İttihat Ve Terakki

Doktor Bahaddin Şakir Bey ve Diran Kelekyan Efendi Arasında Cereyan Eden Fikir Teatisi

Doktor Bahaddin Şakir Bey ve Diran Kelekyan Efendi Arasında Cereyan Eden Fikir Teatisi

 

Diran Kelekyan Efendi ile Doktor Bahaettin Şakir Bey arasında devam eden bu muhaberede Asaf Bey denilen zat gittikçe daha ziyade mevzuu bahsediliyordu. Asaf Bey hakkında Diran Kelekyan Efendi diyordu ki:

“Asaf’tan ve diğer o makule mahlukattan ne kadar çekinilse sezadır. Size bahsettiğim şüpheler gittikçe kuvvet kesbediyor. Babasının İstanbul’da güya yakalandığı doğru mu? Kendisi işae etti ama benim bundan şüphem var. Zaten tevkif edilse de kendi namusperverliğine delil teşkil etmez. Çünkü bence casusların da böyle hallere giriftar oldukları görülmüştür. Asaf’ın Berlin’e gönderildiği, oradan Abdülhamid’e onun vasıtasile bir jurnal gönderildiği doğrudur. Arafın bir zaman Ahmet Celalettin Paşa’nın talimatile böyle şeyler yaptıktan sonra şimdi Saray hesabına casuslak etmekte olduğu benim nazarımda hemen tamamile tahakkuk etmiştir. Dikkat buyurunuz ki böyle bir ahlakı meçhul, hiçbir prensibi olmadığı irtikap ettiği dalkavukluklarla müsbet bir çocuk, Ahmet Celalettin Paşa’nın katipliğini yapmak sayesinde Yusuf İzzettin Efendi ile olan irtibatı biliyordu. Biz İstanbul’daki kadını itham ediyoruz. İthama da hakkımız var, çünkü mesleği neler yaptığını meydana çıkarıyor. Fakat acaba bu taraftan da ihbar vuku bulmadı mı? Acaba ipin ucu Ahmet Şevket Paşa ile Asaf tarafından gösterilmedi mi? Geçen yaz mevsiminde bütün işler bunların gözleri önünde cereyan etmekte idi. Ben artık Ahmet Celalettin Paşa’nın her yaptığından ümidi kestiğim için bir şey demiyorum. Çünkü ona doğru yolu göstermek kendi felaketimi hazırlamak, beyhude imtizacsızlıklara sebep olmak demek olacağına kanaat getirdim. Eğer şimdi çektiğimiz halin manevi müsebbibleri aranılırsa, tahakkuk edecek pek büyük mes’uliyetler mevcut olduğuna emin olabilirsiniz. Benim elimde yapılan tedbirsizliklerin maddi delilleri vardır.

Size gayet mahremane yazıyorum. Biz işimizi bilmeliyiz. Yoksa Yusuf İzzettin Efendi biçaresi her gün yeni tehlikelere maruz kalır. Ahmet Celalettin Paşa’nın kendi kaprislerine neler feda etmeğe muktedir olduğunu belki siz tamamile bilmezsiniz. Ben maatteessüf pekala bilirim. Yusuf İzzettin Efendi’ye hizmet etmek bu zat için bir bahanedir. Maksat kendi kaprislerini ileri götürmektir. Ne çare ki asıl işin sahibi bugün bu büyük hakikatleri haber alabilecek bir halde bulunmuyor. Bana kalırsa, biz herhalde Yusuf İzzettin Efendi ile münasebetlerimizi ibka etmeliyiz. Hem artık onunla muhaberemiz Ahmet Celalettin Paşa’ya karşı gizli tutulmalıdır. Eğer iş görmek istiyorsak böyle yapmamız lazımdır. Yoksa her gün başka bir felaketle karşılaşabiliriz.

Malumunuz olduğu veçhile Sinapyan isimli casus şimdi Paris’te bulunmaktadır; Ahmet Şevket Paşa ile arası pek iyi imiş. Bana İstanbul’dan bir Türk membaından bildirildiğine göre ikisi de Saray’a jurnal yağdırmakta imişler. Asaf’ın Paris’ten Londra’ya gittiği, daha doğrusu gönderildiği yazılıyor.

Bu adamlar bir takım işler çeviriyorlar, maksatlarını anlayamıyorum, dikkat ediniz.

Buradan Paris’e giden yüzbaşı T… Bey’i elbette gördünüz. Bu zat Fransız ordusuna gönüllü girmek istiyordu. Ama muvaffak olup olamayacağını henüz haber alamadım. Herhalde şimdilik Paris’tedir ve işittiklerini Ahmet Celalettin Paşa’ya bildirmekle meşguldür. Bunu size gayet mahremane yazıyorum. Kendi mahrem işlerimizi ona göre idare edersiniz.”

Yazdığımız veçhile “Şura-yi Ümmet” Paris’te çıkıyordu. Fakat bu mesele daimi bir tehlikeye maruzdu. Fransız hükûmetinin, Paris Sefiri Münir Paşa tarafından yapılacak bir teşebbüs üzerine gazeteyi kapatması her an mümkündü. Diran Kelekyan Efendi bir mektubunda bu gazete meselesi hakkında şunları yazıyordu:

“Şimdi Mösyö Clemenceau, Dahiliye Nazırı olduğundan Paris’te çıkan gazete tehlikeye maruz değildir. Fakat bu hal her zaman devam etmez. Yarın bir tebeddül-ü vükela olur, yeni Dahiliye Nazırı, Paris Sefareti’ne bir müsaadekarlık yapar. Gazeteyi Avrupa’da çıkardıkça daima mürettip meselesinden de gaile çekeceksiniz. Bu mürettip meselesinin gaileleri göze aldırıldıktan sonra matbaanın hiç olmazsa İsviçre’de tesisi daha münasiptir. Çünkü Abdülhamid hükûmeti istese bile, ne matbaayı, ne de gazeteyi kapatamaz. Matbaanın Fransa’da bulunmasını hiç caiz görmem. İngiltere’de tesisi de pek muvafıktır. İngiltere’de hükûmeti istese bile matbaayı ve gazeteyi kapatamaz. Fakat Fransa’da Dahiliye nazırı bir hükm-ü karakuşi ile gazeteyi derhal menetmeğe muktedirdir. Bu bapta elyevm mevcut olan kanun değiştirilmedikçe Fransa’da matbaa tesis etmemeliydi.”

Bu aralık İstanbul’dan alınan haberlerde Türkler’in ve Ermenilerin nezaret altında bulundurulmalarına dair olan talimatın yeniden teyit edilmiş olduğu bildirilmekte idi. Abdülhamid, Londra’ya ve Paris’e pek ziyade ehemmiyet veriyordu. Yeni yeni casuslar satın alıyordu. Onun için Terakki ve İttihat Cemiyeti muhaberatın muhafazası işinde fevkalade dikkatli ve ihtiyatlı hareket ediyordu. Mesela evrak adi dolaplara konulmuyordu. Casusların eline geçmeyecek bir surette saklanıyordu.

Bundan başka postaya verilen mektuplar da doğrudan doğruya Bahaddin Şakir Bey veyahut yakın arkadaşlarından birisi tarafından postahaneye gönderiliyordu. Çünkü Abdülhamid’in casusları onları takip ediyorlar. Ve kendileri de postaya mektup veriyormuş gibi yaparak gönderilen mektupların adreslerini okumağa çalışıyorlardı. Bu gizli adresleri behemehal casuslara göstermemek lazım geliyordu. Çünkü o adresler öğrenilecek olursa kendilerine mektup gönderilen zevatın hali yamandı.

Velhasıl Yıldız’ın, Avrupa’da tesis ettiği casusluk pek ziyade genişletilmişti. O casusların her küstahlığa kalkışacakları anlaşılıyordu. Casuslar arasında bulunan Sinapyan gayet mahirane hareket ediyordu. Mesela ortaya bir rivayet çıkarılmıştı. Güya Sinapyan, İstanbul’a geri çağrılmıştı. Halbuki O, Sadrazam’ın bu emrine itaat şöyle dursun, bilakis Sadaret’e çektiği bir telgrafnamede Sadrazam’ı açıktan açığa tahkir etmişti. Bunun üzerine Sinapyan’ın azil ve rütbesinin refedildiği İstanbul’dan Paris Sefareti’ne bildirilmişti. Hatta o zaman gazetelere de aksetmişti.

Hakikat halde bütün bu şayialar, vaka yazıldığı gibi cereyan etmekle beraber, Sinapyan’ın İstanbul hükûmeti ve Saray ile alakası olmadığını göstermek için kasden ortaya çıkarılıyordu. Bütün mesele bir saniadan ibaretti. Rütbesinin ref’i Sinapyan’ın Avrupa’da Osmanlı ahrarlarınayaklaşmasını kolaylaştırmak için tertip olunmuştu. Bunların hep mürettep olduğu şundan da anlayışılıyordu ki Abdülhamid o zamana kadar asdikasından her kim Sadrazmı tahkir etmişse, onun bu hareketi nazar-ı şahanede makbule geçmişti. “Asdika-yi şahane”den olanlar Sadrazamı, Seraskeri, hatta Mabeyin ricalini bile tahkir etseler hiç ceza görmüyorlardı. Onun için Avrupa’daki Osmanlı ahrarı, Sinapyan, hakikaten “gazab-i şahane”ye uğramış olsa bile, o heriften çok çekiniyorlardı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: Content is protected !!