Banu Ergüder
Sırrı Öztürk: “Banu Ergüder”
12 Mart döneminde cezaevinde yatan ve Türk solunu yakınen bilen Sırrı Öztürk o dönemde sol örgütlerin davalarından yargılanan Devrimci gençlerle de birlikte kalmıştı. Bunlardan biri de sandık cinayetinden yargılanan Banu Ergüder’di. TİİKP dava sanıklarından ve bu çevreyle ilişkili tutuklulardan aldığı bilgilerle Banu Ergüder ve Sandık Cinayetiyle ilgili geniş bir analiz yaparak şunları anlatıyor:
12 Mart 1971’in cezaevleri yalnızca erkek tutsaklardan oluşmuyordu. Erkeklerin sayısına denk düşmese de kadın tutsaklar da bu süreçten “nasip”lerini alacaktı. Aynı dönem ve aynı cezaevlerini paylaştığımız kadın arkadaşlar ayrı koğuşlarda kaldığından, cezaevindeki yaşamlarıyla ilgili somut gözlemlerimizi burada anamıyoruz. Onların düşünce-davranış çizgileri ve evrimleriyle ilgili anıları bu nedenle kaleme alamamıştık.
Behice Boran, İlkay Demir vb. arkadaşları bir yana bırakıp Banu Ergüder’i anmak ihtiyacı nereden kaynaklanıyordu? Behice Boran, Tarihi TKP’nin Zeki Baştımar kanalından 1.TİP’in Genel Başkanlığına gelen Marksist kadınlardan; İlkay Demir 1.TİP, FKF ve Dev-Genç kanalından THKP-C örgüt üyeliği sürecini yaşayan kadınlarımızdan ve önde gelenler arasındaydı. İkisinin de “örgüt” ve “parti” deneyimi vardı; karşıt saflarda olsalar da bu özellikleri seçiliyordu. Banu Ergüder’in ise, benzeri bir deneyimi yoktu. O da PDA ayrışmasında bir “örgüt” ile ilişkiliydi; bu türden bir “seçim” yapmıştı. Fakat PDA, Tarihi TKP, TİP ve bu sürece kimi “haklı” eleştiri on an kopuşu simgeleyen THKP-C gibi bir kümelenme yerine bir türlü geçemiyordu. Son tahlilde PDA’da bir siyasal eğilimi temsil ediyordu. Bu eğilim, başından beri sicili son derece bozuk ve kimliği tartışmalı kimseler aracılığıyla kendine yer bulabiliyordu siyasi “sol” yelpazede. Onlara “Maoist” denilmesi bile büyük devrimci önder Mao Tse Tung’a hakaret sayılmalıydı. Fakat Türkiye adeta köpeksiz köydü. Siyasi şarlatanlar, kimliği tartışmalı olanlar, aşırı kariyerizm düşkünleri ve aşırı teorizm ile aşırı entelektüalizmin batağında maskaralık yapanlar PARTİ yerine “örgüt” kuruyordu; kurabiliyordu. Bu yüzden, birer “örgütler anarşisi” ortamı yaratılmasına çanak tutan kimi hizipçilikleri, birer gerçeklik olmalarına rağmen, bir türlü örgüt, grup vb. yerine koyamıyordu insan.
Banu Ergüder ve onun gibi genç insanlar da, bu sürecin, Devrimci ve Sosyalist Sol Hareket içinde rol alıp, sorumluluk üstlenenlerin “günah çocuğu” sayılmalıydı. Kadın arkadaşlar arasında yalnızca bu nedenle onun portresini çizmek istedim.
İstanbul, Rumelihisarı’nda oturan, 1951 doğumlu Banu, Boğaziçi Üniversitesi Fen ve Yabancı Diller Bölümü 4. Sınıf öğrencisi. Ekonomik durumu son derece iyi bir aileden geliyor. Sağlıklı, boylu poslu insan güzeli bir kızcağız. “Sandık Cinayeti” Davası sanıkları şu isimlerden oluşuyor:
1. Banu Ergüder 8. Kemal Kılıç
2. Garbis Altunoğlu 9. Ardeşez Markoz
3. Ümit Necef 10. Erdoğan Özgün
4. Zuhal Aksoy 11. Müzeyyen Erözen
5. Zehra Ağralı 12. Muzaffer Bal
6. Sağman Kayatekin 13. Şükrü Aydın
7. Yunus Pıtırlı
Sanıklardan Ümit Necef (141/1.Md.) dışında tümü, TCK’nun 14 1/5.Md., Banu ve Garbis ise, TCK’nun 450/4-9.Md., ayrıca Garbis, bir de TCK’nun 64/2. Md.,ve 6136 sayılı kanunun değişik 1308/13. Md. göre yargılanmıştır.
Dava’da, haklarında koğuşturmaya yer olmadığına karar verilen sanıklar:
1. M. Adil Ovalıoğlu
2. Nail Satlıgan
3. Ali Kaplan
4. Garip Aydındağ
Haklarında Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nce soruşturma istemi bulunan ve kaçak olarak aranan sanıklar ise:
1. Zeynel Aydındağ 5. Zafer Kars
2. Münir Atalay 6. Ergün Atalay
3. Reşat Yaşar 7. Sabetay Varol
4. Sami Ovalıoğlu 8. İsmail Kaplan
1961 Anayasası’nın getirdiği sınırlı burjuva demokratik ortamda, tarihsel geleneğini temsil etmeyen, sınıflar mücadelesinden gelmeyen kimi “sol”ların becerileriyle insan katletmeye kadar vardırılan “örgüt”ler ve “eylem” biçimleri icat edilmiştir. Sıcak mücadele koşullarında, burjuvazinin yarattığı ve neden olduğu haklı ulusal ve sosyal kurtuluş savaşlarında, devrimcilerin zorunlu kullanmak durumunda bırakıldığı “devrimci karşı şiddet”in neden olduğu insan kayıpları, bizim örneğimizin dışında bir değerlendirmedir. Çünkü bunun (insan kanı dökme onaylanmasa da) bilimsel bir açıklaması vardır. Oysa, kimi örneklerde, bu arada “Sandık Cinayeti” olarak anılan Dava’da “insan katletme”nin bilimsel ve akılcı bir açıklaması yoktur. Komünistler, bu konuda son derece titiz ve emekçi halkı ikna edici bir yol izlemek durumundadır. Burjuvaziye geri tepmeli bir silah kullanma hakkını, inisiyatifini ve fırsatını veren bir devrimci anlayış mutlaka tartışmalıdır.
Banu Ergüder’in, M. Adil Ovalıoğlu’nun öldürülmesi olayı çerçevesinde temellenen “Sandık Cinayeti” Davası, 12 Mart 197l’lerde siyasal ekonomik krizden çıkamayan burjuvazinin, tarihsel ve sosyal haklılıklarıyla ülkedeki ulusal ve sosyal kurtuluş talepleriyle öne çıkan örgütlenmelerin PARTİ ve BİRLİKTELİK yaratacağı bir süreçte, devrimci safların hiç de hakketmediği burjuva spekülasyon ve karşı saldırılarına da neden olmuştur. Bu türden “dava”lar işçi sınıfı hareketi, sosyalist hareket ve özgürlük talepleriyle Kürt yoksul köylülüğün muhalefetini yan yana getirmek, birbirinin dilinden anlamak ve iktidara yürümesini sağlamak bir yana; işçi sınıfını, emekçileri, yoksul köylülüğü, devrimci gençlik ve aydın hareketini birbiriyle zıtlaşan, düşmanı bırakıp birbiriyle cebelleşen bir konuma da getirmiştir; bu türden çok çirkin bir tablonun oluşmasına katkı getirmiştir. Sosyalistlerin haklı çıkışlarını perdelemek istemiştir. Kadrolar arası iletişim ve diyalogun istenmeyen boyutlara ulaşmasını tahrik etmiştir. Sosyalizme sempati duyan kütleleri ters yönde etkilemiştir. Sosyalistlerin emekçiler katında kazandığı haklılık, meşruluk ve yasallığı baltalamıştır.
Türk solunda “örgüt” rekabeti ve kişisel tepişmeler aşkına yapılan yanlışlıkların bilimsel açıklaması elbette yapılacaktır; vardır da. Birer anı niteliği taşıyan ve bizim kağıda dökülmesini uygun bulduğumuz yazılı malzemeler, bu konuda araştırma yapanlar tarafından mutlaka değerlendirilecektir. Bu yolda kalıcı ve işlevsel çalışmalar yapılacağına olan inancımı sürdürüyorum.
“Sandık Cinayeti” Davası’nı kurgulayan olaylar silsilesi, 1970’lere gelirken ülkedeki “sol” siyasi oluşumlara Çin Devrimi ve onun tarihsel önderi Mao Tse Tung’un görüşlerini benimsediğini sanan gençlerin Tarihsel TKP, 1 .TİP’in ülkedeki sosyal muhalefeti kucaklayamadığı, yönetip yönlendiremediği, devrimci saflarda sağ tasfiyeciliğin egemen olduğu bir zaman kesitinde oluşmuştu. Anılan örgütler de “sol”dan girişilen muhalefetin uzantısında yeşerme olanağı bulmuştu. TİP’e muhalefet, “Partisiz Sol”u yaratırken, kitleselleşen Dev-Genç dışında tam 600 adet yerel-ulusal ölçekte sosyal muhalefeti örgütleyen, ayrıca temsil eden inisiyatifler vardı. Bu 600 dernek, birlik vb. tabanda mutlaka iş yapıyordu. Anılmaya değer bir etkinliği vardı. Devlet de bu kurumlaşmaların ne anlam taşıdığının farkındaydı. TİP’e haklı gerekçelerle muhalefet eden kadrolar “Partisiz Sol” kümelenme yerine, sosyal muhalefeti örgütleme becerisini gösteremiyordu. Anadolu coğrafyasına yayılan bu 600 dernek, birlik vb. adeta birer “örgüt” gibi çalışıyor ve işlevsel olmaya özeniyordu. Bu inisiyatifleri yerel şura’lar yada Sovyet’ler yerine de koyabiliriz. Türkiye’ye özgü bu türden kümelenmeler Proletarya Partisi potasına akıtılmalıydı. Fakat bu süreçte rol ve sorumluluk alan herkes, hepimiz bu zenginliğimizi yeterince değerlendiremedik. Değerlendirmeye çalışanları da birer “ahmak” yerine koyup çiftelemeyi uygun bulanlar türedi. Hem sağ teslimiyetçi, hem de “sol” teslimiyetçi oportünist kadrolar, doğruları arayan, hakikati yansıtan ve Marksizmi bu coğrafyada özgün biçimde yorumlamaya aday kişilikleri ve kadroları çifteleyebilmişti.
İşte PDA hizipçiliği “Partisiz Sol”un “günah çocuğu” olarak doğmuştu. Tarihi TKP’nin ülkedeki kadroları, en başta da Mihri Belli’nin bu açıdan oldukça yoğun eleştirilere hedef olduğu bilinmektedir.
PDA hareketine karşı, Dev-Genç’in, daha sonra kurulan THKO ve THKP-C’nin de kendi meşreplerince “haklı” gördükleri eleştirileri olmuştu.
Bu eleştirilerde Tarihi TKP ve l.TİP’in ise, SSCB’nin dış politikasına uyumlu bir tavrı vardı. Sovyetler Birliği ile Çin Halk Cumhuriyeti arasında cereyan eden çelişkiler, bize ABD’nin süzgecinden geçercesine, emperyalizmin değirmenine su taşırcasına yansıtılıyordu. Tarihi TKP’ni asla temsil etmeyen kimi sorumsuzların sosyal asalak tavırları “Sovyet dalkavukluğu” derecesine inince sorun bilimsel ölçülerde tartışılamaz bir konuma dönüşecekti. Oysa ülkemiz komünistleri dünya devrimci deneyim ve sürecine alabildiğine nesnel bakmalıydı. Parti ve kurumlaşma deneyimlerimiz, bir yandan burjuvazi, öte yandan hareketin içindeki küçük burjuva “sol”un sapkınlıklarıyla kötürümleştirilince ipin ucu sosyal pratikte kaçırılmıştı.
PDA hizipçiliğine muhalefet eden her birimin oldukça “haklı” gerekçeleri vardı. Bu muhalefet Çin Devrimi ve onun liderini karşıya almak anlamını taşımıyordu. Kuşkusuz işi o kerteye kadar götürenler de vardı. Özellikle PDA kaynaklı kümelenmeler bunun dışındaydı.
PDA’nın ülkeyi bırakıp Çin’den ithal ettiği “devrim”, “örgüt”, “strateji ve taktik” anlayışları, Türkiye coğrafyasında, sosyal pratikte yeşermeyip yanlış olduğu anlaşılınca, PDA’dan kopmalar da boy verecekti.
PDA’nın düşünce-davranış çizgisindeki perişanlığın temelinde yatan en belirgin etken bu “ithalat” işiydi. İkincisi, bu kesim temsilcilerinin siyasi, ahlaki sicilleri çok bozuktu, küçük burjuvazinin bütün rahatsızlıkları PDA hareketine yansımıştı. Burjuva ideolojisi ve revizyonizm bu saflarda kol geziyordu. Kemalist milliyetçilik, şoven ve sosyal şoven vb. anlayışlar PDA’nın siyasi “vukuatı”nın temelini oluşturuyordu. O dönem birçok akım bu düşünceler uzantısında adeta felçliydi.
Ne zaman ki, ülkede Bilimsel Sosyalizm özümsenmeye başlandı, Marksizmin devrimci yorumu önem kazandı, PDA’nın da “ithalat” işi revaçtan düşmeye başlayacaktı.
Aydınlık Sosyalist Dergisi’nin ikiye ayrılmasıyla ASD ve PDA siyasi çizgileri ortaya çıkacaktı. ASD’nin “reddi” ile de THKP–C kurulacaktı… THKO’nun “reddi” ise, top yekün devrimci ve sosyalist geleneklerin dışında bir örgütlenme ayrışmasıydı. Ötekiler gibi bir “teorik” dayanağı yoktu.
PDA’cıların tercüme bürosu gibi çalışan “Maoist” önder kadrosu (ki, başkaca yetenekleri yoktu), sosyal pratikte açığa vurulan teorik-pratik perişanlıktan sonra doğallıkla ayrışacaktı.
Kendi payıma yanlıştan ayrışan yada aykırı düşünenleri, bu türden kurgulamayı seçenleri için için çok seviyordum. Kendilerini tanımasam da böylelerinin evrimini titizlikle izlemekteydim.
Çin ve Mao konusunda kökten bir reddi içermese de İbrahim Kaypakkaya’nın PDA eleştirisinde kendince “haklı” ve mantıki gerekçeler bulmak mümkündü.
Garbis Altınoğlu ve arkadaşlarının ilkin içinde yer alıp sonradan eleştirerek kurtulmak istediği “gelenek” hakkında öne çıkardıkları eleştirilerde de kendi meşreplerince bir “haklı” yan elbette bulunacaktı. Gençler yerlerini bulamamıştı.
PDA sapkınlığı, açılan siyasi kanalda hem kendi içinde hem de dışında oluşan düşmanlıkların da tahrikçisiydi. PDA’cılığı kökten reddedenler işçi sınıfı temelinde özgün bir siyasi seçim yolunu ancak bulabiliyordu. Konuya şu yada bu nedenlerle yaklaşarak eleştiri yöneltenler ise, aradan yıllar geçtikten sonra ayakları suya erebiliyordu.
Garbis Altınoğlu ile M. Adil Ovalıoğlu’nun PDA’cılıktan koparak kuracakları “örgüt”ü gerçeklendiren görüşleri şu noktalarda düğümleniyordu: (… PDA liderleri emekçi kitleye inmeyip; şehirlerde burjuvazi bir yaşantı içinde basın yayın yolu ile sosyalist edebiyatı yaptılar… ) (26. 3. 1973 tarih, Esas No: 1973/73, İddianame’de Garbis’in ifadesi) PDA’cılardan kopma nedenleri:
1. Devrimci mücadele içinde olgunlaşmış kendilerini ispat etmiş kadrolar olmadan devrimci bir örgüt kurulamaz.
2. Kendini mücadele içinde göstermemiş bir kimse, örgüt içinde önemli bir mevkie getirilemez. Halbuki, PDA’cılar daha başta, belirli kişileri merkez komitesi üyesi gibi mevkilere getirmişlerdir.
3. Kesin bir örgüt yapısı ve hiyerarşisi olmadan da bir grup, kendi arasında belirli bir disiplin kurabilir.
4. Mademki Mao görüşü köylü kitlesine dayalıdır, o halde bu kitleye inilecek ve devrimci fikirler aşılanacaktır.
5. Halk yığınlarının mücadeleye henüz katılmadığı başlangıç döneminde, (İşçi Köylü) gazetesi ve (Şafak) gibi yayın organlarının dağıtılması hem gereksiz, hem de zararlıdır.
PDA’cılık sapkınlığı bir “örgüt” yerine konulduğunda bu sapkınlıktan yeni ve başka türden sapkınlıklar türeyecekti. Garbislerin “şanssızlığı” buradan ileri geliyordu.
Büyük çoğunluğu Robert Kolej ve Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi olan PDA’cı gençler, diğer okullardan öteki PDA’cılarla birlikte işte yukarıda özetlenen gerekçelerle “yeni” arayışlara girecekti.
Oluşturulması düşünülen “örgüt”ün tüzük-programı yoktu. Adı ve işleyişi dar disiplin içinde belirlenecekti. Garbis ve M. Adil’in önde olduğu öteki sanıkların da genellikle Garbis’in etkisinde bulunduğu anlaşılmaktadır. “Örgüt”ün eylem vukuatı: Mao’nun düşüncelerini içeren tercüme kitap teksirine yönelmek, köylü kesimlerinde, üretimde taraftar kazanma düşüncesi, işçi ve gençler arasında sorunları tartışma yeni üyeler kazanma… olarak özetlenebilir. Robert Kolej’den bir teksir ve bir de daktilo çalmak, bunları Doğu Perinçek’e “hediye” etmek. Bir emekçinin nüfuz hüviyet cüzdanını çalmak. Bir dükkandan yiyecek çalarken yakalanmak. Talimat almak ve vermek… Bir de bitmez tükenmez “teorik” tartışma yapmak… “eylem”leri anılmalıdır.
Garbis ile M. Adil arasındaki tartışma ve farklı davranışlardan ötürü ayrışma baş gösterir. Ortaya onulmaz problemler çıkar. Bu problemlerin çözüm yöntemi olarak ikna yerine M. Adil Ovalıoğlu’nun katledilerek ortadan kaldırılması düşüncesi ortaya çıkar. Birisi de çıkıp bu “ikna” yöntemini gerçekleştirir”…
Garbis başta olmak üzere öteki sanıkların ifadeleriyle oluşturulan İddianame’ye göre, “üretim çalışması” yaparak kitleselleşmek istemiyormuş”, “amele elbisesi giyerek Sivas ve Malatya’ya geçmişler”, “ancak bu çalışmalar Adil’e çok zor gelmiş”. Garbis bu konuda: “M. Adil Ovalıoğlu ile bu tarz bir çalışma için Malatya’ya gitmiştik. Ancak, bu arkadaşım alıştığı yaşantıyı değiştiremedi, köylü gibi yaşaması ve çalışması kendisine güç geldi. Bundan ötürü de çalışmaya devam etmedi…” demektedir.
Araya para sorunları, liberal laçka ilişkiler girer ve Garbis tutuklanır. Garbis’in tutuklu bulunduğu sıralarda cinayet kararı verilerek uygulanır. Garbis bu olayı şöyle açıklamaktadır: “Ankara’da tutuklandım, cezaevine girdim. Öyle zannediyorum ki, ben hapiste iken M. Adil, Zeynel ile temas etmiş keza parayı istemiş olmalı ve bundan ötürü, Ümit Necef ile birlikte M. Adil’in öldürülmesi meselesini tahakkuk ettirmişlerdir… Mamafih benim telkinim ile Ümit ve Zeynel’in vermiş oldukları ve uyguladıkları bir öldürme kararı olsa gerektir…”
Banu Ergüder, burjuva bir ailenin kızı olarak lise düzeyindeki eğitimini ABD’de yapar. Aile 1958’den beri ABD’de oturmaktadır. Baba ve anne, çocuklarının yükseköğrenim görmesini sağlamak için onu Türkiye’ye, 196869 öğrenim yılında Robert Koleje yatılı olarak kaydederler. Yatılı okul öğrenciliği iki yıl sürer. Sonra bağımsız bir ev kiralayarak Zuhal Aksoy ile oturmaya başlar. “Sol” kesimden edindiği arkadaşlarla hem Türkçe’sini hem de siyasi “kültürünü” geliştirir. Türkiye’nin sosyo ekonomik yapısını “öğrenir”. Yabancı okulların millileştirilmesi ile ilgili öğrenci etkinliklerine katılır. Bu yolda forum ve toplantılara katılır. Boykot ve yürüyüş derken o da ”sol”daki yerini alır. Kendisi bu süreci ifadesinde şöyle anlatıyor: “… Okuldaki Fikir Kulübü Dev–Genç ismini almıştı. Bir de sosyal demokratların kuruluşu mevcuttu. Hemen hemen bütün sol yayınları okulda bulmak mümkündü… PDA ve ASD’ler geliyordu… Kolejin Dev–Genç örgütüne PDA görüşünü savunanlar hakimdi… Bülent Terem ve Zuhal Aksoy PDA grubunun çeviri çalışmalarında bulunuyorlardı… Mao’dan Seçme Eserler kitabının üçüncü cildinin tercümesini tamamlamışlardı… Bizim evde çevirinin tashihini yapmakta idiler. İşte bu çalışmalar sırasında Zeynel Aydındağ müteaddit defa eve geldi, Bülent ve Zuhal ile birlikte çalıştılar… Bu gelişleri sırasında Zeynel ile tanışmış oldum… Garbis Altınoğlu’nu okulun eskilerinden ve PDA grubu içinde bulunmasından ötürü şahsen tanırdım… 1971 yazında yakalanmış sonra serbest bırakılmıştı…”
Zeynel, Banu’dan zehir ve uyuşturucu madde temin etmesini, labut bulmasını istemiş, evdeki büyük bavulun içine girip çıkarak “prova” yapmış ve o ne dediyse aynen yerine getirmiş!. .
M. Adil Ovalıoğlu’nun öldürülmesi için bütün mizansenler hazırlanır. Bu iş için gerekli bütün malzeme ve araçlar önceden temin edilir, evde bulundurulur. Cinayette kullanılacak tabanca Garbis tarafından M. Adil’den para ile satın alınmıştır.
Banu ve Zeynel, değişik ifadelerine göre, M. Adil’e önce labutla vurmayı sonra da tabanca ile ateş etmeyi tasarlamıştır. Tasarlanan cinayet gerçekleştirilir. M. Adil’in cesedi bavula konur. Taksi, motor, denize atma derken olay aydınlanır. Tasarlanan cinayette “aksilikler” çıkar, ilkin Banu ve ardında dava sanıkları yakalanır. Zeynel ve diğerleri kaçmayı başarırlar.
“Sandık Cinayeti” Davası sanıklarından Garbis ve Ardeşez dışındakileri yakınen tanımak, onlarla tartışmak imkanını bulamadım. Banu Ergüder’in cezaevi yaşamı hakkındaki bilgileri ise devrimci kadın sanıklardan öğrendiklerim ölçüsündeydi. Onun oluşturulan “Komün” yaşantısı dışında, bir “Batılı” yaşam tarzı içinde cezaevinde bulunduğu, spor yaptığını, sağlığına iyi baktığını, bireyci kişiliğinin geliştiğini, bizim cenahın okuduğu kitaplara ilgi duymadığını vb. işitiyorduk.
Banu Ergüder’in Sağmalcılar Cezaevi’nde tanıştığı “adli” hükümlülerden iyi bir delikanlı ile yaşamını birleştirme kararı verdiğini, 1973 sonu çıkarılan “Af” yasasının Anayasa Mahkemesi’nce bozulması sürecinden sonra, cezaevi yaşamına nokta koyduğunu ve yükseköğrenim görmek, Türkçe’sini geliştirmek amacıyla geldiği Türkiye’den, böyle bir “serüveni” yaşadıktan sonra tekrar geldiği ülkeye göçtüğünü basından öğrenecektik.
Banu abla, annemin cezaevi arkadasiydi İzmit ten. Dünyalar guzeliydi. İnsan canlisiydi, kardeşimle çok ilgiliydi, ona oyuncaklar ve bisiklet almıştı. Çocukluğumuzun güzel bir detayıydı. Tabi o zaman sadece “bavul cinayeti” diye aşina olmuştuk, teferruatlı bilmiyorduk. Kaderinde bunu yaşamak varmış.
Şimdi sağ mı değil mi bilmiyorum? Ama yaşıyorsa güzel bir ömür diliyorum, yok eğer ölmüş ise Allah rahmet eylesin.