Alevîlik ve Bektaşîlik
Alevîlik ve Bektaşîlik
Alevîlik ve Bektaşîlik konusu günümüz araştırmacıları için kalem oynatılması en çetrefilli konuların başında gelmektedir.
Bu zorluğun oluşmasında Alevîlik ve Bektaşîliğe ait kaynakların tam olarak gün yüzüne çıkarılamamış olması, birinci dereceden kaynakların bulunamaması önemli bir rol oynamaktadır.
“Anadolu Aleviliği, bir ilâhiyatçı ve bir İslâm düşüncesi tarihi araştırıcısı için, üzerinde ciddi araştırmalar yapılması tahlil edilmesi ve hükme ulaşılması çok zor bir husustur. Kendi kaynakları henüz yeterince gün yüzüne çıkarılmadığı için, karanlıkta el yordamı ile iş yapılmaya benzer bir faaliyet alanı olarak görülebilir. Bu belirsizliğe rağmen bu güne kadar özellikle Bektaşîlik yahut Alevîlik başlıklı pek çok yayın yapılmıştır. Hâlâ magazin gazeteleri de dahil olmak üzere basınımızın ve muhtelif dergilerin vazgeçilmez malzemesi olarak sayfalarında yer verdikleri, maalesef çoğu da ideolojik tahriklere yol açabilecek bir üslup ile ela alınan bir konu olmaya devam etmektedir.”
Konunun hassasiyetine rağmen eline kalem alan, ağzı laf yapan, hatta toplum önderi bir çok kimse, meseleyi tari-hi köklerine inmeden çarpıtmaya çalışmaktadırlar. Mesela, son dönemlerde Marksizm’le Alevîlik arasında, taban tabana zıtlıklarına rağmen paralellik kurma çabaları içinde olan eğilimler ile karşılaşmaktayız. Panellerde, açık oturumlarda, bazı yayın organlarında Marksizm ile Alevîliğin benzer noktaları olduğu belirtilmekte, iki düşünsel akımın bir birine “müsahip” olduğu iddia edilmektedir.
“İddianın temelinde devrimcilik, ilericilik, yoksulun yanında yer alma gibi ortak olgu ve öğeler yatmaktadır. Ortak özelliklerin inkarı kuşkusuz imkansızdır. Ama sadece Marx değil, kendi bağlamları içerisinde ele alındığında, burjuva filozofları diye adlandırılan Jean Jakcques Rousseau, John Locke, ütopist sosyalist diye bilinen Proudhon, Saint-Simon, Robert Owven, Fourier’ler de devrimci, ilerici yoksuldan yana idiler, şimdi bunların hepsini birbirlerine ve Aleviliğe müsahip mi kılalım?”
Niyazi Öktem, bu tip değerlendirmeleri oportünisit bir yaklaşım olarak değerlendirmektedir: “Din, Felsefe, ideoloji ve politik sistemler arasında ortak öğelere her zaman için rastlanmıştır. Ama bunları bir birlerine müsahip kılma anlayışı her halde ülkemize özgü olsa gerek.”
Son zamanlarda, Alevîlik, Bektaşîlik konusunun bazı ideolojik kaygılarla aslından saptırıldığı ve bu hususla ilgili yayınların yapıldığı görülmektedir. Tarihi dayanaktan yoksun bu tip yayınlarda Alevîlik ve Bektaşîlik konusu, salt bir düşünce sistemi olarak ele alınmakta ve Hz. Ali ve Hacı Bektaş-ı Veli’yle ilgileri yokmuş gibi gösterilmektedir.
Bu tip yaklaşımlar konuyu iyice politize ederek çığırından çıkarmaktadırlar. Neticede kimlik arayışı içerisinde bulunan Alevî ve Bektaşîlerin kafaları iyice bulandırılmaktadır. Tabi bu kimlik arayışının çeşitli çevreleri rahatsız ettiği de bilinen bir gerçektir.
1990 yılı Mart ayında, Van’da nevruz etkinliklerine katılan Doğu Perinçek Alevîlerin kimlik arayışları ile gözlemlerini şöyle aktarıyor:
“Solcu gençler kahveler ve bazı yerlerde Alevî-Sünnî diye bölünmüştü… Devrimciler arasında huzursuzluk yaratan üstelik mantıklı hiçbir açıklaması bulunmayan bu bölünme eylemi aslında başka bölgelerdeki gözlemler ile birleşiyordu. Eskiden devrimci örgütler de yer almış bir kısım insan, şimdi kimlik arayışı içerisinde Alevîliğe dönmekteydi.” Ülkemizde Alevîlik konusunda değişik kimlik arayışları göze çarpmaktadır.”Bizzat Alevî olduğunu söyleyen vatandaşlar entellektüeli ile, cahili ile Alevîliğin ne olduğu üzerinde anlaşabilmiş değiller.”
Ülkemizde yaşayan Alevîlerin ve Bektaşîlerin gerçek Alevîliğin mâhiyeti hususunda bir fikir birliğinde olmadıkları konu ile ilgili basın yayın organlarında yapılan tartışmaları izleyenler açısından da bilinen bir gerçektir. ATV Haber Dairesi Başkanı Ali Kırca’nın, ATV Televizyonu’nda 1996 yılında Alevî kanaat önderleri ile gerçekleştirdiği “ Siyaset Meydanı” ve Kanal 7 Haber Koordinatörü Ahmet Hakan Coşkun’un 22 Şubat 2002 tarihli “İskele-Sancak”isimli programları bunun en güzel örneklerinden biridir.
Alevî vatandaşlarımız arasında, Alevîlik ile ilgili değişik yaklaşımlar bulunmaktadır.”Kimisi, Alevîliği, İslam’ın hilafet konusundaki görüş ayrılığından dolayı doğan bir mezhep gibi görüyor. Ancak, batıda İran’a yönelen tepkiyi de dikkate alarak kendilerini de İran Şiiliği’nden ayırıyorlar… Kimi yorumlara göre Alevîlik, Atatürkçülük ve Kemalizm ile buluşuyor. Atatürk’ün Sünnî İslam’ı sistem dışına çıkardığından hareket ile laik yapıya uygun İslam yorumunun Alevîlik olduğu öne sürülüyor… Kimi yorumlarda ise, Alevîlik bir mezhep olarak başlamakla birlikte zaman içerisinde nitelik değiştirmiş, hele şimdi bir dinsel diriliş değil, hümanizm ve insan hakları olarak değerlendirilecek bir harekettir.”
Bazı değerlendirmelerde Alevîlik ve Bektaşîliği İslam’ın Türk yorumu olarak görüyoruz. Alevî vatandaşlarımızın bir kısım Şamanizm geleneklerini sürdürmesi bu tip yorumların yapılmasında önemli bir rol oynuyor. Oysa Sünnî olarak nitelendirilen vatandaşlarımızda da aynı geleneklerin devam ettiğini görmek mümkün. “Sünnî camiada, da şaman inancı ve gelenekleri devam ediyor. Mesela türbelerde mum yakmak, bez bağlamak, ocakları temiz tutmak, ay ve güneş tutulmalarında teneke çalmak, silah atmak, davul çalmak, ateş etrafında oynamak, bar tutmak, halay çekmek şaman geleneklerindendir.”
“Alevîliği Bektaşîlik ile özleştiren yorumcular var. Alevîlik’le sosya-lizm arasında köprüler kurmaya yönelik genç Alevî guruplar var. Hatta Alevîliği bir din olarak değerlendirilen ve Alevî cenazelerinin camilerden kaldırılmalarına karşı çıkan Alevî guruplar var.”
Ülkemizde Alevîlik Bektaşîlik ayrımı da kaynaklar nezdinde tam olarak yapılabilmiş değildir. Abdülbaki Gölpınarlı, Mehmet Eröz, Ethem Ruhi Fığlalı gibi araştırmacılar, Alevîliğin soya bağlı olduğunu söylemektedirler. Bu tasnifin dayandığı delil ise, sadece “alan araştırması” dır.
“Anadolu Alevîliği’ne yazılı ve sözlü geleneğimizde bir takım farklı adlar da verilmektedir. Bunların başında Bektaşîlik gelmektedir. Kısaca Bektaşîlik, Hacı Bektaş-i Veli tarafından kurulduğuna inanılan bir tarikattır. Hz. Ali ve Ehli Beyt sevgisi, tevella ve teberra, gibi Alevîliğin temel esaslarına bağlı oluşları yüzünden Bektaşîliğe Alevîlik denilebilir. Ne var ki bu Alevîlik, Sünnîlerin Ehl-i Beyt’e olan sevgilerini ifade eder bir manadan ileri gitmez. Çünkü, Türkiye’de her Bektaşî Alevî olduğu halde, her Alevî, Hacı Bektaş’ı Horasan ereni sayıp hürmet etmesine rağmen, Bektaşî değildir. Bu yüzden köy bektaşîsi, şehir bektaşîsi ayrımı yapılmaktadır. Köy Bektaşîlerine Alevî dendiği halde, şehir bektaşîlerine ‘Bektaşî’ denir. Aslında Bektaşîlik bir tarîkat olduğu için bu tarîkatın yollarına uyan herkes Bektaşî olabilir; ama Alevîlik soya bağlıdır ve ancak anası ve bilhassa babası Alevî olanlar Alevî olabilir.” Alevîler de bu tip karşılıklardan son derece rahatsız olmakta ve kimlik arayışlarını hızlandırmaktadırlar. Bu amaçla çalışmalar yapan Alevî dergahların sayısı artmaktadır.
Alevî vatandaşlarımız kendilerini tanımlayabilmek, görüş ve düşüncelerini netleştirerek erkanlar hususunda ocaklar arasındaki birliği sağlamak maksadıyla, çeşitli çalışmalar yapmaktadırlar. Bunlardan bir tanesi de İstanbul Şahkulu Dergahı’nda düzenlenen Alevîlik-Bektaşîlik eğitim kursudur. Kurs yöneticisi yazar Reha Çamuroğlu maksatlarını şöyle anlatıyor:
“Alevî hareketini motive eden önderlerin çoğunun, Alevî hareketinin önüne siyasi hedefler koyduğunu görüyoruz. Oysa bu arada sürekli atlanan bir şey var. O da, Alevîliğin bizzat kendisidir. Alevî örgütlenmelerinin Alevîlik ile uğraşmaya bir çok yerde tabanın baskısı nedeniyle, yeni yeni başladıklarını görüyoruz. Şimdi hal böyle olunca bom boş bir temelin üzerine büyük bir bina yapıldığı izlenimi doğuyor bende. Alevîler, Alevîliği bilmiyorlar. Ne olduğu hakkında çok çeşitli şeyler duyuyorlar, uygulamalar çok farklı ve neden Alevî oldukları hususunda da müphem bir fikre sahipler. Yani, ‘annemiz, babamız Alevîdir biz de Alevîyiz’ ya da, ‘laikiz ondan Alevîyiz’. Oysa Fransızlar da laik ama Alevî değiller. Türkiye’de yüz senedir dergah eğitiminden söz etmek mümkün değildir. Sadece 1925 yılından değil daha Osmanlının son döneminden dergahlar bozulmaya başladı. Bu bozuşmadan Bektaşî dergahları da etkilenmişti. Yani eğitim yapmayan kurumlar haline dönüşmüşlerdi. Şahkulu Dergahı’nı yürüten vakfın bu eğitim girişimi, yüzlerce yıllık birikmiş dergah eğitimindeki kopmayı bir anda kapatacağı iddiasını taşımıyor. Böyle bir iddia komik bir iddia olurdu. Ama neyi hedefliyor? Birincisi bu kadar yıldır yapılmayan derviş eğitiminin ele alınması gerektiğini vurguluyor. Bu olay ele alınmalıdır. Çünkü bu Alevî örgütleri tarafından tamamen ihmal edilmiş bir durumdur. Yakın zamana kadar Alevî örgütlerinin çoğunda şu tavrı görüyorduk: Cem evi kurmak, dergah kurmak gericiliktir. Şimdi olumlu bir gelişme görü-yoruz. Daha iki sene önce bunları söyleyen Alevî örgütlerinin cem evi kurmaya giriştiklerini görüyoruz. Umarım cem evlerinin faaliyetleri cem evlerine uygun olur. Çünkü bir yerde böyle bir sorun var.”
Alevîlik ve Bektaşîlik ile ilgili bu kadar kargaşanın sebebi, daha önce de belirttiğimiz gibi ilk elden kaynaklara henüz ulaşılamamasından kaynaklanmaktadır.
Bektaşîliğin kurucusu Hacı Bektaş-ı Veli’nin hayatı hakkında çok az husus bilinmektedir. Yine Bektaşîliğin beslendiği ana kaynaklardan birisi olan Yeseviliğin kurucusu Ahmet Yesevi ve tekke şiirinin önemli isimlerinden Yunus Emre hakkında bilinenler de son derece azdır. “Bunların hayatı ile ilgili bilgileri ancak vefatlarından yüz ya da iki yüz sene sonra kaleme alınmış vilayetname ya da menakıbnamelerden öğreniyoruz. Bu eserler onları, normal şahsiyetler gibi değil de olağan dışı işler yapan insan üstü varlıklar gibi karşımıza çıkarmakta, bu yüzden de bu büyük zâtların tarihi kişilikleri büyük ölçüde karanlıkta kalmaktadır.”
Bu durumun oluşmasında, sözkonusu insanların büyük yerleşim merkezlerinin dışında yaşamaları, dolayısıyla o zamanlar saraylarda bulunan tarihçilerin gözünden kaçmış veya onlar tarafından önemsenmemiş olmamalarının da önemli bir rolü bulunmaktadır. Ayrıca bu keyfiyetin ortaya çıkışında tâbiileri arasında fazla kalem erbâbının bulunmaması da önemli etkenlerdendir. Çünkü hem Yeseviligin hem de Bektaşîliğin göçebe Türkmen kâbileleri arasında yayıldığı bir gerçektir.
Alevîlik ve Bektaşîliğe ait kaynakların günümüze kadar tam olarak ulaşamamasında, Selçuklular ve Osmanlılar dönemindeki bâzı siyasi hareketlerin de önemli rolü olmuştur.
Mesela 1826 yılında II. Mahmut tarafından yapılan ve adına “Vaka-i Hayriye” denilen yeniçeri ocağının lağvedilmesi neticesinde bütün Bektaşî dergahları kapa-tılmış ve buralardaki kaynaklar da imha edilmiştir. Hiç şüphesiz ki dergahların kütüphaneleri, mescidleri, mimarı tarzları gibi unsurlar târikatın fonksiyonları hakkında önemli bilgiler içermekteydi.
Bu olayla birlikte, Bektaşîlik yasaklanmış ve çeşitli karalama kampanyaları başlatılmıştır. Bütün bu propagandalar, Bektaşîliğin biraz daha kaybolmasına sebebiyet vermiştir. Onunla ilgili kulaktan dolma bilgiler yaygınlık kazanmıştır. Neticede ortaya böyle karışık bir durum çıkmıştır.