Asmayalım Da Besleyelim Mi?
ASMAYALIM DA BESLEYELELİM Mİ?
Türkiye’nin gündemini sorunlar değil, olaylar tayin ediyordu. Çevik Bir, kısa zamanda bol bol işlenen ve çabuk tükenen bir gündem maddesi oluverdi. Onun yerini, terörist elebaşı Abdullah Öcalan’ın idamı konusu, daha doğrusu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin tedbir kararı aldı. Milyonlar, bir caninin asılmasını istiyor, hükümet ortaklarından bu konuda aykırı görüşler çıkıyor, AİHM ise “idam edilmesin” diyordu.
Hükümet ortaklarından en zor durumda olan parti MHP’ydi. 18 Nisan 1999 seçimlerindeki başarısının önemli bir bölümünü PKK karşıtlığına ve bu doğrultudaki vaatlerine borçlu olan MHP, diğer ortaklarının ve onların da etkisinde kaldığı AİHM’in kararına boyun eğecek miydi? Başkent kulislerinin gözde konusu cumhurbaşkanlığı tartışmaları ola dursun, milletin gündemi bu sorunun cevabına endekslenmişti.
Önceleri “Apo asılmalı mı, asılmamalı mı?” sorusuna dahi tahammül gösteremeyen MHP, yavaş yavaş tavır değiştiriyordu. Tabi bu değişim bir üslûp dahilindeydi. Terörist elebaşının idamı konusunda, “Teenni ve aklı selim ile davranmak” gerekliydi… 11
Öcalan konusunda tavizsiz bir tutum sergileyen MHP, ne olduysa yumuşama sürecine giriyordu. İlginçtir, daha öncesi ve sonrasındaki değişik kriz konularında olduğu gibi, MHP, ortaklarıyla “restleşip” heyecanları yükselten bir süreç yaşatıyor, tam insanlar, “ipler koptu, kopacak” yorumlarını yapmaya başladığında “havlu atan taraf” oluyordu.
Net bir şekilde “Apo asılmalıdır, asılacaktır” diyen MHP gitmiş, yerini, konunun hassaslığından dem vuran, soğukkanlı ve ajite edilmeden değerlendirilmesi gerektiğini savunan ve “Burada heyecanlanmaya, komplekse kapılmaya gerek yok. Türkiye’nin menfaatlerini çok iyi değerlendirmemiz lâzım. Bu meselenin Türkiye’nin gündeminden kalkması lazım” diyen bir MHP alıyordu. Daha düne kadar Abdullah Öcalan’ın idamı konusunu açıkça bir egemenlik sorunu olarak gören ve Türk adaletinin verdiği kararı bazı dış odakların alacağı kararla değiştirilemeyeceğini söyleyen Devlet Bahçeli, söylem değiştirmeye başlıyordu.
Bahçeli’nin söylem değiştirmesini ağaşığıdaki görüşler eksenindeki destekleyenler vardı:
“Türkiye, 1954 yılından beri Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin imzacısı. Türk anayasaları, bu çeşit uluslararası sözleşmeleri iç hukukun bile üstünde bir yere koyuyor, hatta bir bakış açısına göre, imzacısı olunan uluslararası sözleşmeleri anayasayla eşit seviyeye getiriyor.
1954 tarihli bu sözleşmenin yanına, bir de 1990’dan itibaren geçerli olmak üzere kabul ettiğimiz Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkını ve mahkemenin yargılama yetkisini ekleyin…
Ve yine bütün bunların üstüne 1984 yılında Türkiye Avrupa Konseyi üyeliğini yitirmek üzereyken bu kuruma verilen ve idam cezalarının ‘de facto’ kaldırıldığını bildiren devlet sözü niteliğindeki moratoryumu da katın…
Bu şartlar altında, AİHM’in bir kararının uygulanıp uygulanmamasının tartışmasının bile yapılmaması gerekir, öyle değil mi?.. ”12
Türkiye önemli bir yol kavşağındaydı… Apo asılmamalı, çağdaş dünyadan kopmamalı, AB’ye girme sürecinde kırmızıdan sarıya dönen ışığın yeşil olması engellenmemeliydi.
Peki, ya şehit ailelerine verilen sözler ne olacaktı? Verilen diğer sözler ne olduysa… Memleketin âli menfaatleri neyi gerektiyorsa, öyle davranılacaktı. Apo konusunda gelinen noktada yüce çıkarlar terörist başının asılmamasını gerektiriyordu. Ve asılmayacaktı da.
Şehit aileleri idam için bastırıyor ancak seslerini duyuramıyorlardı. Sesini en kolay duyuran kişi Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel Saraybosna’dan konuşuyor, açıklamalarını Türkiye’ye dinletiyordu. Öcalan’ın idamını “çok nazik bir mesele” olarak tanımlayan Demirel, “Türkiye’nin Avrupa’nın bir parçası olup olmadığına karar vermeliyiz. Öyle yarım yamalak kararla olmaz. Avrupa’ya gireceksek, şartlarını da kabullenmeli” diyordu.
Apo konusunda gerekli mesajını veren Cumhurbaşkanı, kendi geleceğiyle ilgili mesajı “kendim için istemiyorum” vurgusuyla içine ilk kez “5+5 formülü”nü de katarak dile getiriyordu:
“Eğer siyasi partiler cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine hâlen hazır değillerse, Türkiye Parlamentosu da seçilmesine hazır değilse, yapılacak iş, mevcut sistemi sürdürmek. Ama mevcut sisteme birtakım değişiklikler getirilebilir. Yedi sene çoktur cumhurbaşkanlığı için. Beş seneye indirmek lâzımdır. Bu da yine bir iyileştirmedir. Kişiye bağlı olmayan bir iyileştirmedir. Bir defadan fazla seçilmeyi de düşünmek lazımdır. ”13