DEVRİMCİ SOL–DEVRİMCİ ÇÖZÜM ÇATIŞMASI
DEVRİMCİ SOL–DEVRİMCİ ÇÖZÜM ÇATIŞMASI
DEV–SOL’UN Ortaya Çıkışı Gelişimi Ayrılıklar ve Çatışmalar
1974 Affı ile cezaevinden tahliye olan THKP–C davası mensupları dışarıda kalan kadrolar ve sempatizanlarıyla Mahir Çayan çizgisini devam ettirecek yeni bir yapılanmanın inşasına soyundular. Önce İstanbul ve Ankara’daki İYÖD ve AYÖD gibi öğrenci derneklerini kendilerine mekan seçtiler. Buralarda oluşturdukları tabanla 1 Kasım 1975’de ilk sayısı yayınlanan “Emperyalizme ve Oligarşiye Karşı Devrimci Gençlik” dergisini çıkardılar. THKP–C siyasetini benimsemiş ve ideolojik savaşıma hazır, yurt çapındaki ve kontrollerindeki öğrenci derneklerini bir araya getirerek 9 Ağustos 1976 tarihinde kısa adı Dev–Genç olan TDGDF’yi kurdular.
Devrimci Gençlik dergisi etrafında örgütsel çizgilerini ve görüşlerini federasyon haline gelen Dev–Genç’le de faaliyetlerini yoğun bir şekilde sürdüren hareket, 1977 yılının Nisan ayında Devrimci Yol bildirgesini yayınlayacak, 1 Mayıs günü de Devrimci Yol adlı dergiyi siyasi arenaya çıkaracaktı. Gençlik hareketini Devrimci Gençlik dergisiyle yürütürken esas siyasi ve örgütsel çalışma ve faaliyetlerini yayınlamaya başladıkları Devrimci Yol etrafında yaygınlaştıracaklardı.
1978’e kadar Dev–Yol içerisinde yer alan İstanbul’daki Dev–Genç çevresinin bir bölümünde Devrimci Yol bildirgesinin yaygınlaşmasından sonra görüş ayrılıkları başladı. Devrimci Yol’un oluşumuyla başlayan tartışma süreci “Devrimci Yol” dergisinde yayınlanan “SSCB’de revizyonist bir diktatörlüğün hakim olduğu” tespitinin yapılması, Mahir Çayan’ın öncü sayısı anlayışının terk edilerek yerine “Direniş komiteleri” kurulduğunun böylelikle Çayan’ın çizgisinden sapmalar olduğu, tezlerinin inkar edildiğini öne süren İstanbul’daki Dev–Genç’in bazı temsilcileri, bu iddialarla Ankara’daki merkez Dev–Yol önderliğine karşı çıktılar. Bu kesim Ankara’daki çevre ile ilişkileri, 1978’in Şubat ayından itibaren “askıya alma” ve kendileri ikna edilinceye kadar görevlerini devretmeme kararı aldılar. Yapılan tartışmaları müteakiben Dev–Yol önderliği, kendilerini eleştiren grubun tamamen kişisel nedenlere dayanan “lümpen”, “maceraperest”, “küçük burjuva” anlayışla hareket eden kesimler olduğunu söyleyerek Devrimci Yol dergisinde ortaya konan görüşlerin THKP–C Mahir Çayan çizgisinde olduğunu, herhangi bir sapma ve inkara gidilmediğini Devrimci Yol dergisinde de yayınlayarak bölünmeye yol açan süreç ortaya çıkarılacaktı.
1978’in Nisan ayında İTÜ–DER’de toplanan Dursun Karataş, Hüseyin Solgun, Paşa Güven, Bülent Uluer gibi İstanbul Dev–Genç’in yöneticileri bir bildiri yayınlayarak Devrimci Yol’un THKP-C hareketinin bir sağ yorumuna dönüştüğünü ileri sürdüler. Devrimci Yol önderliğine açıkça meydan okuyan bu grup 1978 yılının 1 Mayıs mitingine Ankara’dan gelerek katılmak ve yönlendirmek isteyen Dev–Genç genel merkezine de tavır aldılar. Devrimci Yol pankartının Dev–Genç kitlesinin önünde taşınmasına izin vermediler. Dev–Genç genel merkez yöneticileriyle “Askıcılar” olarak isimlendirilen İstanbul Dev–Genç grubuyla olan fikir ayrılıkları, artık bölünmenin kaçınılmaz olduğunu gösterecekti.
Dev–Genç’in kurulduğu 1976 yılından itibaren aradan geçen 2 senede tüzüğü bakanlıkça onaylanmadığı için hukuki işlerliğini kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıya bulunması üzerine DGDF (Dev–Genç)’in yerine yurt çapındaki 26 Dev–Genç temsilcisi 7 Haziran 1978 günü Ankara’da DGDF yönetim kurulunun yaptığı toplantıda “Tüm Dev–Genç” adıyla yeni bir DGDF kurdular. Tüm Dev–Genç’in toplantısına İstanbul kanadını temsilen Askıcılardan DGDF’nin genel sekreterliğini yapan Bülent Uluer de katılmıştı. Muhalefeti temsil eden Bülent Uluer, bu toplantıda Tüm Dev–Genç’e hakim olan Devrimci Yol önderliği tarafından DGDF genel sekreterliğinden uzaklaştırılmıştı. İstanbul kanadının muhalefeti Tüm Dev–Genç’i ele geçirmeye yetmedi. Tüm Dev–Genç Dernekleri’nin tamamı Devrimci Yol önderliğine bağlı kalınca Askıcılar’ın faaliyetleri cılız ve yetersiz kalmıştı.
Devrimci Yol tarafından kurulan “Tüm Dev–Genç”ten ayrıldıklarını bir bildiriyle açıklayan Karataş’ın liderliğindeki çevre Kadırga ve Gaziantep yurtlarında yaptığı istişare toplantısından sonra 8 Temmuz 1978 Cumartesi günü İstanbul Kazablanka’da, kendileriyle beraber hareket eden taraftarlarıyla, Dev–Genç’ten ayrıldıklarını açıkladılar. Açıklamalarında Tüm Dev–Genç’in yerine yeni bir Dev–Genç kuracaklarını belirtmişlerdi. Ayrılıklardan sonra kara mizah örneği sayılabilecek bir tartışma da Dev–Genç adının kullanılması yüzünden yaşanacaktı. Devrimci Yol’la ayrılan çevre uzun süre Dev–Genç ismi hakkında tartışmalar yaptılar. Her iki çevre de Dev–Genç ismine sahip çıktılar ve kullandılar.
Karataş’ın liderliğindeki Askıcılar, Devrimci Yol’dan farklı düşündüklerini “Tasfiyecilik ve Devrimci Çizgi” başlıklı broşürle ortaya koydular. Bu broşürde Devrimci Yol’dan ayrıldıklarını ve “Devrimci Sol’ adlı örgütü kurduklarını ilan ettiler ve “Dev–Sol” böyle doğdu. İstanbul’daki Dev–Yol’un bir kısmı Devrimci Sol etrafında toplanmaya başladı. Bu bölünmede, ayrılanlar genelde İstanbul’da olacaktı. Dev–Yol’un Türkiye genelindeki kadrolarından ve sempatizanlarından herhangi bir toplu kopma olmadı.
Devrimci Sol adıyla örgütlenen grup 20 Aralık 1978 yılında 3 kişiden oluşan bir MK oluşturarak görev bölümü yaptı. Dursun Karataş genel sekreterliğe getirilirken, Paşa Güven ve Hüseyin Solgun’da MK üyeleri olarak seçildiler. Devrimci Sol ve Dev–Genç adıyla iki ayrı yayın çıkartarak görüşlerini ortaya koydular. Devrimci Sol, Devrimci Yol’dan ayrılalı daha 6 ay geçmeden örgüt içinde görüş ayrılıkları başladı. 1979 başlarında 12 Mart öncesi Dev–Genç’in son genel başkanı olan 30 Mart 1972’de Kızıldere’de liderleri Mahir Çayan başta olmak üzere 10 arkadaşının öldürüldüğü operasyondan sağ kurtulan Ertuğrul Kürkçü’nün cezaevinden başta Kurtuluş olmak üzere çeşitli cepheci gruplara gönderdiği “Kurtuluş, Devrimci Yol, Devrimci Sol, ve diğer grupların” birleşmesi görüşüne destek veren İrfan Yavru ve Bülent Uluer gibi Dev–Sol’un önde gelen isimleri Dursun Karataş’tan bir platform toplamasını istediler. Uluer ve Yavru toplanacak olan platform’dan birlik kararının çıkması için çalışacaklardı. Fakat örgüt lideri Karataş özellikle Devrimci Yol ile olan bir birliğe karşıydı. Böyle bir birliğin, ayrıldıkları Devrimci Yol’a prim sağlayacağını düşünüyordu. Karataş’a göre böyle bir birlik Devrimci Sol’un yok edilmesiydi. Bülent Uluer ve İrfan Yavru’nun görüşleri Dev–Sol yönetimi tarafından reddedildi. Bir kaç ay sonra bu ikiliyle hareket eden bir grup da örgütten tasfiye edildi. Ayrılanlardan İrfan Yavru, tekrar eski örgütü Devrimci Yol’a dönerken Bülent Uluer ise Kurtuluş(KSD) hareketine girdi. Dursun Karataş ayrılanları “komplocu çete”24 ilan etti.
Devrimci Sol’un DHKP-C adını aldıktan sonra bu örgütün görüşlerini yayınlayan “Halk İçin Kurtuluş” adlı gazetenin 18 Nisan 1998 tarihli 77. sayısında “THKP–C’den DHKP–C’ye” adlı yazı dizisinin 5. sinde “platformcular” olarak adlandırılan birlik isteyen gruba yönelik şu eleştiriler yapılıyordu:
Platformcuların “orijinal” görüşü THKP–C kökenli grupların kendilerini lağvedip birleşmeleri idi. Kimdi bu THKP–C kökenliler? DY, KSD, Devrimci Sol… KSD’nin ne kökeni kalmıştı, ne THKP–C ile başka bir bağı. DY’den ise zaten THKP–C düşüncelerini inkar ve tasfiye ettiği için ayrılınılmıştı. Savunduklarının, önderliklerinin hiçbir mantığı yoktu yani.
Mantığı, kendi konumlarını sürdürebilmekti. Bu küçük burjuva unsurlar, Devrimci Sol sürecinde, ancak savaşarak kadroların belirli konumlara gelebileceklerini kabullenmeyerek, mücadelesiz önder olmak gibi, artık DS tarihinde, geleneğinden olmayacak bir yolda ısrar ettikleri için çok kısa sürede Devrimci Sol’un dışına düştüler. Devrimci Sol’u ve THKP–C’-nin devrimci düşüncelerini tasfiye etmek isteyenler, M–L’lerce tasfiye edildiler.
Devrimci Yol’dan Devrimci Sol’un görüşlerini savunarak ayrılan bu tasfiyecilerden bir kısmı tekrar DY’a ve KSD’ye kapağı atmakta tereddüt göstermediler. Kimileri de tüm iddialarından vazgeçerek devrimciliğini bıraktı. Kısa bir sürede gerçekleşen tasfiyecilerin tasfiyesi, bir kez daha Devrimci Sol önderliğinin tahlillerini doğruladı.
Dev–Sol adıyla ortaya çıkan bu grup, 12 Eylül 1980’e kadar herhangi bir kitlesel güce kavuşamadı. Devrimci Sol banka soygunları ve çeşitli gasp yollarıyla elde ettiği yasadışı paralarla örgütün silah ve mühimmat ihtiyacını karşıladı. 12 Eylül 1980 darbesiyle sol örgütlere yönelik operasyonlardan biri de Dev–Sol’a yapıldı. Örgütün sorumlusu Dursun Karataş 30 Ekim 1980 günü Şişli Kırağı sokaktaki örgüte ait lüks evde İsmail Baran adına düzenlenmiş sahte kimlikle yakalandı. Emniyette sorgulanan Karataş, sorgusunda örgütün önde gelen MK üyelerini ve yerlerini de anlattı. Karataş’ın çözülmesiyle paniğe kapılan Dev–Sol militanları, kaçmaya çalışsalar da bir kısmı polis tarafından düzenlenen operasyonlarda yakalandı. Bunlardan biri de 12 Eylül sonrası MK üyeliğine seçilen Sinan Kukul’du.
Sinan Kukul, Aralık 1980’de yakalanarak sorgusunun ardından Davutpaşa Cezaevi’ne gönderildi. Dev–Sol’a yönelik operasyonlar hızlı bir şekilde sürerken örgütün MK üyelerinden Paşa Güven soluğu Lübnan’da almıştı.
Dev–Sol’un yurtdışı sorumlusu Paşa Güven önce Lübnan sonra Paris daha sonra Almanya’ya giderek örgütü burada toparlamaya çalışmıştı. Paşa Güven’in yönetimindeki Dev–Sol Avrupa’da yapılan çeşitli eylemlerle cezaevlerindeki örgüt yönetimine ve yakalanmayan dışarıda kalan örgüt mensuplarına moral veriyordu. Devrimci Sol’un darbeden bir süre geçmesine rağmen yakalanamayan militanları 6 Şubat 1981 günü İstanbul emniyet müdür muavini Mahmut Dikler’i ve korumasını öldürdüler. Mahmut Dikler’in ölüm emrini 12 Eylül’den sonra tekrar oluşturulan MK’nin ilk üyeleri olan Ahmet Fazıl Özdemir, İbrahim Bingöl, Bedri Yağan ve Selim Mahmut Yücel vermişlerdi. Kararı infaz edenler ise Aslan Tayfun Özkök, Selçuk Küçükçiftçi, Aslan Şener Yıldırım ve Harun Kartal’dı.
Mahmut Dikler’in öldürülmesi üzerine aralıksız operasyonlar düzenleyen İstanbul Emniyeti, 3 Nisan 1981 günü MK üyesi Selim Mehmet Yücel’i Karaköy Postanesi’nde sıkıştırdı. Polisle silahlı çatışmaya giren Yücel ağır yaralı olarak yakalandı, kaldırıldığı hastanede öldü. Dev–Sol’un MK üyelerinden İbrahim Bingöl 27 Mart 1981 günü Edirnekapı’da, polisle çatışmaya girince vurularak yakalandı. Bu olaydan iki gün sonra da Yeniköy Yalılar Caddesi’ndeki bir bakkal dükkanının üstündeki Dev–Sol hücresi sabaha karşı polis tarafından çembere alındı. Hücre evde bulunan militanlar kaçamayacaklarını anlayınca teslim oldular. Teslim olanlardan biri de MK üyesi Aslan Tayfun Özkök idi. MK üyeleri birer birer yakalanıyordu. 12 Eylül’den sonra MK üyesi olan Askeri birim sorumluluğunu üstlenen A. Fazıl Özdemir de Mart 1981’de İstanbul’da yakalandı.
Dev–Sol’un lideri Karataş’tan sonra diğer MK üyelerinin de yakalanmasıyla örgütün yönetimi 12 Eylül sonrası MK üyeliğine atanan Niyazi Aydın ve Dursun Karataş’ın eşi Sabahat Karataş’a kaldı. İkili birlikte örgütün yönetimini üstlendiler. Niyazi Aydın’ın 1981 Kasım’ında göz altına alınmasıyla örgütü Sabahat Karataş yönetecekti.
İlk Dev–Sol Davası, örgütün çökertilmesi ve lider kadrolarının yakalanmasıyla 24 Temmuz 1981 tarihinde açıldı. Bu davada 6 sanık yargılandı. İkinci Dev–Sol Davası, 15 Mart 1982 tarihinde, 428 sanıkla açıldı. Üçüncü Dava 2 Kasım 1982 tarihinde 386 sanıkla, Dördüncü Dava 5 Eylül 1983 tarihinde 254 sanıkla, beşinci dava 11 Haziran 1984 tarihinde 113 sanıkla, altıncı dava ise 15 Kasım 1985 tarihinde 82 sanıkla açıldı.
Yüzlerce militanı yakalanan Dev–Sol 1980–1985 döneminde etkisini ve gücünü kaybedecek, bir kaç eylem ve faaliyet dışında ortada gözükmeyecekti. Dev–Sol’un Metris Cezaevi’ndeki örgüt yönetimi 1984 Metris ve Sağmalcılar Cezaevi’ndeki ölüm oruçları düzenleyerek seslerine duyurmaya çalıştılar.
Dev–Sol’un cezaevindeki yönetimi 1985 sonlarında “ricat” kararı aldı. Bu karar yenilen darbelerin telafisinin kısa zamanda mümkün olmadığını yeni bir MK oluşturulması için şartların oluşmadığı düşünülerek alınmıştı. 1985 yılının sonlarında 12 Eylül’den sonra MK’nin siyasi sorumluluğunu üstlenen Niyazi Aydın’ın tahliye olmasıyla örgütte yeni bir toparlanma görülecekti. Karataş’tan aldığı talimatlarla örgütün tek sorumlusu olarak çalışmalara başlayan Niyazi Aydın, ilk olarak yeni bir dergi çıkartılması ve üniversitelerde örgütlenmeyi sağlayacak, yeni gençlik derneklerinin oluşması için Sabahat Karataş’la birlikte örgütte yeni bir düzenlemeye gitti.
12 Eylül sonrası tekrar toparlanmaya çalışan örgüt yurt dışında yapılan uyuşturucu kaçakçılığı ve çeşitli kirli yollardan elde edilen paralarla 1986 yılında “Yeni Çözüm” adlı dergiyi çıkartarak propaganda faaliyetlerine başladı. İçerdeki örgüt liderleri ve militanların ailelerine dışarıda “TAYAD” kurduruluyordu. Dev–Sol’a mensup militanların aileleri tarafından kurulan TAYAD Dev–Sol’un paravan bir kuruluşu gibi faaliyetler yürütüyordu. Çeşitli yerlerde Dev–Sol militanlarını savunan avukatlık büroları TAYAD’lıların öncülüğünde açılıyordu.
Devrimci Sol taraftarları üniversite ve yüksek okullarda “Türkiye Öğrenci Dernekleri Federasyonu” (TÖDEF)’i kurdular. Bu legal dernek vasıtasıyla gençliği etrafına toplamaya çalıştı. Sözde öğrenci hakları adı altında bir çok yasa dışı propaganda çalışmaları yapıldı çeşitli eylemler ve toplantılar yapılarak gençler Dev–Sola sempatizan yapılmak istendi.
DEV–SOL’da 89 Tartışmaları (1. Raunt)
Dursun Karataş–Bedri Yağan Çekişmesi
1989 yılının başlarında Sağmalcılar Cezaevi’nde yatmakta olan Devrimci Sol örgütünün lideri Dursun Karataş’la örgütün ikinci adamı konumundaki Bedri Yağan arasında örgüt içi tartışmalar başladı. Tartışmaların ana sebebi iki avukatın azli olayıydı.
Dursun Karataş Dev–Sol davası avukatlarından Nebi Barlas ve Osman adlı avukatların Dev–Sol aleyhine çalıştıklarını ve “düşmanca tavırlar”25 gösterdiklerini iddia ederek, Dev–Sol davasından azlini istiyordu. Örgütün cezaevi temsilcisi Bedri Yağan ve Sinan Kukul ise Karataş’ın bu fikrine karşı çıktılar. Avukatlar tartışması örgüt içindeki iç çekişmelerin de habercisi olacaktı. Dev–Sol dava sanıkları üzerinde Dursun Karataş kadar ağırlığı olan Bedri Yağan’ın gücü, bir kısım Dev–Solcular’a göre Karataş’ı endişeye sevk etmişti. Dursun Karataş cezaevindeyken Bedri Yağan’ı tasfiye etmeyi kafasına koymuştu. Ama cezaevi şartları ve örgüt kadrolarının durumu, 89 Tartışmaların da buna el vermiyordu.
Dursun Karataş avukatların azil kararının kendilerine bildirilmesinde gereken tavrı göstermediği için Sinan Kukul’a tepki göstermiştir. Bedri Yağan’la da konuşarak Sinan’ın cezalandırılmasını istiyordu. Bedri Yağan, Sinan Kukul’un cezalandırılmasına karşı çıktı. Yağan sadece avukatların azli değil tek başına aldığı kararlar, örgütü istediği gibi yönetme tarzı, ve benzeri konulardan dolayı Dursun Karataş’a karşı bir tartışma başlatarak platform oluşturulmasını istiyordu.
Dursun Karataş da Yağan ve Kukul’un platform isteğini örgüt kadrolarına açarak cezaevinde platform topladı.Karataş ve Bedri Yağan Dev–Sol örgütüne mensup kadroların, bulunduğu platformda birbirlerine karşılıklı suçlamalar yönelttiler. Bedri Yağan ve Sinan Kukul’un birlikte sergilemiş olduğu tavra karşılık Dursun Karataş her ikisi hakkında ağır eleştirilerde bulunur. Karataş’a göre Bedri Yağan kimdir?, Yağan nasıl bir karaktere sahiptir? Karataş 13 Eylül 1992’de örgüt de darbe yapmakla suçladığı darbeci şef olarak nitelendirdiği Bedri Yağan’ı 89 Tartışmalarında şöyle anlatıyordu:
Görevlere sorumluluklara koltuk sorunu mantığıyla yaklaşmıştır. Ve ömür boyu hep “üst düzey” görevlerde, şeflik koltuğunda oturma hesapları yapmıştır. Koltuğunu kaybetmek onun açısından büyük bir yıkımdır. Ne pahasına olursa olsun koltuğunu kaybetmemelidir.
Düşüncesinin şekillenişi kendisini bir şey sanmanın çok ötesindedir artık. ‘O’ yapabiliyorsa kendiside yapabilir. Bunu kanıtlamak için bir darbe gerekiyorsa o da yapabilir.
Açık değildir. Kendisine karşı da harekete karşı da açık olamamıştır. Hareketin politikaları, kararları dışında, tek başına radikal değildir. Harekete açık olmayan, radikal düşünmeyen, yaşanan ve gelişen her olaya “denge”ler çerçevesinde yaklaşan bir mantığın sahibidir. Elbette bu mantığın mücadeleyi de, kendisini de geliştirme şansı olmaz.
Cezaevinde bu yanıyla sürekli eleştirilir. Temsilci olarak yaptığı hatalar, önderliğe yönelen saldırılar karşısındaki önderliği sahiplenmeyen tutumu, harekete zarar veren bir avukat karşısında aldığı “uzlaştırıcı” tavır, onun politik kapasitesizliğinin ifadesi olur. Düşüncedeki ve yaşamdaki bu sapma zamanla onu kuşatmaya, olumlu yanlarını da tüketmeye başlar. Artık olumsuzluklar, olumlulukları kuşatır olmuştur. Düşüncede statükocu, yaşamla konformist olunup çıkılır.
Komplocudur. Konumu her şeyin odağına koyan zihniyet komploculukla bütünleştiğinde hep “tasfiye” edileceği kaygısıyla yaşamaya başlar.26
Dursun Karataş Yağan’la birlikte hareket eden Sinan Kukul içinse şunları söylüyordu:
Sinan, tüm eksiklerine karşın hesapsızdı. Soyut, kitabi düşünür, öyle olmasına inanırdı. Hayat içerisinde yanlışlığını anladığında değişme yanı vardı. Nitekim firarından sonra da bu sorunları, eksiklikleri hep konuştuk, bunlara rağmen MK üyesi oldu ve büyük sorumluluklar alarak şerefiyle şehit düştü. Ama Bedri böyle değildi. Daha çok sokak kafasıyla sübjektif düşünen, hesaplı ve ihtiraslıydı.27
89 Tartışmalarında cezalandırma kararı aldığı Sinan Kukul’u cezaevindeki firardan sonra MK’ye atayan Karataş 16–17 Nisan 1992’de Dev–Sol’a yönelik operasyonlarda öldürülen Sinan Kukul’u “devrim şehidi” ilan etmişti.
Karataşçılara göre: “89 Tartışmalarında iç düşman yenilmiş, hüsrana uğratılmış, iç düşmana karşı mücadelenin önü düzlenmişti.”
Dursun Karataş ve taraftarlarınca 13 Eylül 1992’den sonra darbeci olarak nitelendirilen Bedri Yağan 89 Tartışmalarında da iç düşman olarak görülmüştü. Fakat burada örgüt lideri Karataş ve kendisini destekleyenlerin bir çelişkisi vardı. Karataş tarafından “kişiliksiz ve karaktersiz” olarak nitelendirilen Bedri Yağan aynı Karataş tarafından örgütün en önemli sorumlularından biri olarak Orta Doğu’daki örgüt kamplarına yönetici olarak atanmıştı. Hem “kişiliksiz ve karaktersiz” diyeceksin, hem de onu en önemli görevlere atayacaksın?
Bedri Yağancılara göre ise 89 Tartışmalarının perde arkası şöyleydi:
89 tartışmaları, iki avukatın azli olayıyla başlayan bir tartışma gibi gözükse de, özünde iki anlayışın çatışmasıydı. 3 kişilik cezaevi komitesinde yaşanan tartışma Dursun Karataş’ın Sinan Kukul’u cezalandırmaya dönüştürmesiyle farklı boyutlar kazanmıştır. Bu karara ortak olmayan Bedri’nin de aynı tarzda cezalandırılması karşısında tek kişinin belirlediği bir işleyişe Sinan ve Bedri’nin karşı koyuşuyla sorun cezaevinde kadrolar platformuna taşınmıştır. Ancak sorunun kadrolar platformuna taşınmasından dahi öyle bir çarpıklık vardır ki; bu da platformun işlevinin belirsizliğidir.
Sorun platforma getirilmiştir ama cezaevi platformu sadece bir izleyici pozisyondadır. Kararlar vardır. Ceza belirlenmiştir. Kadrolar platformu adeta bilgilendirme toplantısına dönüşmüştür. Daha toplantının açılışında Dursun Karataş platformun karar alma iradesinin olmadığını açıklayarak, platformu işlevsizleştirmiştir. Kadroların iradesi yadsınmıştır. Oysa 89 Tartışmaları, hareket açısından iki anlayışın, doğru ile yanlışın çatıştığı, tarihi bir önemdedir. Yanlış, hareketi tıkanmaya, doğru ise önünü açmaya yönelik bir dinamizm taşımaktaydı.28
Dev–Solcular’ın Karanlık Firarları
Devrimci Sol Davası sanıkları adına liderleri Dursun Karataş 26 Ocak 1989 günü Metris Baştabya duruşma salonunda 1400 sayfalık ortak savunmayı okuyarak Devrimci Sol’un ideolojik ve örgütsel savunmasını yapıyor ve Devrimci Sol’un kuruluşundan itibaren gerçekleştirmiş olduğu bütün eylemlere sahip çıkıyordu.
1244 sanığın yargılandığı Dev–Sol Ana davasında Dursun Karataş mahkeme heyetine tehditler savurarak savunmada ismi geçen kişilerin 12 Eylül’ün sorumluları olduğunu er veya geç kendilerinden hesap sorulacağını açıklıyordu. Yakalandığı tarihte polise bülbül gibi öten Karataş 12 Eylül’den uzun bir süre sonra şartların cezaevlerinde daha da rahatladığı, kendilerinin örgütsel olarak bir arada oldukları, istedikleri faaliyeti içeride yaptıkları bir ortamda basın mensuplarının da Dev–Sol Davası’nı takip ettiklerini bilerek meydan okuma cüretini gösteriyordu. Karataş’ın okuduğu söz konusu ölüm listesinde asker, polis, emekli güvenlik mensupları, bürokratlar ile cezaevi görevlileri ve MİT mensupları bulunuyordu. Dursun Karataş tarafından kaleme alınan “Haklıyız Kazanacağız” adlı kitapta da yayınlanan bu listede adı geçenlerden bazıları Dev–Solcular tarafından öldürüldüler.
Dev–Sol adlı örgütün lideri Dursun Karataş ve daha sonra örgüt içi anlaşmazlığa düştüğü Bedri Yağan’la birlikte 23 Ekim 1989 günü Sağmalcılar Cezaevi’nden kaçtılar. Örgütün lideri Karataş ile önde gelen ismi nasıl kaçıyor, hala bir muamma!
Dev–Sol firarları 1 Ocak 1990 günü yol geçen hanına dönüşen Bayrambaşa Cezaevi’ndeki yeni bir firar olayıyla devam etti. Dev–Sol’un önde gelen isimlerinden Sinan Kukul, Mürsel Göleli, 27 Mayıs 1990 günü Bayrampaşa Cezaevi’nden İbrahim Erdoğan, Aslan Tayfun Özkök, Ahmet Fazıl Özdemir, Ali Kırlangıçlı, 1 Ocak 1991 günü Gaziantep Cezaevi’nden İbrahim Yalçın Arkan açık görüşte firar ettiler.
Devrimci Sol 1990 Mart ayında yeni bir oluşuma gitti. Mart 1990 kararları diye yeni kararlar aldı. Alınan kararlarla yeniden militanlaşma süreci başlatıldı. Her alanda komiteleşmeye gidildi.
1990 Ağustos’unda Devrimci Sol Merkez Komitesi imzasıyla “Yolun Neresindeyiz” başlıklı broşür yayınlandı. Bu broşür 1983 sonrası sürecin bir değerlendirilmesiydi. Yayınlanan broşürde, Karataş tarafından örgütün tek sorumlusu olarak göreve getirilen (1985–1990) Niyazi Aydın’a büyük eleştiriler yapılmaktaydı. Karataş tarafından eleştirilen Niyazi Aydın örgüte yönelik yapılan 12 Temmuz 1991 operasyonunda güvenlik güçleri tarafından öldürülmüştü. Karataş, önce suçladığı eleştirdiği yol arkadaşı Niyazi Aydın’ı ölümünden sonra “Devrim şehidi” ilan etti. Devrimci Sol, Mart 90 kararları doğrultusunda başta emniyet mensupları olmak üzere, emekli askerlere, MİT mensuplarına karşı kanlı eylemler düzenledi. 5 Eylül 1990 günü Emekli Baş komiser İbrahim Çağlar, 27 Eylül 1990 günü MİT müsteşar yardımcısı Hiram Abbas, 30 Ocak 1991 günü Emekli Kor.Gen. Başbakanlık Danışmanı Hulusi Sayın, 7 Nisan 1991 günü 12 Mart döneminin ünlü generallerinden Memduh Ünlütürk, 23 Mayıs 1991 günü Emekli Kor.Gen. İsmail Selen, 27 Mayıs 1991 günü 6. Kolordu komutanlığına bağlı Jandarma Bölge Komutanı Tuğg. Temel Cingöz de Dev–Sol militanları tarafından öldürüldüler. Örgütün bu sansasyonel eylemleri güvenlik güçlerinin tüm dikkatlerinin bu örgütün üzerine çevrilmesine sebep oldu. İstanbul Emniyeti Dev–Sol’a yönelik önemli operasyon kararları aldı. İstanbul Emniyeti yaptığı istihbarat çalışmaları doğrultusunda önceden yakalanan Dev–Sol militanlarının da verdiği bilgilerle harekete geçti. 12 Temmuz 1991’de İstanbul’un Balmumcu, Yenilevent, Nişantaşı ve Dikilitaş semtlerindeki örgüt evlerine düzenlenen baskınlarda, Dev–Sol MK üyesi Niyazi Aydın, Kır Gerilla sorumlusu İbrahim Erdoğan, İşçi Hareketi sorumlusu İbrahim İlçi ve örgüt mensuplarından Cavit Özkaya, Hasan Eliuygun, Nazmi Türkcan, Bilal Karakaya, Zeynep Eda Berk, Yücel Şimşek ve Ömer Çoşkunırmak öldürüldü.
Dev–Sol’da Çatırtılar Başlıyor
Dev–Sol’a yönelik bu operasyon örgütü de karıştırdı. Başta Karataş olmak üzere örgüt yönetimi bu operasyondan örgüt disiplinini hiçe sayan, verilen talimatları uygulamayan, örgüt güvenliğini tehlikeye sokan davranışlarda bulunan ve polis takibine takılan başta Erdoğan Eliuyğun olmak üzere bir kısım militanlarını sorumlu tuttu.
Dursun Karataş’a göre suçlu “Asaf” ve “Arif” kod adlı Erdoğan Eliuygun’du. Bu operasyondan sonra Dursun Karataş, Sabahat Karataş, Sinan Kukul ve Necdet kod adlı Mete Nezihi Altınay, Erdoğan Eliuygun’u İstanbul’da örgüt evinde sorguladılar. Yıllardır Dev–Sol içerisinde yer alan Erdoğan Eliuygun 12 Temmuz operasyonuyla ilgili sorgulanırken gözleri Karataş’ın emriyle bağlanmış ve sorgusu öyle yapılmıştı. Erdoğan Eliuygun’u Dursun Karataş’ın emriyle Mete Nezih Altınay, emrindeki militanlarla bulunduğu yerden alıp sorgusunun yapıldığı ve kendisinin de kaldığı örgüt evine getirdiler. Buradaki sorgulamayı Mete Nezihi Altınay şöyle anlatıyor:
Eylül ayı başıydı (12 Temmuz sonrası). Asaf’ı gözleri kapalı olarak evime getirdim. Operasyona ve yaptığı hata, kuralsızlık, ilkesizliklere ilişkin olarak sorgulanacaktı. Sorgulamada DK, Sabo, Sinan, Fazıl ve benim bulunduğum bir toplantıda gerçekleşti, 6–7 saat kadar sürdü.
Erdoğan Eliuygun ise 12 Temmuz operasyonundan Dursun Karataş’ı sorumlu tutuyordu. Eliuygun örgüt içerisinde “A Arkadaş” olarak bilinen Dursun Karataş’ın kullanmış olduğu mobil telefonun polis tarafından dinlenilmesi sonucu bu operasyonun olduğunu söylüyordu. Karataş’a haber göndererek polis tarafından takip edildiğini gereken önlemlerin alınmasını ve kadrolara duyurulmasını söylediğini belirtiyor ve akabinde şunları söylüyor; “A Arkadaş bu konuda hesap vermekten kaçınmamalı. “Kadrolara ve halka veremeyeceğim hesabım yok” lafı eğer ajitasyon bağlamında söylenmemişse, bu söze uygun pratik sergilenmelidir.”30
Örgüt tarafından sorgulanan Eliuygun bir süre cezalandırılmış geri görevlere çekilip, kızağa alınmıştı. Geçici bir süre görev verilmeyen Eliuygun daha sonra Karataş’ın emriyle Lübnan’daki örgüt kampına gönderilerek burada çeşitli sorumluluklar alır. Kamp eğitmenliği görevini üstlenir. Kendisini gözleri bağlı bir şekilde sorgulatan Karataş’ın emriyle 1992 Ağustos’unda “Kürdistan Sorumluluğu” görevine getirilir.
Niyazi Aydın’ın öldürülmesinden sonra örgütü Dursun Karataş’la birlikte eşi Sabahat Karataş ve Sinan Kukul üçlüsü yönetti. Eylül 1991’de yapılan MK toplantısında Dursun Karataş’ın bir an önce yurtdışına çıkması için karar alınır. Bu kararlar doğrultusunda 5 Ekim 1991’de Karataş yurtdışına çıktı. Avrupa’daki Dev–Sol örgütü, liderleri Karataş için önceden her türlü ihtiyacını karşılayacak bir biçimde çalışmalara başlamıştı. Karataş için içi konforlu bir şekilde döşenmiş bir ev alınmıştı. Karataş’a göre kendisine tutulan ev 450 bin Mark’a mal olmuştu.32
Dursun Karataş’ın yurtdışına çıkışından 6 ay sonra örgüt, tarihinin yine en büyük operasyonlarından birini yiyecekti. 1992’nin 16–17 Nisan’ında İstanbul’un Çiftehavuz, Erenköy, Üstbostancı ve Sahra–ı Cedit semtlerindeki örgüt üstlerine düzenlenen baskında, Dev–Sol’un MK üyelerinden Sabahat Karataş ve Sinan Kukul, Silahlı Devrimci Birlikleri sorumlusu Ahmet Fazıl Özdemir, Örgüt üyeleri Eda Yüksel, Taşkın Usta, Satı Taş, Hüseyin Kılıç, Arif Öngel, Şadan Öngel, Ayşe Nil Ergen ve Ayşe Gülem güvenlik güçlerince öldürüldü.
Dursun Karataş tarafından alınan Sabahat Karataş’ın gizlendiği 600 metrekarelik ve çelik kapılarla kaplı lüks daireye polis operasyon düzenlerken zorluk çekmiş Çelik kapı dinamitle bile açılamayınca İstanbul polisi binanın duvarını havaya uçurmuş ve direnen, teslim ol çağrılarına “Kahrolsun Faşizm”, ve pencere kenarlarına Dev–Sol bayrağı asarak karşılık veren MK üyesi, örgütün önemli isimlerinden Sabahat Karataş ve iki militanı çıkan çatışmada ölü olarak ele geçirmişti.
Çiftehavuzlar’daki örgüt evi, Niyazi Aydın döneminde İkbaliye’de dubleks örgüt evi satılarak alınmıştı.
İstanbul Emniyeti’nin düzenlediği operasyonlar basında da büyük şekilde ilgi uyandırmıştı. Gazeteler operasyonu “4 Baskın”, “Dev–Sol çökertildi”, “Karataş’a büyük darbe”, “11 Dev–Solcu ölü olarak ele geçirildi” başlıklarıyla haber verdi.
Dev–Sol’un üç numaralı ismi Sinan Kukul’un öldürüldüğü büyük operasyon sonrasında Anadolu Ajansı mahreçli bir haberde Kukul’un son zamanlarda anlaşmazlığa düştüğü Dursun Karataş tarafından yerinin polise ihbar edildiği iddia ediliyordu. Ajansın MİT kaynaklarına dayandırılan haberinde, MİT’te yapılan ihbarın ses kayıtlarının dinlendiği ve ihbarın Dursun Karataş tarafından yapıldığının belirlendiği iddiası yer aldı.
Dev–Sol’da Darbeye Doğru Adım Adım
16–17 Nisan 1992 tarihinde yapılan operasyonlar Dev–Sol’u yine karıştıracaktı. Örgüt kadrolarında Karataş ve yönetimine büyük bir güvensizlik meydana getirecek ve şüpheler oluşacaktı. Dursun Karataş örgütün Ortadoğu’daki kadrolarından da büyük tepki görecekti. Örgüt içi hesaplaşmanın ilk sinyalleri verilmeye başlanmıştı. Dursun Karataş’ta örgüt kadrolarındaki huzursuzluğun farkına vararak parti arifesindeyiz yakında partimizi kuracağız, taktikleriyle kendisine yönelik eleştirileri başka yönlere çekmeye çalışıyordu.
Karataş başta 12 Temmuz ve 16–17 Nisan ve ardından Gebze Bayramoğlu’nda gerçekleşen Dev–Sol’a yönelik operasyonlarda bir çok militanın öldürülmesi ve örgütün yediği ağır darbeden sorumlu tutulacaktı. 13 Eylül 1992’de Karataş’a bayrak açan Yağancılar tarafından yayınlanan belgelerde Karataş; tek adamlıkla, operasyonlara karşı hazırlıklı olmamakla, MİT ve Polis tarafından dinlenen telefonları bile bile kullanmakla, suçlanıyordu.
Parti arifesindeyiz diyerek militanlarına moral aşılamaya çalışan Karataş’a Yağancı grup karşı çıkarak bunun Karataş’ın bir tezgahı olduğunu söylüyordu.
Yağancılar soruyor “gerçekten partinin arefesinde miydik? 16–17 Nisan operasyonunu nasıl yedik?” İşte Dev–Sol liderine yönelik zehir zemberek açıklamalardan bir bölüm:
Partinin arifesindeyiz şiarı hangi kurala, hangi ilkeye göre belirlenmiştir? Örgütte nasıl bir tartışma süreciyle bu karar alınmıştır? Kadro ve yöneticilerin iradesi alınmış mıydı? Hayır. Bölge ve alanlarda birinci dereceden sorumlu olan insanların bile haberi yoktur. Dursun Karataş bu kararı tek başına almış, şiarlaştırmıştı. Çünkü bu slogan, kendisini bir sürecin eleştirisinden kurtarma taktiğinin temeliydi.
Nasıl bir durumdaydık?
16–17 operasyonuyla birlikte, ülke çapında örgütlenme önemli bir dağılma yaşamış durumdaydı. Anadolu, Kürdistan, Metropol ilişkileri henüz kuramamıştı. İlişkilere ulaşma, yeniden düzenleme çabası devredeydi. Ancak örgütlenme ciddi yaralar aldığından, önemli kadrolar yitirildiğinden, boşluğun bir anda doldurulması, ilişkilerin kurulması, yeniden düzenlenmesi kolay değildi. Sıkıntılı süreç yaşanıyordu.
Toparlanma çabaları Ağustos 1992’de yediğimiz Bayramoğlu–Gebze Operasyonuyla yeniden kesintiye uğramış, yeni güç kayıpları ortaya çıkmıştı. Örgüte güven sorunu, belirsizlik yaşanmaya başlamıştı. 1 yıl içerisinde üç merkezi operasyonun yarattığı olumsuz sonuçlar kadro ve kitleler üzerinde moral bozukluğu yaratmıştı. Operasyonların neden ve niçinleri cevaplandırılamadığı gibi sürecin sağlıklı bir analizi de yapılamıyordu. Bir tıkanma vardı. İşte tam da böyle bir süreçte, Dursun Karataş, kitlelerde ve kadrolarda bir boral havası yaratmak, beklentilere kısa vadeli cevap vererek zaman kazanmak için, “Partinin arifesindeyiz” başlığıyla bir röportaj hazırlatmıştı.
Gerçekten partinin arifesinde miydik? Parti arifesinde olan bir yapı, hangi süreçlerden geçmişti? Parti arifesinin zemini var mıydı?
1 yıl içerisinde 3 merkezi operasyon yemiş, kadro yitimi yaşamış,örgütte dağılma ve kopukluk en üst düzeyde seyretmiş, Anadolu, Kürdistan, metropol ilişkileri bile henüz doğru dürüst kurulamamış haldeyken, tek bir kadro ve yönetici ile paylaşılmadan, tartışılmadan böyle bir röportaj hazırlanmıştır. “Partinin arifesindeyiz” söylemi, altı boş, gerçeklerden uzak, salt kitlelere moral vermek için ortaya atılmış bir slogan olmaktan öte bir şey değildi.