ASD–PDA ÇATIŞMASI
ASD–PDA ÇATIŞMASI
FKF’nin Dev–Genç’e dönüştüğü 4. Büyük Kongrede Sosyalist Devrim taraftarları tamamen ihraç edilirken Dev–Genç’i ele geçiren MDD’ci kanat içerisinde görüş ayrılıkları ortaya çıkacaktı. Dev–Genç kongre tartışmalarında açıkça ortaya çıkan görüş ayrılıkları ilk somut ürününü Ocak 1970’de yayın organları Aydınlık dergisinin ikiye bölünmesiyle verecekti. Derginin 10 Ocak 1970 tarihli 16. sayısının matbaada çıkış hazırlıkları sürerken Münir Ramazan Aktolga sahiplik belgesiyle Doğu Perinçek çevresine ASD içinde bulunma hakkı tanımaz. Perinçek çevresinin ‘bunun bir el koyma olduğunu, devrimcilerin burjuva mülkiyet kurumuyla bağlı olmadıklarını, dergide Aktolga’nın adının sahibi olarak dahi gözükmediğini’ ileri sürmesi bir anlam ifade etmez. Aydınlık Sosyalist Dergi yazı kurulunda Vahap ve Seyhan Erdoğdu, Mihri Belli ve Mahir Çayan kalmıştır. Bir süre sonra derginin yazı işleri müdürlüğünü Mahir Çayan üstlenir.
Bunun üzerine Doğu Perinçek çevresi kurucular adına sahipliğini Gün Zileli, Cengiz Çandar, Atıl Ant ve Ömer Özerturgut’un yaptığı yeni bir dergi çıkarıldı. Bu Ocak 1970’de 1–16 sayı olarak çıkartılan “Proleter Devrimci Aydınlık” (PDA) dır.
Aydınlık’taki bölünmeden sonra MDD’nin yayın organı olan Türk Solu dergisi PDA çevresinde kaldı. Aydınlık’taki ayrılıktan sonra benzer bir olayın Türk Solu’nda yaşanılacağı düşünülerek Doğu Perinçek çevresindeki yazı kurulu 14 Nisan 1970 tarihli 126. sayıyla derginin yayınına son vermiştir.
Ayrılıkla ilgili olarak Mihri Belli ASD’de PDA’cılar “sağ sapma içindedir” başlıklı yazıda “sağ sapma” bir hareket olarak nitelendirirken, Doğu Perinçek ve Şahin Alpay ise eskiden içerisinde yer aldıkları ASD çevresini “eski Aydınlıkçılar sol sapma içindedir” diyerek suçluyordu.
Ayrılıkta Mihri Belli’yle birlikte hareket eden Dev–Genç’in teorisyenlerinden Mahir Çayan ise ASD’de yayınlanan makalesinde Doğu Perinçek’in liderliğindeki PDA’cıları “Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori” başlıklı yazısında Milli Demokratik Devrim’i anlamamakla suçluyordu.
Mihri Belli:
“Doğu ve Arkadaşları Ayrılmaya Kararlıydılar”
Mihri Belli anılarında ASD’deki bölünmeyi ve Türk Solu dergisinin kapanmasıyla ilgili “Kampus Mao’cusu” olarak nitelendirdiği Perinçek ve arkadaşlarıyla ilgili yol ayrımına giden süreci şöyle anlatıyor:
* Sonunda iş ayrılmaya kadar vardı. Önlemek için elimden geleni yaptım. Ama Doğu ve arkadaşları ayrılmada kararlıydılar. Daha önemli olan Türk Solu’nun ilk yazı kurulunu oluşturan ve Marksist hareketin bir çeşit genel kurmayı olarak bilindiği hep korunmuş olan eski arkadaşlardan bazılarının onlardan yana tavır koymasıydı. Bu geçen zaman içinde birçok etkenin bir araya gelmesiyle yolların ayrılmakta olduğunun bir kanıtıydı. Bu, eski tüfek kadrosunun bölünmesi demekti. Bunun büyük zararlarını görecektik. Şevki Akşit, Şaban Ormanlar, Sevim Belli ve ben gazeteden ayrılmak zorunda kaldık. Vahap Erdoğdu, Muzaffer Erdost, Ahmet Say ve öteki genç arkadaşlar da öyle. Gazetenin sahibi Şefik Tekben bu durum karşısında Türk Solu’nun yayımına son verdi. Perinçek grubu Aydınlık Sosyalist Dergi’den de ayrıldı. Proleter Devrimci Aydınlık adıyla yeni bir aylık dergi çıkarmaya başladılar. Bağnaz Pekinci bir çizgiyi savundular. Batı’da bunalım içindeki genç aydınlar arasında Maoculuğun moda olduğu dönemdi. Moskova çizgisindeki resmi komünist partilerin sağa kaymış olmaları bu akımın yaygınlaşmasına elverişli ortamı hazırlamıştı. Biz Çin devriminin beşiği Yenan Maoculuğu ile Batı üniversitelerinden ithal edilen Maoculuk arasında bir ayrım yapıyor, bizim Pekincilerin çizgisini “kampus Maoculuğu” olarak nitelendiriyorduk.
Kısa bir süre sonra onlara katılmış olan eski arkadaşlar da tutumlarını düzelttiler. Ama olan olmuştu. Kırılan testi kolay onarılamıyor.139
* Maoculuk denen akımın militan sol çevrelerde bir hayli yaygın olduğu günlerdi. Bunun başlıca nedeni TKP adını kullanan mülteci grubun yayın organı sayılan “Bizim Radyo”nun sürekli olarak militan sola sövmesi, TİP’in sağ oportünist politikasına arka çıkmasıydı. En bağnaz Pekin yanlısı olan grup, (Maoculuğun Türkiye’deki resmi temsilcisi) kuşkusuz Beyaz Aydınlık çevresiydi. Bu grup etki alanını genişleterek yandaş kazanmada başarısız kalmakla birlikte, teorik bakımdan yetersiz gençlik çevrelerinde “Pekin Review” propaganda dilini yaymada başarılı olmuştu. Besbelli biz Çin devrimine, Mao’nun devrimci kişiliğine karşı olamazdık. Ama toprağında nükleer başlıklı füzelerle donanmış Amerikan üsleri bulunan ve kopacak olan bir nükleer savaşta vurulacak ilk hedeflerden biri olan Türkiye’nin devrimcileri olarak, “Üç Dünya Teorisi” gereğince, Sovyetler Birliği’ni baş düşman bilmek, dolayısıyla ABD emperyalistlerini ehvenişer saymanın çok yanlış ve zararlı bir tutum olduğu açıktı. Biz sosyalist kampta birlikten yanaydık.140
Mihri Belli’nin Eşi Sevim Belli:
“Bu Bölünmenin Türkiye Devrimci Hareketine Büyük Zararları Oldu”
MDD lideri Mihri Belli’nin eşi 1951 TKP tutuklamalarında TKP davasından yargılanan ASD ve Türk Solu dergisi yazarlarından Sevim Belli’de eşi anılarında Aydınlık’ın ve Türk Solu’nun ikiye bölünmesini şöyle anlatıyor:
İki Aydınlık
Bütün bu değişik etkenler “Aydınlık” kadrosunda da bir takım yönelimlerin doğmasına yol açacaktı kuşkusuz. Nitekim “Aydınlık – Sosyalist Derginin ikinci yayın yılında dergi kadrosu içinde, henüz su yüzüne vurmayan sürtüşmeler sezilmeye başlamıştı. Bu kez Doğu Perinçek ile Vahap Erdoğdu karşı karşıya geliyorlardı. Her ikisinin de kendi ayrı takımı, kendi çevreleri vardı arkalarında.
Sürtüşmeler bir süre sonra çözümlenmesi gereken önemli bir çelişkiye, daha doğrusu çok yönlü çelişkiler kompleksine dönüştü. Ankara’daki fakülte derneklerinden militan gençlik denilen kesimin yoğunluk gösterdiği dernekler, Orta–Doğu, vb. o zaman daha “doğru devrimci” sayılan Vahap Erdoğdu çevresini destekliyordu. İstanbul’da belirgin bir ayrışma yoktu henüz. Militan gençlik Deniz Gezmişin takımıydı. “Türk Solu”nda da yazı, baskı, dağıtım işlerini yüklenen daha çok Perinçek grubuydu. Ötekiler “yazar–çizer takımı” diyorlardı bunlara. Bir çeşit küçümsemeydi bu.
Elbette ki, kişisel yetenek ve eğilimler görevin seçilmesinde yada önerilmesinde önemli rol oynar. Ama kendisini devrimci sayan bilinçli ve sorumlu bir kişi her türlü eyleme hazır olmalıydı, anın gerekleri ne göre. Bizim Sevinç Tanık – Özgüner’in bu eylemci denen grubun derginin dizgi–baskı–dağıtım gibi “kaba(?) emek” işlerine yardım etmediklerinden, sadece gazetenin başyazısını okuyup eyleme çıktıklarından yakındığını anımsarım. Sorumsuzluk sayıyordu bunu Sevinç. Bir bakıma haklıydı. İlerde tavır, almasında da etkili olacaktı bu yargısı. Bence, bu bazda ayırımlara gitmek yanlıştı.
Küçük işe tenezzül etmeyen büyük işe hak kazanamaz. Ayrıca katkının, işin değerini o andaki önemi ve ivediliği belirler, mutlak değeri yoktur.
Peki, gazetenin başyazılarında eylem kılavuzu mu vardı? Hayır. Ama anın en önemli konuları ele alınıyor, tavır belirleniyordu.141
* “Aydınlık” çevresinde tartışmalar kıyasıya suçlamalara dönüşünce konuya bir çözüm getirmek gerekti. Bizim evde zamanın ileri gelen gençlerinin katıldıkları bir toplantı yapıldı. Sorun, amaç, derginin kazasız belasız yayınını sürdürmesini sağlamaktı kuşkusuz. İstanbul ve Ankara’nın, yönetimi Doğuların elinde olmayan tüm Dev–Genç kadrosu bir yanda, Doğular bir yanda oluyorlardı. Tartışmada sanki eylemcilerle dergiciler karşı karşıya geliyor gibi bir ayırımın doğması önlenemedi. Bence böyle bir ayrımı kabul etmek çok yanlıştı. Gene de sonuç olarak taraflar birlikte çalışma düzenini sürdürmekten yana istek belirttiler ve birlikte çalışmanın koşullarını saptayan bir protokol hazırlandı.
Ta başından beri ufak tefek değişik yorumlara, değişik eğilim ve sempatilere karşın büyük bir ideolojik ayrılık görmüyordum ben. Sorunlar daha çok kişisel takışmalar gibi görünüyordu. Belli bir disiplin altında birlikte çalışılmasından yanaydım. Bölünmenin kötü olacağı kanısındaydım. Ve bunda haklıydım da. Hazır, bir protokol da hazırlanabilmişti işte.
Doğu ve arkadaşları protokolü alıp gittiler. Kendi aralarında ve öteki arkadaşları ile tartışacaklardı. Akşam üzeri de imzaladıklarını söyledikleri protokolü geri getirdiler. Gün Zileli idi getiren. Ancak, protokol değiştirilmiş ve bu konuda hiçbir açıklama yapılmamıştı. Hatta lafı bile edilmemişti. İmzalanıp geri getirilen protokol değil ültimatomdu sanki!. “Böyle olursa olur, olmazsa olmaz!” diyen bir tavır adeta. Bu durumdan sonra protokol maddelerinde yapılan değişiklikler, ekler tartışılmaz artık. Yanlış bir davranıştı. Daha sonra da bu davranışın düzeltilmesi ve ortak noktanın bulunması yoluna gitmediler. Evimiz, yani bizler taraf değil, arabulucu idik. Ama biz de taraf olmaya zorlanıyorduk. Benim için büyük bir sürpriz oldu bu. Çünkü bu tavır üzerine kesinlikle bizden ayrılmak istedikleri kanısına yardım. Ve bunu, o zaman, Mihri Belli’nin eylemcilere, özellikle Denizler’e toz kondurmaz, onları kayırır bir tutumda görünmesinin (onlar Amerikan filosu erlerini karaya çıkartmayan gençlerdi, Belli için) Doğu’yu kırdığı biçiminde yani dargınlık olarak yorumlamıştım. Mihri Belli’den böyle bir tavır beklemiyordu Doğu. Duygusal şeylerdi bunlar, aşılabilirdi. Ama yeni bir “Mihri Belli’siz yürütme”(!) akımı gelişiyordu. Uzun süre yeni bir anlaşma zemini bulunması umudunu korudum. Sonraki gelişmeler böyle bir şeyin ta başından olanaksız olduğunu anlatacaktı bana.
Doğu Perinçek ve arkadaşları Aydınlık dergisine el koydular. Anlaşmayı da reddettiler. Dergiyi kendileri sürdürmek istiyorlardı.
Bir akşam her zaman evimizde görmeye alışık olduğumuz Dev–Gençli gençlerden bir grup bize geldiler. Atilla Sarp’ı anımsıyorum. Öğrenci Dernekleri Federasyonunun başkanıydı o zaman. Doğu grubunun dergiye el koyduğundan yakınıyorlardı. Dergi Vahap’ındı. Her şeyiyle de Vahap ilgilenirdi, benim bildiğim kadarıyla. Sahibi de onun adına Münir Aktolga idi. Dev–Gençler fırtına gibi geldiler, “Aydınlık” dergisine sahip çıkılması konusunda onay alıp gene geldikleri gibi gittiler. Onlar çıkar çıkmaz da bir tatsızlık olacağını, bu “sahip çıkmanın” geniş bir şekilde yorumlanacağını sezinlemiştim. Mihri, koca adam, ikazım üzerine arkalarından koştu. Uygunsuz bir iş yapmalarını engellemeye çalışacaktı. Aniden yok olmuşlardı sanki. Sonra öğrendik ki, “Aydınlık” dergisini zorla ötekilerden, yani daha önce el koyanlardan geri almışlardı. Ve Münir Aktolga derginin sahibi olması dolayısıyla yasal yollara da başvurmuştu. Üzücü bir olay oldu bence. İşi bu dereceye vardırmamak gerekirdi. Daha temkinli, soğukkanlı davranarak daha uygun bir çözüm yolu bulunabilirdi, diye düşünüyordum.
Bunun üzerine ipler iyice koptu. Perinçek’çiler dergiye önce kendileri el koydukları halde büyük bir gürültü kopardılar. Ve Perinçek’ler o zaman ‘Kırmızı Aydınlık’ denen “Aydınlık” – Sosyalist Dergi’ye karşılık ‘Mavi Aydınlık’ı çıkardılar. Adını da oldukça alçak gönüllülük göstererek “Proleter Devrimci Aydınlık’ (PDA) koydular. Sonra da rengi beyaz oldu ve ‘Beyaz Aydınlık’ diye anıldı bu dergi. Geçenlerde bir yerde elime geçti de ilk çıkış bildirilerindeki imzalara baktım. Bunların ve bildiride imzası bulunmayan daha başkalarının bir çoğu kısa bir süre sonra, bir kısmı da ileri tarihlerde PDA grubundan ayrıldılar, büyük bir kısmı da davadan vazgeçtiler. Bildiride imzası bulunan 7 kişiden sadece ikisi PDA hareketinin devamı olduğunu ileri süren örgüt içinde bulunuyor şimdi.
Bu bölünmenin Türkiye devrimci hareketine hiçbir yararı olmamış olmasını bir yana bırakın bana kalırsa büyük zararları oldu. Böyle olacağını sezmiştim. Bu yüzden de bölünmeyi önlemek istemiştim. Bu gençlerin hepsinin harcanmasını, hareketin dışına itilmesini istememiştim. Onun için PDA’cılar benim PDA’dan yana olduğuma inandılar. Bizim İstanbul’daki arkadaşlarımızı da buna inandırdılar. Ve de üstelik beni Mihri Belli’nin sözünden çıkamamakla (?) suçladılar, ama yüzüme karşı değil.
Asıl bölünme
Bizim İstanbul’daki arkadaşlar da PDA’nın hakkımdaki enformasyonunu benimsemişler. Onlar da “Aydınlık” merkezinin basılması olayını ve dergi sahipliği gerekçesiyle yasal yollara baş vurulmasını bağışlamıyorlardı. Haklı, olabilirlerdi. Ama bu bir yöntem sorunu idi nihayet. “Aydınlık”a daha önce el koyan–tekel koyan öteki gruptu aslında. Ama bunu açıkgözlükle yapmışlardı. Her neyse…
Sevinç ve Vecdi Özgüner’in başını çektiği bir kısım arkadaşlar Perinçekler’e haksızlık yapıldığını düşünüyorlardı. Dergicilikte onların çalışmalarının somut sonuçlarını görüyorlardı. Perinçekler grubu, dediklerine göre, yol yordam biliyorlardı. Ağızları laf yapıyor, elleri kalem tutuyordu. İş çıkarıyorlardı. Ötekiler, yani İstanbul’un eylemci grubu gibi ‘başına buyruk’ değillerdi, vb. Evet, İstanbul’da bizim TKP çevresi arkadaşlarımızın katıldığı bir toplantı yaptık. Hiç unutmadığım, çok tatsız bir olay oldu o akşam benim için.
Bir kere, daha kapıdan içeri girer girmez karşılaştığım ilgi tüylerimi diken diken etti. Bunu, ayıp ama, yağcılık ve rüşvet olarak algıladım. Sevinç gibi, ağırbaşlı bir arkadaşımızın “kılığımın yakışığı”na ilgi gösterip övgüde bulunması 24 yıl sonra bile unutmadığım soğuk, kırıcı bir etki yaratmıştı bende. “İşçi Partisi içinde oy avcılığını iyi öğrenmişsin” diyesim gelmişti. Ama övgüler istenilen etkiyi yaratmamıştı işte. Tersine. Gruplar arası anlaşma “Protokol”ün özensiz ve saygısız bir biçimde değiştirilerek, ister kabul edin ister etmeyin dercesine geri bırakılması ve şimdi, bunca yıl ‘sonra bulup gün ışığına getiremediğim başka nedenler Perinçek grubunun kesinlikle bizden ayrılmak, hatta bizi bir bakıma saf dışı etmek kararında olduklarına inandırmıştı beni. Ne var ki dergileri (Türk Solu ve Aydınlık) ve hiç değilse bir bölüm eskilerin desteğini yitirmek istemiyorlardı. Ve onları Mihri Belli’ye karşı kullanmak istiyorlardı. Bizim içimizde Mihri Belli’ye karşı darbe (!) yapmak istiyorlardı. Yada diyelim ki, Mihri Belli’yi “hizaya getirmek” istiyorlardı. Eh, benim böyle bir tavır alışı yada M. Belli’ye karşı bir darbeyi desteklememin hiçbir haklı gerekçesi yoktu.
Ayrıca, bizlere karşı darbelerde iyi saatte olsunların şu yada bu biçimde oynayan parmağını akla getirmek devrimci uyanıklık gereğidir, her zaman.
O akşam Şevki ile Numan (Akşitler) toplantıya çok geç geldiler. Sonradan bu yüzden kendilerine çıkıştığımızda
– Mallarınızı görün işte!
demişti Şevki ve
– Bizim etkimiz olmasın, kendi gözünüzle görün istedik,
diye de eklemişti.
Şevki, tartışmayı devrimci eylem – kalem efendiliği çekişmesi biçiminde yorumluyordu. Ve bu yorum yıllarca PDA’cı olmayan militanların yorumuna egemen oldu. Mihri Belli ise gruplar arasında sınıf çatışması olduğu yorumunu yapmış, bunu PDA’cıların kendilerine de söylemişti. Bir bakıma haklıydı da, grup çoğunluklarının sosyal kökenleri bakımından. Bizim İstanbullu arkadaşlarımıza bu PDA grubu, sanıyorum, daha ılımlı görünüyordu, öteki takım ise daha radikal. Onların temposuna ayak uydurmaları zordu biraz.
Sevinç, bu olaydan çok önceleri;
– Bu davada (yani proleter devrimci mücadelede demek istiyor) kaytarmak isteyenlerin hepsi Mihri Belli’ye ‘mana’ bulmakla işe başlar, demişti. Böyle bilinirdi bu hep. Ama bu kez bunu anımsayan, gündeme getiren olmadı. Anımsatmaya da değmezdi. Kısacası, bence, bir trajedi yaşandı. Ve bizler, o akşamdan sonra merhabayı kestik bizimkilerle… Böylece, bizim ta 1951 tevkifatı öncesinden gelme birliğimiz, bütünlüğümüz de dağılmış oluyordu. Bunu hiç bağışlamadım.
Arkamızdan “Türk Solu” dergisini kaç kez çıkardıklarını söyleyemeyeceğim. Belki de bir iki sayı. Türk Solu’nun sahibi Şerif Teben derginin artık çıkış amacına uygun olma niteliğini düşünerek yayınına son verdi.