Diyanet İşleri Başkanlığı
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI
OPLUMUN din konusunda aydınlatmak ve ibadetlere ilişkin hizmetleri yürütme görevini üstlenen Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti’nin 3 Mart 1924 tarihinde kaldırılmasından sonra, yeni bir kanunla Başbakanlığa bağlı olarak, Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. İlk başkan da M. Rıfat Börekçi oldu.
Ankara Müftülüğü yapan, ayrıca Milli Meclis’e Menteşe (Muğla) mebusu olarak giren Rıfat Börekçi, ilk Diyanet Reisi unvanını aldığı gibi en uzun görevde kalan Reisler sırasına da girer.
Bulunduğu görevde en yüksek devlet memurunun maaşını almıştır, kırmızı plakalı ilk makam arabası da ona tahsis edilmiştir.
Devlet protokolü açısından bu özellik, bir anlamda- o yıllarda- Diyanete gösterilen itibarı sergilemiş oluyordu. Ama aynı itibar ve ilgiyi daha sonraki yıllarda görmek mümkün olmuyordu. Reislik makamı başka bir statüye çe-kilerek, sıradan bir kuruluş haline geldi. Protokol sırasında ise yeri arkalara doğru çekildi.
Üstüne üstlük siyasi otoritelerin kontrolüne girerek, tartışılan (ve halen eleştirilen) bir kurum halinde ‘özerklik’ mücadelesi vermeye başladı.
……….
Antalya-Elmalı doğumlu, Darül-Fünun İlahiyat Fakültesi mezunu İbrahim Bedrettin Elmalı’yı 1965 yılında sekizinci Diyanet İşleri Başkanı olarak görüyoruz. Öğretmenlik, Üsküdar ve İstanbul Müftülüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı Personel Daire Başkanlığı, arkasından da Diyanet İşleri Başkanlığı görevine geliyor.
İşte benim Diyanet’te görev almam bu yıllara raslar.
1966 yılında, Diyanet İşleri Başkanlığı’na memur olarak atandığım zaman duyduğum heyecanı hiç bir zaman unutamam; bu, benim için anlamlı bir başlangıçtı.
“Burada neler göreceğim? Ne iş yapacağım? ” Uzun süre bu ve benzeri sorularla boğuştum. Ama başlamıştım işte.
Ülkeyi dini yönden aydınlatan hocaların, alimlerin arasında görev yapmak, bilgilerinden istifade etmek beni doğrusu çok heyecanlandırıyordu.
Kendimi formasyon olarak bu kuruluş için yeterli görmüyordum. Gözlerimin önünden Diyanet tarihine isimleri geçen Ahmet Hamdi Akseki, Eyüp Sabri Hayırlıoğlu, Ömer Nasuhi Bilmen, ve Hasan Hüsnü Erdem gibi alimler geli-yordu. Hepsi de bu kurumu yönetmiş, arkalarında güzel izler bırakarak göçüp gitmişlerdi.
Başkan İbrahim Elmalı sevilen, sayılan bir kişilikti; topluma güven veriyor, atanması belki de bütün din görevlilerince onaylanmış bulunuyordu. Ne kadar kalacağını zaman gösterecekti.
……….
Personel Daire Başkanlığı Atama Şubesine memur olarak başladığım zaman gördüm ki, burası hiç de korktuğum gibi bir yer değilmiş. Diğer devlet kuruluşlarından farkı yoktu; aynı bürokrasi burada da hüküm sürüyordu. İdeal insan parmakla sayılacak kadar azdı. Hep memur gibi düşünen, inandığı gibi yaşamaktan çok, yaşadığı gibi inanan kişiler çoğunluktaydı. Bunlar arasında İmam-Hatip Lisesi mezunu kişiler de ağırlıktaydı. Tam bir düş kırıklığı içindeydim. Alt katta, dar ve küçük bir mescit vardı. Namaza gelen bir kaç memurla tanışıyorduk. Merakla, birlikte çalıştığım insanları tahlil etmeye çalışıyordum.
Oysa teşkilat kanunun 22.maddesinde şöyle bir ifade vardı.: Diyanet İşleri Başkanlığının bütün görevlilerinde (iktikadi, ibadeti, tavır ve hareketlerinin İslam törelerine uygunluğu çerçevesinde bilinir olduğu) ortak niteliğinin bulunması öngörülmektedir.
Başkan İbrahim Elmalı’nın, iki yardımcısı vardı: Yasar Tunagür ve C. Kaplan. Tam bir kararlılık içinde çalışıyorlardı. Kurum başkanla ve yeni çıkan 633. Sayılı Teşkilat Kanunu ile yeni bir şekle girmeye başlıyordu. Din görevlileri kendilerini devletin güvencesinde bir insan bir memur olarak görüyorlardı. Böylece başkalarının fitre ve zekatlarıyla geçinmekten kurtulmuşlardı. Toplumda saygın kişiler haline geliyorlardı. Ancak kuruluş içinde “inandığını yaşama ve söyleme” niteliğini taşıyan insanlar taşrada çok olmasına rağmen, merkezde azınlıktaydı.
Bu dönemde, Tunagür Hoca’nın benimsediği “ehil insanlar” seçme ilkesi kelimenin gerçek anlamıyla uygulanıyordu. Bu nedenle siyasi arenada boy hedefi oluyordu. Mehmet Özgüneş ve bir kısım Tabii Senatörler onun aleyhinde soru önergesi vermek için adeta yarışıyorlardı. Ama o yılmıyor, inandığı, benimsediği ilkeyi sonuna kadar savunuyordu.
Tunagür Hoca, 12 Mart 1971 darbesinden sonra kurulan hükümette Devlet Bakanı olan Mehmet Özgüneş hakkında dosya hazırlayıp Çorum Merkez Vaizliği’ne atıyor ve ardından da sıkıyönetimce tutuklanarak Mamak Cezaevi’ne konuluyordu.
……….
Diyanet, çoğu zaman siyasetin ağırlığını üstünde hissettiği için, başındaki kişiler istendiği zaman görevden alınır ve istenilen kişiler de makama atanırdı. Halkın ve din görevlilerinin kimi nasıl tercih ettiği hiç önemli değildi. Bunun en tipik örneğini İbrahim Elmalı’nın şahsında görebiliriz.
Şöyle ki: Başkan İbrahim Elmalı Tunus’a gitmiş, orada layık olduğu bir heyecanla ve gösterişli bir programla karşılanmıştı. Bu sıcak karşılama, beyanatlar ve ziyaretler bazılarını rahatsız etmiş olmalı ki, bakanlık bir emirle seyahati iptal ederek Ankara’ya çağrıldı. Arkasından görevden alınma kararnamesi imzaya açıldı. Bu tavır, halkın ve bütün din görevlilerinin büyük tepkisine sebep oldu. Başbakanlığa, Devlet Bakanlığına binlerce telgraf yağdı. Heyetlerin ardı arkası kesilmedi. Herkes reis yerinde kalsın istiyordu.
Ama sonuç değişmedi.
Özetle, “Benim nazarımda Diyanet İşleri Başkanı’nın, Tapu Kadastro Genel Müdürü’nden farkı yoktur” diyen bir devlet bakanının hazırladığı kararnameyle İbrahim Elmalı görevden alındı.
Diyanetin arka bahçesinde, göz yaşlarıyla uğurlayanlar arasında ben de vardım. Birlikte kısa bir zaman çalışmamıza rağmen uğradığı haksızlık bana çok dokunmuştu.
Elmalı’yı uğurlayan kitle, başkanlığa yeni atanan Ali Rıza Hakses’i kutlamaya yöneldi. Sanki biraz önceki dramatik sahne yok olmuş gibi aynı insanlar yeni başkana iltifat yağdırmaya başlamışlardı. Gördüğüm sahne, benim memuriyet hayatımın ilk hayal kırıklığıydı.
Göreve gelen Ali Rıza Hakses, 1892 Kayseri doğumlu, Kadıköy, Fatih ve Muğla Müftülükleri ile Din İşleri Yüksek Kurulu üyeliği yapmış, Medrese mezunu, yaşlı, yöneticiliği zayıf bir insandı. Büyük bir heyecanla işe başladı.
……….
İbrahim Elmalı, uğradığı haksızlığı hiç bir zaman hazmedemedi, çevrenin baskıları ve tahrikleriyle siyasete atıldı. Sonunda, iktidar partisinin muhalifi bir partiden Afyon Milletvekili olarak meclise girdi. Ne var ki, bir köşeye çekilip siyaset kazanını kaynatanları seyretmek zorunda kaldı. Bir varlık gösteremedi. Yeniden emeklilik hayatına döndü.
……….
Ali Rıza Hakses’in Başkanlığı da kısa sürdü. Kendini bir çekişmenin içinde buldu. Daha doğrusu bazı çevrelerin etkisiyle yanlış icraatlar yapmaya başladı. Hiç bir sebep yokken içinde benim de bulunduğum bazı personeli merkez dışında yerlere tayin etmeye kalktı. Hem yardımcıları ile hem de bakanla ters düştü. Sonunda Devlet Bakanının Özel Kalem Müdürünün elinden emeklilik yazısını aldı, evine döndü.
Hakses Hoca’nın ismi vefat edinceye kadar hiç duyulmadı.
……….
Başkan yardımcısı olan Gümüşhaneli Lütfü Doğan, reisliği vekaleten yürüttü. Temkinli, dikkatli ve zarif bir insandı: Farklı bir idarecilik anlayışı sergileyerek kendisine düşman olanları bile yumuşattı, idare etti.
Samimi, ideal bir ekip ile bütün imkansızlıklara rağmen kurumu ayakta tuttu. Başarı sağladı.
……….
12 Mart muhtırası ile göreve gelen Devlet Bakanı Mehmet Özgüneş, kafasında şekillenen bir reform düşüncesi ile bürokratları değiştirdi. Başkan yardımcılıklarına Tayyar Altıkulaç ve asker kökenli-İlahiyatçı- Ahmet Okutan’ı getirdi.
Doğan Hoca, 1930 doğumlu ve hafız. Diyanet İşleri Başkanlığında imam olarak göreve başlamış. Ardından müftülük imtihanını kazanarak Kemah ve Erzincan müftülüğü yapıyor. Sonra A Ü. İlahiyat Fakültesi’ni bitiri-yor. Daha sonra merkez teşkilatında müfettişlik, Din İşleri Yüksek Kurlu Üyeliği ve Başkan vekilliği yaptı.
Başkanlığı zamanında nice hırslı, kavgacı partilinin politik tayin talebine kırmadan karşı durmasını bildi.
Liyakatlı olmayan bir sınıf arkadaşına, üst yönetimde görev istediği zaman verdiği cevap çok ilginçtir. “Dilekçenizi inceleme fırsatı bulduğum zaman talebinizi değerlendireceğim. Bilgilerinize”
Doğan Hoca’nın ilginç yönlerinden birisi de bürokraside çok dikkatli ve temkinli olmasıdır. Önüne konulan her yazıyı, her atama kararını, ne kadar acil olursa olsun inceler, uzun zaman bekletir ve bazen de uygun görmediklerinin üstüne not takıp personele iade ederdi.
Gösterdiği bu hassasiyetin faydaları olduğu kadar zaman zaman da sıkıntılar doğurduğu aşikardır. Ama Lütfi Hoca bundan gelecek tepkileri yumuşatmasını her zaman bilirdi. Bu tavrından şikayetçi olan sadece teşkilat değil, aynı zamanda Din Görevlileri Federasyonu Başkanı ve Yöneticileriydi. Hiçbir teklif ve ricalarını zamanında yerine getirmediğine kızan federasyon yetkilileri, bir gün toplanıp hocayı ziyaret ederek görüş ve tekliflerini sert bir şekilde yansıtmaya karar verirler. Bu , bir anlamda federasyonun ona karşı açık bir tavrıdır. Özel kaleminden randevu alınır. Din Görevlileri Federasyonu Yönetim Kurulu kızgın bir şe-kilde başkanın odasını girerler.
Lütfi Hoca, her zaman ki nazik tavırları ile gelenleri tek tek karşılar, kucaklar, hatır sorar ve ikramda bulunur. Bütün bunlar olup biterken kızgın federasyon üyeleri adeta büyülenmiş gibi yumuşarlar ve hiçbir sert tavır göstermeden önerilerini yazılı olarak verip makamdan çıkıp giderler.
Lütfi Hoca, sonunda görevinden ayrılarak önce senatoya daha sonra da meclise girdi.
……….
Boşalan Başkanlığa da Ermenek’li Dr. Lütfi Doğan geldi. Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi Klasik Şark Dilleri Arapça-Farsça bölümü mezunu. Ankara Üniversitesi İlahi-yat Fakültesinde doktora yapmış, vaizlik, Ankara müftülüğü, Din İşleri Yüksek Kurulu üyeliğinde bulunmuş bir insan. Yunus Emre şiirleri ile vaaz ve konuşmalarını süsler. İslami sadece sevgi ve hoşgörü kavramlarıyla topluma sunardı. Zaman zaman ağaç sevgisi, kuş sevgisi, insan sevgisi üzerine radyo konuşmaları yapıyor, kendini her kesime duyuruyordu. Göreve geldiğinde sık sık geziler, açılışlar ve toplantılarda boy gösteriyordu. Nihayet CHP’den siyasete atılıp Malatya milletvekili seçildi. Arkasından da Ecevit başkanlığında kurulan hükümette Diyanetten sorumlu Devlet Bakanı oldu.
Dr. Doğan, şimdilerde bazı hayır kurumlarına hizmet veriyor. Zaman zaman da emekli Diyanet İşleri Başkanı sıfatı ile televizyonlardaki açık oturumlarda görünüyor.
……….
İlahiyat kökenli Hasan Aksay’ın Devlet Bakanı olduğu zaman, Prof. Dr. Süleyman Ateş’in başkanlığa gelmesi bir şans gibi oldu. Herkes Diyanet’e yeni bir canlılık geleceğini bekledi. Ama istenilen olmadı. İlim adamlarının yöneticilikte genellikle zorlandıkları bilinir. Kendisinin siyasi bir tercihle gelmesi, günün şartları içinde bazı gazetelerin aleyhinde yazılar yayınlaması, hizmet imkanını azalttı. Ciddi bir icraat yapamadı. Çok geçmedi O’da görevinden ayrıldı.
……….
Dr. Tayyar Altıkulaç, Kastamonu Devrekani doğumlu. İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü mezunu. Kayseri Y.İ. Enstitüsü Öğretim Üyeliği, Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı, Din Eğitimi Genel Müdürlüğü, Talim ve Terbiye Kurulu Üyeliği görevlerinden sonra 1978 yılında Diyanet İşleri Başkanı oldu. 1986 yılında da emekli oldu. Tefsir ve hadis dalında doktorasını yaptıktan sonra, Marmara ve Bakü Devlet Üniversiteleri İlahiyat Fakülteleri’nde Öğretim Üyeliği, Türkiye Diyanet Vakfı İslami Araştırmalar Merkezi Başkanlığı yaptı. On seneye yakın bir beklemeden sonra da siyasete girerek İstanbul Milletvekili oldu. (Süleyman Demirel başta olmak üzere, diğer parti temsilcilerinin siyasete davetlerini reddettiğini, sonunda ısrar üzerine Doğru Yol Partisi’ne girdiğini, bir dergide yapmış olduğu sohbetten anlıyoruz.)
Dr. Tayyar Altıkulaç isminin Diyanet tarihinde önemli bir yer tuttuğunu kabul etmek gerekli. İki ihtilal yöneticileri ile kurduğu iyi diyalog ile etkili olduğu bilinen bir gerçek. İcraatları beğenilir veya beğenilmez; kurucusu olduğu Diyanet Vakfı, yirmi yılı geride bıraktığı günümüzde sosyal, kültürel ve siyasi bir güç haline geldi. Diyaneti adeta gölgede bıraktı. Ayrıca teş-kilatçı olması nedeniyle vakıfta ve Başkanlıkta kurduğu ekip-bunca yıl geçmesine rağmen- dağılmamıştır. Bunlar az şeyler değildir.
Toplumun aydınlatılması açısından ne derece etkili olduğunu, ileride Diyanet tarihini yazacaklara bırakalım. Kendimle ilgili olarak şunu söyleyebilirim: Birlikte çalıştığımız yıllarda, fikri planda Diyanete hizmet konusunda farklı düşündüğümüz olmuştur. Fakat bütün bunları memur-amir ilişkisinin dışında, makamına çağırarak söylediği de bir gerçektir. Zaman zaman beni savunduğuna ve çalışmalarımdan memnun olduğuna da şahit oldum. Ama bütün bunlara rağmen, mesai arkadaşlarımızın mağduriyetlerine sebep olacak icraatlar yapmasını da pek içime sindirebildiğimi söyleyemem.
Diğer meslektaşları gibi Dr. Tayyar Altıkulaç’da siyasete girdi. “Keşke girmeseydi” diyemiyorum; daha önce girip de, bir köşede oturan, hiç bir icraat yapmadan dönemini dolduran meslektaşlarından daha güzel siyaset yapabilir diye iyimser bir bekleyiş içinde olmama rağmen ne yazık ki mecliste ve kendi partisi içinde ciddi bir varlık gösteremedi. Son seçimlerde de partisince liste dışı bırakıldı.
Diyanetten sorumlu devlet bakanı olma hayalleriyle girdiği meclise veda ederek İstanbul’a döndü.
Prof. Dr. M.Sait Yazıcıoğlu ve Mehmet Nuri Yılmaz’ın Başkanlıkları konusunda bir yorum yapmak doğru görünmüyor. Çünkü onlarla ne birlikte çalıştım ne de yakın bir temasım oldu.