Baksı Hanseyit
Baksı Hanseyit
Bir Türkistan akşamında, günün yorgunluğunu atmak için yaptığımız gezintiler sırasında, Ahmet Yesevî’nin kızı Gavhar Ana Türbesinin türbedarının; “ Zikir var, görmek ister misiniz?” sorusuyla bende başlayan heyecan, bizi baksı Hanseyid’e ve İslam öncesi Gök Tanrı dininin hâlâ, İslam içinde yaşayan izlerinin içine götürecekti.
Bu soruya ilk tepkim, hayretle açılan gözlerle kendisine bakarken, “Yesevî zikri mi?” diye sormak olmuştu. Doğrusu Türkistan’a geldiğim günden beri Yesevîyeden izler aramak peşindeydim. Türk mutasavvıflarının ilk ve en büyüklerinden Ahmet Yesevî Hazretlerinin yolcularından bir haber, bir bilgi kırıntısı aramaktaydım. Buraya gelmeden önce okuduğum bir kitapta Amerikalı araştırmacı, Yesevîye tarikatının bugün de devam ettiğine dair iddialarda bulunuyordu. Aleksandır Benigson isimli Orta Asya uzmanı meşhur Amerikalı’nın yazdıklarına göre “Yesevîye, Sovyet ihtilâli olduğunda hâlâ takipçileri bulunan tarikatlardandı. Hatta o dönemde Yesevîye’nin ileri gelenleri, önce Sovyet ihtilâlini desteklerler fakat çok geçmeden sosyalistlerle ilişkileri bozulur ve onlarla mücadeleye girişirler. Bu mücadeleleri Sovyetler döneminde de uzun yıllar devam eder.” Araştırmacının eserinde, önce ihtilâlin neden desteklendiği, sonra niye karşı mücadeleye başladıkları ve bu mücadele sırasında ne gibi tavır ve eylemler geliştirdiklerine dair bir bilgi yoktu. Doğrusu ilk iki sorunun cevabını bulmak pek zor değil gibi görünüyordu: Önce bir aldanma ve destek, tanıdıktan sonra karşı koyuş. Yesevîye ve sosyalistlerin fikir ve tavırlarını düşününce, aralarındaki ilişki böyle gelişmiş olmalıydı. Ya sonrası? Hangi tavırları geliştirdiler? Sovyetlerle mücadelede hangi strateji ve taktikleri kullandılar? Pasif veya aktif ne gibi eylemler geliştirdiler? Bunları tahmin etmek dahi güçtü. Üstelik Benigson, Yesevîyenin, ihtilâl döneminde “İşanlar” adıyla bilindiğini, Sovyetlerin dağılmasından sonra da İşanların var olabileceğini yazıyordu. Tarihin belki, en baskıcı rejimlerinin altında yaşarken ve üstelik onunla çatışırken varlıklarını nasıl sürdürebildiler? Yeni üyeler aldılar mı? Aldılarsa, onları nasıl sınadılar ve onlara nasıl teklifte bulunabildiler? Kendi aralarındaki iletişimi nasıl kurdular? Bugün kaç kişiydiler?
Sorular bir bir tekrar aklımdan geçiyor, merakım ve heyecanım artıyordu.
Gavhar Ana Türbesini ziyarete gidip gelirken, Türbenin yanında küçük bir evde yaşayan türbedar aile ile ahbaplık kurmuş ve kendilerine Yesevîye’nin bugün de olup olmadığına dair üstü kapalı sorular sormuştum. Eğer Türk mistizminin bu ilk organize hareketinin takipçileri hâlâ var iseler, türbedar ailenin bunlardan haberdar olma ihtimali çok yüksekti. Türkistan şehrinin, eski adıyla “Kominizm”, yeni adıyla Yesi mahallesinin arkasında, Arslan Baba Türbesine giden Şavuldur yolu üzerindeki bu küçük türbeyi, mutlaka ziyarete geliyor olmalıydılar.
Doğrusu, bu sorularıma pek tatminkar cevap alamamıştım, zaten çok açık bir cevap da beklemiyordum. Seksen yıl önce, tabir yerindeyse yer altına çekilmiş ve gizlilik perdesini üzerine çekmiş bir yapının, bir iki teşebbüsle ortaya çıkacağını beklemek safdillik olurdu. Yalnız bu teşebüslerimiz bizi Yesevîye’ye veya İşanlara ulaştırmasa da, halk kültürü açısından çok ilgi çekici olan baksılara götürecekti.
Hemen bir taksi bulup yola koyulduk. Türbedarın tarifiyle yol alıyorduk. Türkistan’ın Kızılorda çıkışında bir mahalleye gelmiştik. Mahalle, Şehir Hakimliğinin (valiliğinin), halka dağıttığı beş yüz metre karelik araziler üzerine, kişilerin kendi yaptığı kerpiç evlerden kuruluydu. Aracımızın mahalleye girmesiyle köpek sesleri de artmaya başlamıştı. Nihayet bir avluda durduk ve bizleri karşılayan ev sahiplerinin sıcak tavırlarıyla içeriye alındık. Eve girerken üzerine neyin olduğunu tam anlayamadığım gür bir ateş yanıyordu.
Doğruca salona alındık. Evin geniş salonunda, duvar diplerine serilen ve adına “körpece” denilen geniş yer minderlerine oturmuş bir kalabalık vardı. Belli ki, hepsi de zikir için gelmişlerdi. Girişten sağ tarafa erkekler, sol tarafa ise kadınlar oturmuştu. Kalabalık arasında bizim oturacağımız yerin boş bırakılmış olması ve hemen bu boş yere buyur edilmemiz, bizim geleceğimizden buradakilerin de haberlerinin olduğu izlenimini veriyordu. Yerimize oturup, etrafımızdakilerle tekrar selamlaşıp, hal hatır sorarak beklemeye başlamıştık. Salonun dolu olan kapı önleri ile sağ ve sol duvar kenarlarına rağmen, “baş köşe” denilecek duvarın kenarı boş duruyordu.
Çok geçmeden, bu kısmın neden boş tutulduğunu anlayacaktık. Üçü kadın yedi kişi, topuklarına kadar inen beyaz entarilerin içinde salona girdiler ve kendileri için ayrılan yere oturdular. Başlarında da alınlarına bantlar takılmış beyaz örtüler vardı. Gözüm önce bantların renklerine takıldı; biri hariç diğerlerinin başındakiler yeşildi. Anadolu’da Alevi yerleşimlerine yakın yerlerde satılan Hz. Ali veya Hacı Bektaş temsili resimlerinde görülen veya semahları gösteri haline dönüştüren bazı folklor ekiplerinde oyuncuların başlarına bağladıkları tonda bir parlak bir yeşildi bu. Hatta başlarındaki beyaz örtünün duruşu da semahçıların başörtülerini çok andırıyordu. Beyazlar içindeki üç erkeğin sağına, üç kadının da soluna oturduğu ortadaki kişinin ise başındaki bant kırmızıydı; kızıla çalan bir kırmızı. Daha sonra adının Hanseyit olduğunu öğreneceğim ortada oturan bu kişi belli ki, en büyükleriydi.
Hepsi de kendisinden çok emin tavırlarla hareket ediyorlardı. Kırmızı bantlı olan, biz de dahil olmak üzere salondakilerle baş ve göz hareketleri ile selamlaştıktan sonra Besmele çekerek toplantıyı açtı. Sıralamasını yanlış ve sayıları eksik hatırlıyor olabilirim ama Sayram’da İbrahim Ata, Şavuldur’da Arslan Baba, Türkistan’da Yesevî Baba, Gavhar Ana, Umay Ana, Ökeş Ata… başta olmak üzere pek çok evliyanın ruhu için fatihalar okundu. Toplu halde, Esma ül Hüsna’dan bazı isimler tekrarlanmaya başladı. Bazen Kazakça ilahiler de okunuyordu. Yarım saat belki biraz daha fazla bir süre geçmiş olmalıydı ki hep birlikte ayağa kalkıldı. Beyaz giysili olanlar salonun ortasına doğru yürüdüler.
Bellerine bağladıkları kuşak yeni dikkatimi çekiyordu. Her birinin başlarındaki bantla aynı renkte kuşakları vardı. Hanseyit, topluluğa açıklama yaparken onlar da bellerindeki kuşağın arasına sıkıştırdıkları kamçıları çıkarıyorlardı.
Hanseyit, “bizim işaret ettiklerimiz ortaya çıkacak ve kendilerine gözleri açmaları söylenene kadar gözlerini kapalı tutacaklar” diyordu. Bu sırada diğer kenarda bekleyenlerin görevi, yüksek sesle “dak salma” sözünü tekrar etmekti.
Önce, kendileri “dak salma” diyerek ikinci bölümü başlatmışlardı. Topluluk hep bir ağızdan, aynı şeyi tekrar ediyordu. Sonra Hanseyit başta olmak üzere her biri, bir kişiyi salonun ortasına çağırdılar. Çağırma yöntemi de ilgi çekiciydi. Ellerindeki kamçıyı daire haline getiriyor ve muhataplarının başından geçirerek boyun kısmına indikten sonra kendilerine doğru çekiyorlardı. Ortaya çıkan insanlar, “dak salma” seslerinin arasında gözleri kapalı kendi etraflarında döndürülüyorlardı. Bu esnada, kimi Mevlevi semazenleri gibi kendi etrafında dönüyor, kimisi zıplamaya başlıyor hatta bazıları kendilerini yerlere atıyordu. Kişilerin süresi bittiğinde Hanseyit’in kontrolünde gözlerini açması söyleniyor ve yerlerine geçiyorlardı.
Hanseyit, kamçısını boynuma takıp beni, ortaya çağırdığında kısık sesle teşekkür ettim. Ortaya çıkmak istemediğimi görünce çok ısrar etmedi ve beni bırakarak yanımdakine geçti.
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama salondaki herkes birer kere ortaya çıkmıştı ki, büyük bir bakır leğenin içinde ısıtılarak kızıl kor haline getirilmiş döküm soba kapağı, salonun ortasına getirildi. Eve girerken gürül gürül yanan ateşin, bu soba kapağını kızdırmak için yakılmış olduğunu yeni anlıyordum. Salonun ortasındaki beyaz gömlekli yedi kişi sırayla çıplak ayaklarıyla, kalabalığın hayret dolu bakışları arasında, kızıl kor halindeki soba kapağına vuruyorlardı. Topluluktaki “dak salma” sesleri iyice yükselmişti. Her biri iki veya üç kere sırayla kapağa ayaklarını vurdular. Her tur tamamlandıktan sonra, bir kişi kapağın üzerine çok az bir su döküyor ve kızıl kor halindeki kapağın üzerinde su hemen buharlaşarak yok oluyordu.
Bundan sonra Hanseyit, eline yine ucu kızıl kor haline getirilmiş bir demir çubuk alarak, sırayla herkesin önünde duruyor ve çubuğun kor ucunu diliyle yalayarak insanların yüzüne üflüyordu. Tek tek bu harekette tamamlandıktan sonra dualar okundu ve amin denildi.
Kalabalık dağılırken bize, kalmamız için işaret ediyorlardı.
Evin hanımları, kişmiş üzüm, kaysı çekirdeği kurusu ve renkli şekerlemelerin yer aldığı tabaklarla birlikte çay ikram ediyorlardı.
Aralarında bulunduğum bu kişilerin “İşanlar” olmadıklarını anlamıştım. Okuduğum kitaplardaki Yesevî toplantılarından farklı bir şey olmalıydı bu.
Henüz ilk çaylarımızı bitirmemiştik ki, uzun boylu, esmer, bıyıkları dudaklarının kenarından hafifçe sarkmış bir kişi içeriye girdi. Gelenin, biraz önce başında kırmızı bandıyla toplantıyı idare eden Hanseyit olduğunu anlayamamıştım. Benim bu halimi fark edenler geleni tanıştırdılar. Biraz evvel kendinden emin, dünyanın hakimi gibi davranan kızgın koru ayağıyla tepeleyen, diliyle yalayan kişi gitmiş, yerine omuzları çökük, sakin tavırlı hatta biraz çekingen denebilecek 45–50 yaşlarında bir Kazak gelmişti.
Tanışma ve hal hatır sorulmasından sonra toplantı hakkındaki fikrimi sordu. Doğrusu benim de soracak çok sorum vardı. Şaşırdığımı gizlemedim ve bunun “klasik Yesevî zikri” olmadığı hakkındaki kanaatimin doğru olup olmadığını öğrenmek istedim.
Hanseyit, “Yesevî Babayı biz de çok sayar ve severiz ama bizim yaptığımız Yesevî zikri değil, biz baksıyız” dedi.
Baksı, tarihi bilgilerden okuduğumuz şamanlar, kamlardır. Şamanizm veya Gök Tanrı dininin, din adamlarına verilen isimdir.
“Ama toplantıda pek çok İslami unsur vardı. Hatta bir ara siz, bir iki kişiye namaz kılmayı öğrenmesini ve namaza devam etmesini tavsiye ettiniz. Baksılık şamanizmde var, burada bir çelişki yok mu?”
Samimi bir tebessümle Hanseyit, “söyledikleriniz doğru” dedi. “Atalarımız İslam dinini kabul ettikten sonra, Müslüman din adamları baksı adetlerine çok olumlu bakmamışlar. O dönemde yaşayan baksılar da, baksılığın İslama ters gelebilecek usullerini bırakmışlar ancak İslama aykırı olmayan yöntemleri uygulamaya da devam etmişler. Bu arada zaman içinde, İslam mistizmiyle paralel Allah’ın isimlerinin tekrarı, Peygamberimize salavat gibi unsurları da ilave etmişler. Böylelikle aradaki çatışmalar bitirilmiş yani baksılık, İslam’a uygun hale getirilmiş. Bizler, atalarımızın İslam’ı kabulünden önce de yapıldığı gibi bazı hastalıkların tedavisi ile uğraşır olmuşuz. O gördüğünüz kişilerin çoğunun rahatsızlıkları vardı. Bunlara yardım etmeye çalıştık. Din olarak bizler de elbette Müslüman’ız.”
Hanseyit’le böyle ilginç bir tesadüfle başlayan dostluğumuz uzun süre devam etti. Hatta dönemin Başbakanı Bülent Ecevit tarafından özellikle takip edilen ve Tanıtma Fonundan destekle çekilen “Hacı Bektaş Belgeseli” için çekim ekibi Türkistan’a geldiklerinde, bu yörede baksı geleneğiyle ilgili çekim yapmak ricamızı kırmayarak çekimlere izin verdi.
Bu belgeselle, artık Hanseyit, baksıları ve onların geleneklerini Türkiye’de tanıtan belki de ilk baksı oldu.