet bile vermem. Yalnız dikkat etmemiz lazım gelen bir nokta varsa o da arada bir kızgınlık hasıl olmamasıdır. Ahmet Rıza Bey’e bunun için ne kadar yalvardığımızı ve rica ettiğimizi elbette hatırlarsın. Halbuki o bizi hayvan yerine koydu ve bize “Sizin böyle şeylere aklınız ermez!” dedi.
Fakat hakikat hal zaman ile anlaşıldı. Kimin hangi işe aklı ermediği meydana çıktı. Biz yine milletin menfaati için elimizden geldiği kadar çalışalım da alem ne derse desin.
Benim millete bir can borcum var. Onu da fedaya hazırım. Bunu da yaptıktan sonra benden daha ne isteyebilirler?.
İshak Sukuti Bey diğer bir mektubunda yine Ahmet Rıza Bey hakkında şunlardı yazıyordu.
“Murat Bey tarafından yazılan mektuba Ahmet Rıza Bey henüz cevap vermedi. Demek ki hala inadında ısrar ediyor. Cemiyet gazetenin parasını mecburen kesecektir. Çünkü bin fedakarlıkla toplanan cemiyet akçası Yunan politikasını terviç eden bir gazeteye sarfedilemez. Biz kendimizi ebediyyen ahlakımızın lanetine maruz bırakamayız. Ben kendim bu işe razı değilim. Cemiyet Ahmet Rıza Bey’e para gönderse bile benim reyim yoktur. Bunu tekmil rüfekaya yazacağım.
Selanik şubesini teşvikten farig olmayınız. Çünkü bizim memleketin ahalisi teşviksiz iş görmez. Son zamanlarda Selanikten hiç bir haber alamadık.
Pir Efendi[1] inad ile veyahut gaflet ile pişmiş aşa su katıyor. Herkes ef’alinden ve harekatından mes’uldür. Biz Rıza Bey’e o mahut makaleleri neşretmemesini çok rica ettik. Kendisine yalvardık, hatta biraz şiddet te gösterdik. Nadim olacağım, bednam olacağını söyledik. Fakat hiçbir şey kar etmedi. Şimdi her taraftan aleyhime şiddetli hücumlar patladı. Bilmem ne olacak?”
Ahmet Rıza Bey Genç Türklerin piri olduğu, siyasi meselelerde İttihat ve Terakki’yi muvaffakıyetle temsil ettiği ve onun için Abdülhamid tarafından en büyük tehlike olarak telakki edildiği halde, yukardaki mektuplardan da anlaşılacağı veçhile etrafındaki Türk gençlerile bir türlü anlaşamıyordu.
Türkiye’den Avrupa’ya giden Türk gençleri arasında meattessüf bazı ahlaksızlar da bulunuyordu. Bunlar Genç Türklerle ve İttihat ve Terakki Cemiyeti ile hiç alakadar olmuyorlardı. Vatanın maruz kaldığı felaket onları müteessir etmiyordu. Bu ahlaksızlar memleketin akıbetine karşı yalnız bigane kalmıyorlar, aynı zamanda Türklüğe silinmez lekeler sürecek bir surette yaşamaktan da çekinmiyorlardı. Londra’dan Paris’teki İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne yazılan aşağıdaki mektup bu ahlaksız gençlerden birisinin ne dolandırıcılıklar yaptığını, Abdülhamid’in “Mabeyn-i hümayun”una nasıl hülul ettiğini gösteren mühim bir vesikadır. Mektubun serlevhası “Londra’da Mabeyn’in zevali”dir. Mektup sahibi yazısına neden böyle bir serlevha verdiğini şu suretle izah ediyor:
“Bu ne demek mi? Mabey’nin namı meş’umuna nisbet olunan her şeyin nihayet hüsran ve mezelleti bais olacağına işaret demektir! Bundan on sene evvel İzmir’den Londra’ya pek noksan bir iptidai tahsil görmüş olan bu genç gönderilmişti. Bu gencin ailesi çocuklarının Londra’da ticaret muamelesi öğrenmesini istiyordu. Gel zaman, git zaman bu gence kuru yemiş, tütün ve halı gönderilmeye başlanmış ve kendisi bu suretle ticarete teşvik edilmek istenmiştir.
Genç, yaşça ilerlemiş, babası da vefat ettiğinden hissesine bir rivayete göre yirmi beş bin liralık bir miras düşmüştü. Ha şimdi sevinelim değil mi? Çünkü bir Türk genci servete konduğundan, Londra’da serbestçe ticaretini tevsi edecektir, memleket ve millette ondan müstefit olacaktır.
Fakat maattessüf iş öyle değildir. Abdülhamid deri öyle bir ifsat devridir ki müşevveş tıynete malik olan gençler, velev ki Türkiye haricinde bulunmuş olsalar bile, yine ahlak-ı Hamid’i ile ifsal edilmekten “el’i yazı billah” kendilerini kurtaramıyorlardı. O İzmirli gençte iffet ve vekar ile ticarette mümtaz bir mevki kazanmaya çalışacağı yerde nişan almak ve paşa olmak sevdasına düşer. Bir taraftan casuskarane tehditlerle ve diğer taraftan rüşvet teşviklerile, Osmanlı tebaasından bazı ashabın yaptığı gibi, “hakipay-i mualla”ya ubudiyetname takdim ettirmek veyahut Mabey’in Başkatibi Tahsin Paşa’ya filan hediyeler göndermek gibi vasıtalarla saraya intisap eder. Londra’nın mümtaz Cemiyeti’ne girecek kıyafet ve terbiyede olmadığı halde kendisini saraya karşı sahib-i nüfuz imiş gibi gösterir. Nişanlar ve madalyalar alır. Hatta İstanbul’dan Londra’ya son avdetinde eline bir de şifre verildiği mervidir.
Şimdi bu herif şifre ile ne hizmet yapacak? Yapabileceği şey malum: Sefarat-ı seniyedeki memurlar gibi Avrupa gazetelerindeki havadislere bina-yi hayal ederek “Mahalli siyaset rivayetleri” tasarlamak ve bunları mevsuk mesmuat, suretine o hak ile yeksan olası “hakipay-i mualla”ya arzeylemek.
Fakat bundan daha mühim her hizmette var: O da Jön Türkler” aleyhinde hafiyelik etmek vatandaşlarını mümkün olduğu kadar iftiralarla manen ve maddeten mutazarrır eylemek. Fasit sultan için bundan daha mühim bir hizmet tasavvur edilebilir mi? İzmirli genç, kendisine Osmanlı siyasilerinden olduğuna dair sahte bir nam veren ve bu sahte sıfatla öteye beriye mektuplar yazan bir Yahudi ile birlikte Ahmet Rıza ve Prens Sabahattin Beylerden vesairlerinden mektuplar getirtecek vasıtalar arar. Beklediği mektuplar üzerine “jurnal” denilen rezalet varakaparalerini tanzim etmeğe başlar.
Casusluk mevki-ini bu suretle tesis ettikten sonra Türkiye’de bulunan Türk tüccar ile muamelata girişmek ister. Öteden beriden ham eşya getirtir. Fakat sattığı eşyasının bedellerini sahiplerine ödemez. Şikayet edenler “Şuray-i ümmat” ve “Meşveret” gibi milli ıslahat mürevvici olan gazetelerden göndererek bir taraftan da bu gazetelerin o adamlar tarafından celbolunduğunu ihbar ederek onların mahvlarına çalışır. Bu ticaret eshabından birisi Londra’daki Türk Konsoloshanesi’ne müracaat eder. Şehbender bu haysiyet düşkününe bir tezkere yazarak işin tevsiyesine tavassut etmek ister. Herif: “Vay şehbender benim saye-i şahanede malik olduğum rütbeye göre tezkeresinde elkap kullanmıyor” diye Şehbendere bir tahkirname gönderir. Bundan başka Şehbenderi de Hariciye Nezareti’ne şikayet eder. Bu şikayetnamesinde: “Uğur-u hümayun, için kanının son damlasını dökmeğe hazır sadık bendegandan olduğunu kaydetmeyi de unutmaz. Bizim Hariciye Nezareti’nin haline bakmalı ki onun sözüne ehemmiyet vererek Londra Sefarethanesi’nden tahkiki hale kıyam eder.”
“Muteber tacir” diye sahte bir nama bürünen bu casus şimdi Londra Şehremini’nin hususi mahkemesi huzurunda sahte frenk sigarası yaptırıp sattırmaktan mahkum edildi. Havana sigaraları olmak üzere sattığı ve nam-ı mahuda izafetle “Elgazi” tesmiye ettiği sigaraların İngiltere’den ihracına karar verildi. Londra Şehremini hüküm verdiği sırada “sahtekarlığın bu kadar menfur bir nev’i şimdiye kadar huzuruma gelmemişti. S.E. pek merdut bir hal irtikap etmiş, eğer burada bulunmuş olsaydı, o sahte damgalı on beş bin sigara kendi elimle yakıp mahvederdim” demiştir.
“Tacir-i muteber” Londra’nın en işlek sokağı olan Piccadilly’de dahi bir sigaracı dükkanı açmıştı. Burada sattığı sigaralara “Mabeyn sigarası” nam-ı meş’umunu vermişti. Dükkanın içinde Abdülhamid’in Yunanistan’da basılmış, muhtelif renkli resimleri duvarlarda asılı duruyordu. Bu resimlerdeki nişan ve madalyalar, sırmalı üniformaya ve kaba kılıca bakılınca Abdülhamid tıpkı bir Sefaret kavası gibi görünüyor.
Velhasıl “taciri muteber” in işleri bozuldu. Geçen gün “Piccadilly” civarından geçerken eşyasının, emtiasının, “Padişahım çok yaşa” levhasının, Abdülhamid’i ait resimlerin amele tarafından nasıl dükkandan süpürülüp çıkarıldığını ve “Mabeyn” kelimesinin dükkan penceresinden nasıl hakkedildiğini gördüm ve kendi kendime:
[1] Ahmet Rıza Bey’e Pir Efendi denilirdi.