Doktor Akil Muhtar Bey’den Ahmed Rıza Bey’e Bir Mektup
Doktor Akil Muhtar Bey’den Ahmed Rıza Bey’e Bir Mektup
Doktor Akil Muhtar Bey’den yazımızda bahsetmiştik. Mizan Gazetesi sahibi Murat Bey, Abdülhamid’in Serhafiyesi Ahmet Celalettin Paşa’ya, kanarak Cenevre’den İstanbul’a dönmek istediği zaman orada bulunan genç tıp talebesinden Akil Muhtar Bey’in bu hadise üzerine bütün ümidi istikbalin mahvolacağını zannederek cebinden rovelverini çıkarıp intihar etmek istediğini yazmıştık.
İttihat ve Terakki, ilk defa İstanbul’da Tıbbiye Mektebi’nde teşekkül ettikten sonra Avrupa’ya kaçmak için can atanlardan ve bunu yalnız tahsil için değil, aynı zamanda Abdülhamid’in zulmüne ve istibdatına karşı şiddetle mücadele etmek için de isteyenlerden birisi ve belki en hararetlisi Akil Muhtar Bey’di. 1896 senesinde Akil Muhtar Bey, henüz yirmi yaşında idi. Ve askeri Tıbbiyenin yedinci sınıfında bulunuyordu. Avrupa’ya gitmek için her şeyini hazırlamıştı. Yalnız yola çıkmadan evvel Genç Türklerin Avrupa’daki piri olan Ahmet Rıza Bey’inde fikrini almak istemiş ve ona bir mektup yazmıştı. 15 Eylül 1896 tarihli olan bu mektubun münderecatı o devirdeki gençlerimizin düşüncelerine, duygularına, arzularına ve ümitlerine çok güzel tercüman olduğu için onun bazı noktalarını aşağıya dercediyoruz: Mektupta “Hamiyetlü Ahmet Rıza Beyefendi’ye” diye hitap edildikten sonra deniliyor ki:
Efendim Hazretleri,
Eğer şu dakikada beni muazzap eden ıztırap – ki halimizin vehameti mahsulüdür – şu kağıdı zaten naçiz gibi yirmi yaşlarında bulunanların tecrübesizliklerinden dolayı ekseriye görülen hatalarla doldurmama sebep olursa, bu kusurlarımı affediniz. Karışık bir zihnin semeresi de karışık olur.
Fakirim, Askeri Tıbbiye Mektebi’nin yedinci sınıf talebesindenim. İsmim Akil Bin Muhtardır. Her bir Genç Türk gibi ben de vazifemin ne yolda olduğunu gördüğüm terbiyeden ve şu son zamanlarda gerek malum olan vak’alardan ve gerek zatıaliniz gibi gayyur vatandaşlarınızın hakikat gösterici nasihatlerinden ve teşviklerinden öğrendim. Hatta pek çok manialar karşısında kaldığım halde yine Avrupa’ya gidip ilim tahsil ederek vatanıma hiç olmazsa yük olmamağı kurmuş ve yaptığım teşebbüsler sayesinde oldukça hazırlanmış bir halde bulunuyorum.
Fakat bilmem kaderden mi, yoksa memleketimin parasını Avrupa’ya taşıyarak edeceğim ziyan-ı tahsil ile kapatmak iktidarına ben de bulunmamasından mı nedir, yine karşımda bazı manialer görerek karar veremiyorum: Dört nefer aileme devletten, vefat eden pederimin hakkı olarak alınan sekiz yüz kuruş ile bir de gelip gelmeyeceği şüpheli olan üç yüz şu kadar kuruş bırakıyorum. Ben Cenevre’ye gitmek için ayda yalnız beş lira alıyorum ki bu para oldukça münasip bir mahalde bulunan evlerin aylığı ile hazır olan 150 küsür Osmanlı lirası naktin birleşmesile birikiyor. Mecbur kalınırsa küçük bir evimizde 150 lira kadar bir para ile satılacaktır.
Yazık ki devlet artık aylık veremeyecek hale geldi. Yıldızlılarla Ermeniler tarafından harap edilen biçare Türkler – evet, yalnız Türkler – artık vergi veremiyorlar. Alınan az bir paranın çoğu Boğazlarında kalan memurların boğazına gidiyor. Kalan kısmı aç ve çıplak bir halde sevkolunan askerin nakliyesine sarfediliyor. Kalan da Ermenilere ihsan!!!! gibi mi desem ne desem, veriliyor. Zaten ecnebi devletlerin bize istikraz vermeyeceği aşikardır. Hain Padişah devletin namını itibarsızlığa kadar çıkardı. İstikraz için karşılık gösterilecek bir şey de kalmadı. Demek istiyorum ki yakında parasız kalacağız.
Bu vaziyet karşısında ailemi böylece mevcudunu elinden alıp açlıktan ölmek tehlikesile karşılaştırmak ihtimali gözlerimi karartıyor. Diğer taraftan ise düşecekleri hale herkeste düşecektir, diyorum. Böyle olduğu taktirde acaba ben orada bir suretle yiyecek tedarik edebilir miyim? Böylece düşünürken hemen cinnet derecesinde arzu ettiğim ilim tahsiline kendimi atayım diyorum. Velhasıl çıldıracak kadar kararsızlık içinde çalkalanıyorum. Aman Efendim, bana imdat ediniz, yol gösteriniz! Şayet bu halim devam ederse ki şimdilik kendimi size teslim ederek müteselli ediyorum, o zaman mutlaka aklımı bozacağım… Hay lanet olsun şu Padişaha ki ahaliyi açlıktan ölecek dereceye getirdi, ölüm uçurumunun yanına yaklaştırdı. Aşağıya yuvarlamak için şimdi tekme vurmaya çalışıyor.
Kararım zat-ı valanızı görmek şerefine nail olmak ve orada ismimi deftere kaydettirmekti. Lakin işler değişti. Lütfediniz de Cemiyet’inizin defterine – eğer bir suretle işe yarayabileceğim hatırınıza gelirse – benim için M. Mehmet ismini geçirip emirlerinizi bildiriniz. (Hakiki isminin yalnız sizlere malum olmasını ailem namına rica ederim) Cism-i natüvanım din ve millet uğrunda feda olsun! Eğer şu dakikada düşündüklerimi yazabilseydim, şimdiki idareden ne derecede nefret ettiğimi anlardınız! Nazım Efendi biraderime gönderdikleri mektuptan dolayı beyan-ı teşekkür ederim.
Beyefendi, halimiz herkes gibi beni de korkutuyor. Elan icraat görmediğimizden dolayı endişedeyiz. Artık hançer vatanın kalbine giriyor. Bıçak yalnız kemiğe dayanmadı, onu kesti bile. Her şeyi sigortaya verinceye kadar yangın etrafı saracak! Devlet mahvoluyor.
Uyuşukluk, çıkardığınız gazetelerle ortadan kaldırılamayacak, karar ile kaldırılacak… gibi geliyor. Kısa aklım bu kadara yetiyor da kendi kendime bir de saçma plan kuruyorum. Softaları camilere doldurmak… cemiyet adamları da – eğer miktarı kafi ise – softa kıyafetine girmek. Evvela vüzeranın azli ile yerine Kamil Paşa hazeratı gibilerinin nasbi için… sonra da, baki Allah kariben vatanı şu beladan kurtarsın!
İmza: M. Mehmet
Gençlik ve tecrübesizlikle yazılan bu mektubu bugünkü kır saçlı, tecrübeli, alim, fazıl ve yüksek sahibine göstererek neşri için müsaadesini istedik. Dr. Akil Muhtar Bey bizi, fazla meşguliyetine rağmen, kabulederek mektubu okudu, otuz sekiz sene evvel yazılmış olan bu satırları hatırladı, mektubun kaybolmadan o kadar zaman sonra tekrar eline geçmiş olmasına hayret etti. Bu münasebetle o devirde Cenevre’de yaşanan hayattan bahs açıldı.
Akil Muhtar Bey, bu mektubu yazdıktan bir ay sonra Cenevre’ye gitmişti. Orada bilahare İttihat ve Terakki Fırkası’nın Umumi Katibi olan Mithad Şükrü, Ali Zühtü, Nuri Ahmet Beylere iltihak eylemişti. Bu gençlerin hepsi orada tahsilde bulunuyorlardı. Bilahare Mizancı Murat Bey ve daha birçok Türkler de Cenevre’ye gelmişlerdi. Bir taraftan Paris’te Ahmet Rıza Bey ve arkadaşları ve diğer taraftan Cenevre’de Murat Bey ve arkadaşları İttihat ve Terakki namı altında Abdülhamide karşı mücadele ediyorlardı. Cenevre’deki arkadaşlar arasında tesanüt ve sadakat her türlü tarifin fevkinde idi. Bir arkadaşın yapmak istediği bir işe diğer arkadaşın da girişmemesine veyahut birisinde para olupta istenildiği zaman çıkarıp diğerine vermemesine imkan yoktu.
Abdülhamid denilince bütün gençlerin damarlarında kan kaynıyor, hiddetten gözlerinin akları kızarıyordu. Müstebit Padişah’a karşı bütün gençler müthiş bir kin besliyorlardı. Abdülhamidin olsa olsa beş sene daha yaşayacağı tahmin ediliyor ve mahpus Veliaht Reşat Efendi’nin Padişah olduktan sonra Meşrutiyet idaresini kabul ve ilan edeceği kuvvetle ümit ediliyordu.
Bununla beraber Abdülhamid’in beş sene daha yaşamasına bile tahammül edilemiyordu. Cenevre’deki gençler her an ve her dakika tel’in ettikleri o Padişah’ın vücudunu bir an evvel ortadan kaldırmak için türlü türlü çareler düşünüyorlardı.
Bulunan bu çareler genç dimağlarda büyüyor, büyüdükçe ehemmiyet kesbediyor ve onların bir an evvel mevki-i tatbike konulması için fırsat kollanıyordu.
Bu çareler içinde en ziyade akla yakın olanı Yıldız Sarayı’nı bomba ile atmak görünüyordu. Bu iş için herkes hayatını fedaya hazırdı. Fakat ancak kendilerini geçindirecek kadar paraya malik olan o gençler nereden fazla para bulacaklardı da onunla bomba tedarik edecekler ve onu ta İstanbul’a kadar götürüp Yıldız Sarayı’na alabileceklerdi? Bu cihetler pek o kadar derinden derine düşünülmeden ağızdan ağıza ve fakat gizliden gizliye bir bomba davasıdır gidiyordu.
O aralık İstanbul’dan Cenevre’ye İsviçreli bir doktor gelmişti. Bu doktor uzun müddet İstanbul’da İtalyan Hastahanesi’nde bulunmuş ve Türkleri çok sevmişti. Onun için az zaman zarfında Cenevre’deki Türk gençlerile tanışmış ve onlarla dost olmuştu. Türk gençleri bu doktorla sık sık hasbühal ediyorlardı. Mübahaselerin mevzuu tabii hep zalim Abdülhamid idi. Türk gençleri bir gün o doktora, Abdülhamid’in bomba ile öldürülmesi lazım geldiğinden bahsettikleri zaman doktor, bu iş için bomba bulacağını onlara vadetmişti.
Bu vaat o günlerde tam yerinde gelmişti. Çünkü İstanbul’lu arkadaşlardan birisi yeni bir şey keşfetmişti. Daha doğrusu duymuştu. Bunu arkadaşlarına büyük bir heyecanla anlatırken arkadaşları onu fevkalade bir merakla dinliyorlardı. Bu arkadaş diyordu ki;
– Bakınız arkadaşlar, size gayet mühim bir sır tevdi edeceğim. Yıldız Sarayına Beşiktaş’tan çıktığımı biliyorsunuz. Fakat sarayın bahçesini çeviren duvarlar Ortaköy tepelerine kadar uzanmaktadır. Ortaköy’de duvarın bir noktasında gizli bir kapı varmış. Bu kapı açılırsa uzun bir galeriye giriliyormuş. Bu galeri Yıldız Sarayı’nın bahçesinde ta Abdülhamid’in yatıp kalktığı daireye kadar gidiyormuş.”
Arkadaşlardan birisi burada hemen söze karışmıştı:
– Evet, bunu ben de işittim. O galeriyi Abdülhamid yaptırmış. Şayet bir hadise çıkacak olursa, o gizli kapıdan kaçmaya çalışacakmış.”
– Hah işte ben de öyle işittim. Şimdi bizim için yapılacak bir iş var. Burada birkaç bomba tedarik etmeliyiz. İçimizden birisi ben bizzat gitmeye hazırım, bu bombaları alıp İstanbul’a götürmeli, evvela o gizli kapıyı keşfetmeli, ondan sonra bir gece o kapıdan içeriye girmeli, galerinin nihayetine kadar gidip bombaları oraya yerleştirmeli ve ondan sonra bombalar saatli ise saatini kurup yahut fitilli ise fitillerini yakıp kaçmalıdır. Bu işi söylediğim gibi, ben yapmaya hazırım. Siz yalnız bombaları bulunuz.
Abdülhamide karşı suikast tertip eden bu üç dört genç artık Karasultan sarayları, debdebesi, tantanası ve zulüm ve istibdadı ile beraber berhava olmuş farzediyorlardı. Gece ve gündüz hep bomba tedarikini düşündükleri için gözlerine uyku bile girmiyordu. Karar verdikleri suikastın bütün teferruatı gözlerinin önünde tecessüm ediyor gittikçe büyüyor ve büyüdükçe heyecan ve asabiyetleri de artıyordu.