Yaşam

Cuma Mescidi

Cuma Mescidi

Çimkent yolu üzerinde küçük bir meydanın arkasında, kırmızı tuğlalarla örülü genişçe bir avlu ve içerisinde adına “Cuma Mescidi” denilen Türkistan Şehrinin en büyük camii yer alır. Avlu, çok bakımlı olmamakla birlikte birkaç ağaç ve yediveren gülleri ile düzenlenmiş. 14. asırda, 40 caminin bulunduğu Türkistan’da bu mescit, Sovyet döneminde uzun süre, halkın namaz kıldığı tek mekan olmuş. Bugün, değişik mahallelere açılan küçük camilerle Türkistan’da 19 cami bulunmakta. Halkın dini hayat yönelişi her geçen gün artmaktadır. Türkistan’a geldiğimiz ilk yıl cuma namazlarında yalnızca caminin üst bölümü dolarken üç yıl içerisinde, şehirde artan cami sayısına rağmen alt katları da insanlarla dolmaya başladı. Fakat bu caminin en kalabalık cemaati, bayram namazlarında toplanır. Mevsimin kış veya yaz olmasına bakmaksızın 3–4 bin kişi camiden taşar, Çimkent yolunu boydan boya doldururlar. Karın buzun üzerinde de olsa bayram namazları kılınır. Bu namazlara yaşlı kadınların da katıldığı olur. Bayram namazının hutbesini ise, şehrin valisi okur.
Şehirde Sovyet sonrası yükselen dinî hayatın bir tablosudur sanki bayram namazları. Bu yöneliş, daha çok gençlerde ve yaşlılarda gözlenir. 50 yaşın üzerindeki insanların, namaz surelerini ezberlemeleri, hayret duygularımızı kabartıyor. Hele şu Kazakların “molda” dedikleri din adamlarının katı dinî tutumları olmasa, her halde dinî hayat daha hızlı yayılacak. Yaşadığımız şu kısa hikaye moldaların “kolaylaştırmayıp zorlaştırmalarına” kafi örnektir zannederim.
Bir Ramazan günü, Üniversite tarafından bize tahsis edilen aracın şoförü Hıdırali Ekeyle bir geziden dönüyorduk. Uzun süre beraber olduğumuzdan 50 yaşlarındaki esmer, zayıf uzun boylu bu Kazak’la, büroda amir–memur, özel hayatımızda ağabey–kardeş gibi olduk. Temiz yürekli, inançlı bir adamdı Hıdıreke. O gün uzun süre beraber olmuştuk ve Hıdıreke, ben oruçlu olduğum için yanımda hiç bir şey yememiş ve içmemişti. Hatta yemek vakti geldiğinde, bir şeyler atıştırmasını söylediğim halde gitmemişti. İftara yakın saatlerde, arabada giderken “Hıdıreke sen niye oruç tutmuyorsun” diye sordum. Oruçluya saygısı sebebiyle, o da akşama kadar adeta oruçlu gibiydi. “ Ama ben namaz kılmıyorum ki” dedi. “Olsun” dedim. “Sanki ben, cumaların dışında namaz mı kılıyorum. Namazın yeri başka, orucun yeri başka. Ama oruçlu iken namaz da kılayım dersen elbette daha iyi. Sen de namaz da kıl, oruç da tut.” Bunun üzerine “Namaz kılarım ama, moldalar içki içenler namaz kılamaz diyorlar” dedi.
Doğru, Hıdıreke, Sovyetlerden kalan “tören adaplarına uyup” belki, senede bir kaç kadeh içenlerdendi. Bu kadar içki içtiği için namaz yasaklanıyor, namaz olmayınca da oruç tutması “abes” oluyordu. Anlaşılan moldaların tavrı, ya hep ya hiç yasasına uygundu: “ya İslam’ı tam yaşarsın veya hiç”. Anlamıştım Hıdıreke’yi, ısrar etmedim.
Moldaların bu tavırları, Türkiye’den gidenleri anlamalarında da problem oluşturuyor hatta gerilimlere neden oluyordu. Hoş Türkistanlı dinî görevlilerle Türkiyelilerin arasında gerilim doğmasına “bizim moldaların” katkısı da yok değildi.
Gurbette insan neleri özler, bunu ancak gurbeti yaşayanlar bilir. Hiç tahmin etmeyeceğiniz bir anda, ülkenizde iken pek de düşkün olmadığınız bir yemeğin lezzetini canınız ister, bazen sözlerini bile tam bilmediğiniz bir türkü kulaklarınızda çınlar ve mırıldanırsınız. Vatandan ayrılmayanlar, vatanı bir coğrafya; bir toprak parçası sanırlar. Halbuki vatan, o toprak parçasının üzerinde ki çayıyla çorbasıyla, ezanıyla türküsüyle herşeyi ile bir bütündür. Her ne kadar bu tarihi coğrafyamızda gezerken, pek de tarife sığmayan ama her yerde kendinizden bir şeyler bularak yabancılık hissi yaşamazsınız. Buralar “bir şekilde sizindir” hatta burada doğup büyüyenlerden daha çok, onları yanlış bulduğunuz konularda “böyle yapmayın” diye uyaracak kadar sizindir. Bu hali Türkistan’a gelen hemen her Türkiyeli yaşar. Her ne kadar sizin de olsa bir özlem, sürekli yüreğinizin bir kenarında Anadolu’yu solur durur.
Bir ara her vakitte değişik makamlarla okunan ezan sesini duymak istiyordum. Türkistan’da ezanlar tek makamda okunur ve doğrusu Anadolu’nun geliştirdiği, Itri gibi büyük musikişinasların üzerinde emeklerinin olduğu melodilerle okunan ezanları duymaya alışmış kulaklara bu tek düze makam çok da sıcak gelmez.
Aramızda Türkiye’den gelmiş ezan okuyabilecek arkadaşlarımız vardı. Onların haftada bir de olsa camide ezan okumaları belki özlemimizi biracık olsun dindirebilirdi. Rica ettim ama aldığım cevap beni şaşırtmıştı. “Moldalar izin vermez” dediler. Meğer Türkiye’den giden din görevlileri ile Türkistanlıların arası hiç de iyi değilmiş. Doğrusu hayret etmiştim: Din görevlileri gibi halk üzerinde etkili bir grubun, Türkiye’den gelenlerin aleyhinde olması, ne yapıp edip bertaraf edilmesi gereken bir haldi. Bu soğukluğun nedenleri ise, doğrusu her iki tarafın “molda”lığıydı. Kazak moldalar, Türkiyeliler namaz takkesi giymeden namazlara geldikçe için için bozulurlarmış, herhalde bu “yanlışın” Kazaklar arasında da yayılmasından endişe ediyor olmalıydılar. Bizim “moldalar” ise, Kazak cami hocasının Kuran okurken bazı telafuzlarını düzeltmeye kalkıp güya “ikaz etmişler”. Her hançerede sesler biraz farklı çıkar ama Türkiye’den giden moldaların buna tahammülleri yok.
Böyle iki küçük hadiseyle, moldalar arasında gerilim başlamış. Bunu mutlaka gidermek gerekliydi. Halkla münasebetlerde bu nokta aşılamaz ise Türkistan’da bulunuşumuzun temel sebebi de ortadan kaybolurdu.
Ramazan ayının gelmesinden istifade ederek hemen bir plan yaptık. Ekibimiz üç kişiydi. Emekli Müftü Ramazan Hoca, İslam Tarihi Doçenti ve Eski milletvekilimiz Mehmet Şimşek Bey ve ben. Her ikisi de toleransları geniş insanlardı. Hedef kitlemiz ve gayemiz belliydi; Türkistan’daki din görevlileri ile Türkiye’den gelen grubun birbirine yakınlaşmasını sağlayacaktık. Temel prensibimiz, din görevlilerine ne Türkiye hakkında ne de dinî konularda hiç propaganda yapmayacak, hediyeleşerek ve karşılıklı ziyaretlerle sıcaklık temin edecektik.
Bu planımızdan sadece Üniversitenin Mütevelli Heyet Başkanı Namık Kemal Zeybek Bey’e bahsettik ve yapacağımız harcamalar için de izin aldık. O günlerde, Üniversitenin misafirhane olarak kullandığı Turan Otelinin idaresi bana bağlıydı. “Temsil ve ağırlama faslından” giderlerimizi karşılayacaktık.
Ramazan Hoca ve Mehmet Ağabey bir plan dahilinde Türkistan’daki camileri ziyaret edip görevlilerle ahbaplık kuruyorlardı. Ben de bir yandan hediye işlerini organize ediyor diğer yandan da sabah namazlarına cami cemaatinin içine katılmaya gayret ediyordum.
İlk gittiğim sabah namazında, camiye gelen yaşlılar doğrusu çok şaşırdılar, herhalde sabah namazı için gelen ilk Türkiyeliydim. Çünkü Türkiye’den gelenlerin kaldıkları yerle cami arasında epey mesafe vardı. Hatta ben de namaza giderken yanıma bekçilerden birini alma ihtiyacı hissediyordum.
Gittiğim ilk sabah namazında, imamın namaza başlamasına yakın yetişebilmiştim. Cemaat sadece dokuz kişiydi ve benim de katılmamla on olmuştuk. Bana yoldaşlık eden bekçimiz caminin dışında beni bekliyordu. Namaz bitince hemen ayrılmıştım.
Bir kaç gün sonra daha erken gitmiştim. İhtiyarlardan bir kaçı ile tanışma imkanı bulmuştum. Yaş ortalamaları altmışın üzerinde idi. Beyaz sakallı ve sarıklıydılar. Sarık sarmak Kazak yaşlıları için ayrı bir onurdu sanki. Namaz kılındıktan sonra, en yakınımda olan, kalmam için işaret etti. Safların ucundakiler imama doğru yaklaşarak küçük bir daire oluşturuverdiler. Sıranın sağ yanında oturan İhlas suresini okumaya başladı. Üç kez tekrarladıktan sonra sıra onun yanındakine geçmişti. O da kısa bir Kazakça ilahi okudu. Emin değildim ama galiba Yesevînin hikmetlerindendi. Çünkü dili tam olarak bugünkü Kazakça değildi. Kimi Kuran okuyarak kimisi ilahi söyleyerek halka tamamlandı ve en son uzunca bir dua ile son buldu. Bu ihtiyarlar ya hâlâ tasavvufla ilgiliydiler veya bunlar eski tarikat usullerinden kalma geleneksel davranışları sergiliyorlardı. Emin değildim, doğrusu merak etmiyor da değildim ama sorularımdan rahatsız olabilirler endişesiyle sabrediyordum. Ayrıca eğer tasavvufla bilinçli bir münasebetleri var ve bunları o yüzden yapıyorlarsa, bana zaten bunu söylemeyeceklerinden emindim.
Üç kişilik ekibimizin faaliyetleri, çok başarılı gidiyordu. Ramazan ayının sonuna doğru, yeni dostlarımızı kaldığımız otele, ağız açmaya davet ettik. Kazaklar, Anadolu’nun pek çok yöresinde de kullanıldığı gibi iftara, ağız açma diyorlar. Ayrıca ilginç olan bir husus da “oraza tutma” yani oruç tutma deyimidir. Kazakça’da tutmak fiili, yerine “ustau” kullanılır. Kitabı tutmak, Kazakça “Kitabı ustau” şeklinde söylenir. Ama oruç tutmak yerine oraza ustau denmez de “oraza tutu” olur. Oruçlu olmak “ağız bekitu” yani ağız kapatmaktır. İftar etmek ise “ağız açu”. “Kazakçadaki –u, ekinin Türkiye Türkçe’sindeki –mek, –mak anlamlarını verdiği, herhalde anlaşılmıştır.
Ağuz açarımıza, oldukça kalabalık bir katılım olmuştu. İftara gelen din görevlileri, hep dışarıdan baktıkları Üniversitenin yeni binalarına ilk defa giriyorlardı. Otelin lokanta kısmı, Türkistan’a gelen Cumhurbaşkanlarına da yemek verilen oldukça modern bir salondu. Üniversitenin binalarına olduğu gibi zannederim, misafirlerimizin pek çoğu ilk defa böyle “lüks” bir yerde iftar edeceklerdi.
Biz asla hiç bir şeyin reklamını etmiyorduk. Evimize misafirlerimizi kabul etme nezaketiyle onları karşılayıp izzet ikramda bulunuyorduk. Zaten burası bizim evimiz sayılırdı, kaldığımız yer burasıydı.
Ezanı beklerken, “Bugün bütün hocalar burada, Türkistan iftar edemeyecek” diye şakalaşmalar oldu aramızda. Ezan okundu, Kazak töresince hepimiz oruçlarımızı açmak için ezanın bitmesini bekledik. Sonra en kıdemli olan, oruçlarımızın kabulü için dua etti ve hep beraber ağızlarımızı açtık.
Otelimizin hemen yanında öğrenci yurtları vardı. Sovyet döneminde, öğrenci yurtlarında kız ve erkek öğrenciler aynı yurtta kalırlarmış. Yesevi Üniversitesi yurtlarında ise ayrı binalarda kalıyorlardı ve Türkiye’deki gibi birbirlerine girip çıkmaları yasaktı. Misafirlerimiz bu uygulamadan son derece memnun olduklarını belirtiyorlardı.
Sohbet tatlanmış sürüyordu. Teravih namazının vaktinin yaklaştığını hatırlatarak müsaade istediler. Davetimize icabet ettikleri için her birine ayrı ayrı teşekkür ederek dış kapıya kadar saygıyla uğurladık.
Bu iftar, “moldaların” ilişkileri açısından tam bir dönüm noktası olmuştu. Artık Cuma namazlarına gittiğimizde bizi, daha sıcak karşılıyorlardı. Hatta bir kaç kez Ramazan Hocaya imamlık teklif ederek, Cuma namazını onun kıldırmasını istediler. Ezan okuyamazken namaz kıldırır hale gelmiştik.
Bu sıcaklığı devam ettirerek, Ramazan Hoca yeni bir atağa kalkmıştı. Kendisi, derslerinin dışında kalan zamanlarda, Ahıska Türklerinin yaşadığı mahallede çocuklara Kuran öğretiyordu. Kazak çocuklara da, Kazak Hocaların Kuran öğretmeleri için teklifte bulundu.
Hocalar, çocukları ücretsiz okutacaklardı ama biz her öğrenci için okutan hocaya ücret ödeyecektik. Projemiz tutmuştu; kısa sürede değişik camilerde kurslara gelen çocuk sayısı seksen kişiyi aşmıştı. Bir iki camide cüz okumayı bitirip Kur’an’a geçen çocuklar için merasim de yapmıştık. Erkek çocuklara gömlek, kızlara başörtüsü hediye almıştık ve tabii ki birer Kuranı Kerim. Ahıska Camiindeki törende on kadar çocuk hediyelerini almışlardı. Ahıskalıların ileri gelenleri, bizimle beraber giden arkadaşlar, her birimiz birer ikişer çocuğa hediyelerini veriyorduk. O sıra dikkat ettim ki, Çocuklar Kur’an-ı Kerim’i ellerinde, öyle rastgele tutuyorlardı. “Bakın çocuklar” dedim. “Diğer milletlerde başka olabilir ama biz Türkler, Kur’an-ı Kerim’i hiç belimizden aşağıda tutmayız.” Görülmeye değer bir manzaraydı. Hepsi birden Kitaplarını kaldırıp göğüslerine bastılar.
Bayram namazlarında da eğer vakitlice gidebilenlerimiz olursa, ön saflara buyur edilir olmuştuk.
Tabii bu faaliyetleri düzenli olarak sürdürüp geliştirmek mümkün olmadı. Bu anlattıklarımız, 1998 –99 öğretim yılında yapılanlardı. Daha sonraki yıllarda, yeni gelen bir idare Ramazan Hocayı, daha öğretim yılının başında, “sakalı” olduğundan ötürü, “Üniversitenin imajını bozmaması” için Türkiye’ye geri gönderdi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: Content is protected !!