Doktor Bahaddin Şakir Bey’in Avrupa’ya Kaçışı ve Faaliyetleri
Doktor Bahaddin Şakir Bey’in Avrupa’ya Kaçışı ve Faaliyetleri
Bu suretle Dr. Bahaeddin Şakir Bey hayatını Abdülhamid’in zulüm pençesinden kurtararak Marsilya’ya çıkmaya ve oradan doğru Paris’e gitmeye muvaffak olmuştu. On, on beş seneden beri Paris’te Cenevre’de ve Mısır’da çalışan Türk ahrarı Dr. Bahaeddin Şakir Bey’le gayet ciddi çalışan vazifesini bilen ve çalışmaktan yorulmayan kıymetli bir yardımcı kazanmış oluyorlardı. Doktorun, Avrupa’daki Genç Türklere İltihakı, Abdülhamid’e karşı sarfedilen gayretlerin tevhidi için atılmış olan büyük bir adım olarak telakki edilebilir. Çünkü birbirlerinden ayrılmış olan ve dağılmak üzere bulunan kuvvetleri Dr. Bahaeddin Şakir Bey Paris’e geldikten sonra tekrar birleştirmeye muvaffak olmuştu.
Doktor, Paris’te Otel Nasyonal’e edinmiş ve oradan Diran Kelekyan Efendi’ye mektuplar yazarak muvasalatını bildirmiş ve firarına ait tafsilat vermişti.
Diran Kelekyan Efendi’nin bu mektuba verdiği 26 Teşrinievvel 1905 tarihli cevap Dr. Bahaeddin Şakir Bey’in şahsı, tevkifi, nefyi ve firarı hakkında birçok hakikatleri ihtiva ettiğinden onu aşağıya dercediyoruz:
“Paris’e muvasalatınızı müteakıp gönderdiğiniz mufassal mektubu memnuniyetle aldım, teşekkür ederim. Erzincan’a gönderidğim son mektuba “aşk ve alaka” ve “izdivaç” sözleri karıştırılması, eğer mektup kazaen başka ele geçerse, size bir fenalık gelmesin diye yapılmış olan bir saniadan ibaretti. Vakıa vasıta emin ise de, yine ihtiyaten mektuplarda tehlikeli söz bulundurulmaması lüzumunu Fransız dostumuz bendenize bildirmişti. Fransız muallimeyi murat etmek bile hatırımdan geçmedi. Bendenizin şahsi işlerle uğraşmayacak kadar hürriyetperver olduğumu elbette siz takdir edersiniz. Nefyedilmenizi müteakıp casus Kadri edepsizinin muallime nezdinde yaptığı bazı teşebbüslerini dostumuz yazmış olduğundan hükûmetin eline hiçbir ciddi delil geçmediğini ve nefye sebep, adi şüphe ve casus entrikası olduğunu – İstanbul’un talebi üzerine – Ziya Bey’e (Ahmet Celalettin Paşa’ya) bildirdiğim sırada mezkur entrikalar hakkında malumat verdimse de muallime meselesi ile bundan fazla meşgul olmadım.
Tehlikeden son derece çekinmek mesleğin iktizasından olduğundan, zatıalinize takdim ettiğim mektuplara daima mutedil bir şekil vermek istiyordum. Son mektubumda oradaki casuslardan birile kağıt oynayıp veyahut arkadaşlık edip kavga çıkarınız, fizarınızı bilahare merkumun düşmanlığına atfediniz ki başka şüpheye mahal kalmasın” demek istediğimden, bunu ifham suretile tefhime yeltendim. Mektubun bundan başka manası yoktur.
Sergüzeştinizi, geçirdiğiniz kazaları okuduğum sırada erliğinizin, yiğitliğinizin yeni baştan hayranı oldum. Buraları bendenizce zaten müsellemdi. Fakat doğrusu talih, metanetinizi lüzumundan fazla tecrübeye koymuş: Galebe çalmanız sizinle beraber bize de büyük bir şereftir.
Hele Sadettin Paşa haylazının vapura gönderdiği “Sefir”e verdiğiniz cevaptan dolayı başkaca şayan-ı tebriksiniz; İstanbul’un sahte saray nezaketi hürriyet arayanların işine gelemez. Açık söz lazım; verdiğiniz cevapta: “Kanlı Padişah’ın kurduğu zulüm ve istibdat yüzünden kendi memleketimin sularında bir Fransız vapuruna, Fransız bandırasına sığınmaya mecbur olduktan sonra sen kim oluyorsun?.. gibi sözler söylenmeli ki o edepsizler kollarındaki yaldızlı şeritlerle kendilerini aldatmayıp mevkilerini anlasınlar!
Arzunuz veçhile sergüzeştinizi bir baştan bir başa dünkü posta ile İstanbul’daki dostumuza yazdım. Memnun olacağına eminim. Xavier de Moutepin’in romanları kadar hadiselerle dolu olan seyahatinizi Avrupa
gazetelerine yazmak mümkündü. “Şevketmeab Efendimize” keyif bağışlamak için en az değeri olanlar hakkında bile satırlar doldurduğum halde, sizin gibi muazzer bir kardeşim hakkında bir söz bile yazmadım. Sebebini elbette takdir edersiniz.
Zatıaliniz şimdi Avrupa’da kimseyi tanımaz, adeta ne yapacağını şaşırmış bir gurbetzede gibi bulunmalısınız ki başka cihetle bir zarar gelmesin. İlk zamanların tesiri de, tehlikesi de büyüktür. Şu birkaç hafta geçtikten sonra İstanbul sizi Avrupa’da bilmeğe alışır. Ondan sonra her şeyi yazmak mümkündür.
İstanbul’dan aldığım haberler orada işlerin iyi halde bulunduğunu gösteriyor. Sizin Avrupa’da gayet ihtiyatlı davranmanız icap eder. Yeni bir usul kurulacağı sırada; Ahmet Celalettin Paşa meselesi hakkında “Üstad Hazretleri” tabiri kullanılan Yusuf İzzettin Efendi’ye yazacağını vadetmişti. Mısır’a avdetinden sonra Paşa tarafından doktora yazılan bir mektupla bu para meselesine dair deniliyordu ki
“Zatıalinize ait madde hakkında Üstat Hazretleri’ne yazacağım, müsterih olunuz. Bundan evvelki posta ile size harçlık olmak üzere bin franklık mandapost gönderdim”
Bu satırlardan da anlaşılacağı veçhile Ahmet Celalettin Paşa Dr. Bahaeddin Şakir Bey’e nakten yardım ediyordu. Diran Kelekyan Efendi ise doktora kayda şayan ve hususi bir maksatla yazılmakla beraber kıymetleri inkar olunamayan nasihatlerine devam ederek diyordu ki:
“Ziya Bey (Ahmet Celalettin Paşa) buraya geldi. Vapurdan sizinde çıkmadığınızı görünce mahzun oldum. Zatıalinizin bir kere Mısır’a teşrifimizi arzu etmekliğim mutlaka burada kalmanız için değil, aranızda bir mülakat yapılması içindi. Yoksa mukaddes maksat nokta-i nazarından Paris’te kalmanız buraya gelmenizden daha hayırlıdır; Paris’te iş görmek için daha geniş bir meydan vardır. Keşke ben de Paris’te kalabilseydim! Fakat talih beni öyle bir hale getirdi ki vaktimin mühim bir kısmını bayağı ihtiyatlara riayet etmekle geçiriyorum.
Her ne hal ise, şimdi siz Avrupa’ya geldiniz, bu benim için büyük bir bahttır. Sizinle muhabere ve müşterek gizli bir faaliyetle müteselli oluyorum. Bu kış esnasında Paris’e gelmeye ve sizinle görüşmeme gayret edeceğim. Herhalde siz şimdilik bir şey yapmayınız. Yani bu bapta Ziya Bey nezdinde vesayada bulunmayınız. Bendeniz icabını tertibe uğraşırım.
İsminizi yalnız Doktor Bahaeddin diye kullanmayınız, İstanbul’da yaptığınız gibi Dr. Bahaeddin Şakir suretinde istimal ederseniz daha muvafık olur. Fransızlar gariptir; Ecnebi isimlerinde hatalar ederler. Bir Osmanlı’nın mektubu dikkatsizlik diğerine götürülmesi, Paris’te çok kereler vaki olmuştur. İsminizdeki tavsiyem bu ihtimale mahal bırakmamak içindir.
Bir de mektubunuzu daima taahhüllü olarak yollayınız. Çünkü Yıldız usulleri Paris’lere, Kahire’lere kadar sirayet ettirildi. Başkasının mektubunu çalmak, birisinin mektubunu sahte imza koyarak almak meşru işler gibi yapılıyor. Bu gibi rezaletlerin önünü almak ancak muhaberede taahhüt usulünü kaide-i külliye makamında kabul etmek sayesinde mümkündür. Elhasıl orada bütün kağıtlarımızın daima kilit altında saklanmasını müsaadei biraderanenize mağruren rica eylerim. Çünkü Abdülhamid’in renk renk casuslarından başka şimdi Avrupa’da bir takım başka tarafların casusları da vardır.Memleketi guya kurtarmaya yeltenenler de her tarafta casus ikamesine başladılar. İşte ricam bu hikmete mebnidir.
Siz benim kardeş kadar sevdiğim muhibbim olduktan başka bir de meslek arkadaşımsınız.
Biz hariçten beyhude şüpheler hasıl ederek fazla tazyika sebep olmamalıyız. Usul tesis edildikten sonra değiştirilmesi zordur. İşte şu sırada iştigalimiz hakkında ihtiyat ve sükutu tecviz etmekliğimin sebebi budur. Maamafih emir buyurduğunuz mekaleyi yazıp gelecek posta ile göndereceğim. Bu mekalenin Ramazanın onbeşinden daha doğrusu bayramdan sonra neşrinde mahzur görmem. Çünkü o zamana kadar siz de hariçte eskimiş olursunuz. “Şevketmeabımız” çok şeylere alıştığı gibi, zatıalinizi hariçte bilmeğe de alışır. Onun için üç hafta kadar sabretmenizi rica ederim.
Bittabi gizli konuşulacak veya muhabere edilecek birçok şeyler vardır. Fransa’da mı kalacağınızı, yoksa buraya mı geleceğinizi anlamak için mektubunuzu bekliyorum. Eski şifre alelacele yazıldığından pek noksandı, şimdi mükemmel bir şifre hazırlamak üzereyim. Eğer orada kalacağınız teayyün ederse şifre taahhütlü mektupla takdim ederim.
Avrupa’da kalmanız tekarrür ettiği taktirde münasebatınızı tevsi etmeniz için işaratta bulunmaklığmı tabiidir. Eğer o suret tercih olunursa, zatıaliniz Avrupa’da “elçimiz” olursunuz; Hem hastanelere devam, hem de siyasetle iştigal edersiniz. Yapılacak iş çoktur. Paris’te cidden uğraşan bir elçiye kat’i lüzum vardır. Demek ki Avrupa’da oturmanız da pek münasiptir. Yalnız bir kere görüşmekliğimiz lazım gelir. İşte onun için Mısır’a gelmenizi istiyorum.
Kardeşim! Şimdi artık cidden çalışacak zaman geldi inşallah el ele vererek çok şeyler yaparız. Bizim gibi saffeti, hülusuniyeti olanlara muvaffakıyet daima muhakkaktır. Sizden yalnız etrafınızda dolaşması tabii olan entrikalardan çekinmenizi kardeşime rica ederim. Avrupa’da gördüğünüz adamların büyük bir kısmı entrika sayesinde yaşar. Bunlar arasında sözü başka, meramı başka olanlar çoktur. Bu gibi hokkabazlara karşı mümkün olduğu kadar ihtiyatlı bulununuz.
Figaro gazetesinin sizin firar meselesine dair yazdığını leffen takdim ediyorum. Hikayede zannedersem hata var.”
Diran Kelekyan Efendi Dr. Bahaeddin Şakir Bey’i kendi tarafına celbetmek maksadile bu satırları yazıyordu. Paris ile Mısır, Ahmet Rıza, Dr. Nazım Beyler ile Ahmet Celalettin Paşa ve Diran Kelekyan Efendi fikir ve hareket itibarile biribirlerinden ayrıldıklarında, Dr. Bahaeddin Şakir Bey gibi yeni gelen genç, faal bir unsurun Mısır tarafına çekilmesi tabii çok faydalı olacaktı. Esasen Dr. Bahaeddin Şakir Bey’in menfadan kurtulmasına Ahmet Celalettin Paşa nakten yardım ettiği ve Avrupa’da bulunduğu müddetçe de yardım edeceği için, doktorun, Ahmet Celalettin Paşa’dan ayrılmasına imkan yoktu.
Dr. Bahaeddin Şakir Bey Paris’e geldiği zaman Ahmet Celalettin Paşa’da orada bulunuyordu. Binaenaleyh doktor ilk yardımı Paşa’dan görmüştü. Her ne kadar Yusuf İzzettin Efendi, şayet hususi tabipliğini kabul ettiğinden dolayı başına bir kaza gelecek olursa doktora daima bakacağını vaktile vadetmişse de, Şehzade’nin bu vaadinde durup durmayacağı belli değildi.
– Politika arkadaşlığı fikir arkadaşlığı demektir – benim nazarımda kan kardeşliğinden daha yüksek bir rabıtadır.[1]
Binaenaleyh siz menfada bulunduğunuz zamanda cereyan eden ahval ile bütün Avrupa’da Osmanlı hürriyetperverliği meselesini ve benim şimdiki mevkiimle iştigalleri mufassalan size anlatmak isterdim. Aramızda gizli bir şey olmamasını sizin bütün işlere vakıf olmanız lüzumunu en ziyade takdir edenlerdenim. Siz Paris’e iyice yerleştikten sonra bunu yapacağım, biraz sabır buyurmanızı rica ederim.
Bir de şurasının ilavesine lüzum görüyorum ki Paris’te bulunan zevat hakkında kanaat hasıl eylemek te acele etmeyiniz. Size, şahsi düşmanlıklar saikasile hakikaten muvafık olmayan sözler söylenmiş olabilir. Fakat vereceğim tafsilatı bekleyiniz. O zamana kadar şu altı ay zarfında Paris’te cereyan eden komedyalara dair bitaraf, namuslu adamlardan malumat edinmeğe çalışınız. Anlaşılması elzem o kadar garibeler vardır ki zamanınızı boşuna sarfetmiş olmazsınız. Zaruri bir ihtiyatın beni şimdilik mühim meselelerden bahsetmekten meneylediğine çok teessüf ediyorum.
Paris’te geçireceğiniz hayat hakkında fikir mi soruyorsunuz. Zannederim ki en münasip hakikat tarzı müşterisi yedi, sekizi geçmeyen bir pansiyona girmektir. Vatandaşlarla ülfet etmek tabii olmakla beraber, oturduğunuz yerde vatandaş bulunmamasına dikkat etmeniz Fransızca tekellümde çabuk terakki etmeniz için lazımdır. Maamafih bizim vatandaşların bir kısmı ekseriya teklifsizliklere cüret ettiklerinden bazısı da herkesin ne yaptığını anlamağa uğraştıklarından oturduğunuz yerde başka vatandaş bulunmaması bu nokta-i nazardan da ihtiyati bir tedbirdir.
Fakat Fransızca’yı tahsil için bu kadarı kifayet etmez. Beher dersi bir saatten eksik olmamak üzere haftada iki üç ders almanız lazımdır. Guya Fransızca hiç bilmiyormuşsunuz gibi granmaire’den başlayarak yeniden tahsil etmeli ve biraz da litterature okumalısınız.
Haftada iki gece tiyatroya gitmekte şarttır. En evvel “Ambigu” “Nouveautes”, “Gymmase”, “Chatelet”, “Cluny” gibi oyunları kolay anlatılır. Tiyatrolardan başlarsınız dört beş ay sonra “Odeon”a “Theatre Français”ye yani “Comemie Française” devam edersiniz. Eğer bu dediklerimi yaparsanız, Fransızca’nız hem tekellüm, hem de kitabet nokta-i nazarından büyük terakkiye mazhar olur.
Tıp cihetine gelince: bana kalırsa bir speecialite tesbit etmek üzere hastahanelere devam eylemek pek münasiptir. Zannedersem siz İstanbul’da dahili hastalıklar müttehasısı idiniz. Bu ihtisas her yerde geçer. Yalnız cerahlığa da biraz ehemmiyet verilmelidir. Çünkü meselâ şimdiki istibdat idaresi devam eder ve Mısır gibi yerlere gelirseniz cerrahlıkta yapabilmek pek kârlı bir iş olur.
Bendenizin en büyük arzum, sizin Fransız Milleti’nin tarzını öğrenmektir. Bu da bu milletin zaten meydanda olan milli hayatına karışmakla olur. Sonra Avrupa’ya gelirsem beraberce iki üç hafta İngiltere’ye gideriz. Bir de İngiliz Milleti’nin –yani milli hayat itibariyle Avrupa’nın en müterakki unsurunun- yaşayış tarzını görürsünüz. Bu mukayesede öyle bir ders vardır ki bunu dünyada hiçbir tahsil insana bahşedemez, madem ki Avrupa’ya çıktınız, garp medeniyeti hakkında –bizim vatandaşların büyük kısmında görülen yanlış fikirlerden âri olarak- bir fikir edinmeniz ileride memleket için pek hayırlı olacaktır. Şark’ta -hususiyle bedbaht Türkiye’de- yaşamış olanlar, zulümden ne kadar şikayet ederlerse etsinler, hürriyeti tamamiyle anlamış olamazlar. Hürriyet nimetinin yüksekliği Avrupa –hususiyle İngiltere- hayatına cidden iştirakle anlaşılır. Halbuki bizim vatandaşlar şark ahlakını gittikleri yerlere naklettikleri ve Paris veya Londra’da İstanbul hayatı yaşadıkları cihetle, senelerce Avrupa’da kaldıkları halde fikri terakkiler nokta-i nazarından yine şarklı olarak geri dönüyorlar. İşte bunun için zatıâli-i biraderanelerine mümkün olduğu kadar yerli -fakat müterakki kısmiyle- ülfet etmenizi rica eyleyeceğim.
İstanbul’dan gelen haberlere bakılacak olursa Avrupa’ya azimetinizin hiçbir kimseye zararı dokunmamıştır. Paris’te dolaşan dalkavuk nevinden, rütbeli rütbesiz heriflerden ihtiraz eylemenizi rica ederim, Paris’te emin adam pek azdır.
Refikam selâmlarınıza teşekkür ediyor. Duçar olduğunuz felâket ne kadar teessüfü mucip olduysa, selâmetle kurtulmanız da kendisini o nisbette memnun etti.”
Diran Kelekyan Efendi, Mısır’da bulunduğu müddet zarfında gerek muamelelerinde gerekse muhaberelerinde o kadar ihtiyata riayet ediyordu ki, onun bu ihtiyatını korkaklığına hamletmek lazımdır. Meselâ Abdülhamid’in son müstebid Sadrazamı olan Ferit Paşa’nın akrabasından Fazıl Bey isminde bir zat, Doktor Bahaddin Şakir Bey’in yardımıyla vaktiyle Paris’e kaçırılmıştı. Bu Fazıl Bey, Sadrazam vasıtasıyla İstanbul’a avdet için Abdülhamid’ten müsaade almağa muvaffak olmuştu. Diran Kelekyan Efendi muhabere vesaire dolayısıyla bu Fazıl Bey’le alakadar olduğundan, onun İstanbul’a dönmesinden çok korkuyordu. Doktor Bahaddin Şakir Bey, Paris’e gelir gelmez Diran Kelekyan Efendi kendisine yazdığı bir mektupta bu Fazıl Bey meselesi hakkında diyordu ki:
“Şimdiki hürriyetini fedakârlığınıza borçlu olan bu ahlâksız adam arada sırada İstanbul’a dönmek emelinde bulunuyormuş. Eğer şimdiki maişet tarziyle kalacak olursa, sonunda bunu yapmaya mecbur olacaktır. Çünkü şahsını ve parasını idareden âciz olduğu sizce de malûmdur. Bununla beraber bu adamın bu hale düşmesine sebep olanlar da vardır. Paris’e geldikten sonra biraz iyi idare olunabilirdi, vakıâ esasen ahlâkı fena ise de, hiç olmazsa fena hareketleri tadil olunabilirdi. Buraları nazar-ı dikkate alınamadı. Çünkü Fazıl’ın hatalara düşmesinde menfaat görenler oldu.
Şimdi zatıâlinizden mahremane ricam şudur ki Fazıl’ı -İstanbul’a geri dönmesini güçleştirmek için- önümüzdeki kış mevsiminde kendi hesabına olarak Mısır’a aşırmak, mümkün olmadığı takdirde yanında Fransız, dostumuzun mektubu var mıdır? Varsa mühim midir? Buralarını mahirâne anlayıp imkân görürseniz mektupları almaktır. Fakat bu işte ne derecelerde mahirâne harekete lüzum olduğunu, bittabi takdir edersiniz. Fazıl, bu mektupların ehemmiyetli olduğunu belki anlayamamıştır. İstanbul’a dönse bile belki o mektuplardan istifade etmeyecektir. Eğer biz mektup meselesini doğrudan doğruya ortaya atarsak, âdeta kendisini uyandırmış oluruz. Söz ve muhabbet iş ve işret arasında hafif bir tahrikat icrası muvafık olur zannederim.
Fazıl’ın İstanbul’a avdetinden Fransız dostumuz için bir tehlike tasavvur etmem. Hususiyle zatıâlinizin Avrupa’ya azimeti tehlikeyi azaltmıştır. Arada bir kişi eksildiğinden, ithamları kavl-i mücerrette kalacaktır.
Yaptığım tecrübelere göre biz de hükûmet pek az avdet edene “nasıl kaçtın? Seni kim kaçırdı?” diye soruyor. Meselâ ben iki defa aff-ı umumî ile İstanbul’a geri döndüm. Her ikisinde de buralarını soran olmadı, Fazıl’ın avdet müsaadesini biraderinin kayınpederi olan Sadrazam istihsal etmiş. Eğer öyle ise, meselenin pek hafif geçmesi ağleb-i ihtimaldir. Maamafih bize ihtiyatla hareket teveccüh ettiği aşikârdır.
Kardeşim! Bu kadar âdi meseleler hakkında bile böyle mahramâne muhabereye lüzum gördüğüme taaccüp edeceksiniz. Ondaki hikmeti size ileride görüştüğümüz zaman arz ederim.”
Doktor Bahaddin Şakir Bey, Paris’e geldikten sonra gördüğü vaziyet karşısında şaşırıp kalmıştı. Birçok seneler Avrupa’da fedakârane çalışan Genç Türklerin muhtelif gruplara ayrıldıklarını, kimsenin kimseyi çekemediğini, herkesin benlik iddiasında bulunduğunu ve bu gidişle Avrupa’da uyanan hürriyet cereyanının tamamiyle söneceğini anlayarak çok meyus olmuştu. Bu şaşkınlık ve meyusiyet için de hatta Ahmet Rıza Bey’i bile gidip ziyaret etmemişti. İstanbul’da ve Türkiye’nin her tarafında Avrupa’daki hürriyet mücahitlerine bağlanan ümitlerin bu kadar çürük bir temele yaslandığını kat’iyen hatırına getirmemişti. Avrupa’daki mücahitlerden Türkiye için büyük ümitler ve parlak bir istikbal beklendiğinden dolayı memleketin her köşesindeki münevverler bu kadar gayretler sarfediyorlardı, hapishanelerde ve menfalarda çürüyen gençler de Avrupa’daki mücahitlere yardım ettiklerinden mütevellit bir memnuniyetle o meşakkatlere ve mahrumiyetlere katlanıyorlardı.
Doktor Bahaddin Şakir Bey, Avrupa’daki vaziyetin, bu fedakârlıkların hiçbirisine lâyık olamayacak kadar karışık olduğunu görünce ye’sinden doğan bu nevmidî içinde bunları İstanbul’daki ve Trabzon’daki arkadaşlarına bildirmişti. Doktorun bu mektuplarına oralardan gelen cevaplarda herşeyden ziyade hissin hakim olduğu görülüyordu. Doktorun Trabzon firarında çok yardımı dokunan “Mihrabî” diyordu ki; Cemiyetin timsali, Heykeli Ulü’lâzim Cenab-ı Ahmet Rıza’yı şimdiye kadar ziyaret edemediğine, bu büyük adamın ellerini öpmediğine cidden teessüf ederiz. Müşarünileyh hakkında hürmetimiz ebedidir, lâyezaldir “Hüsnü zannımız yoktur deme; biz teeddüp ederiz. Sebatı, eserleri, hareketleri bizlere hürriyet ve hamiyet için rehnümâdır. Senin fikir ve mesleğini bilmesem, bu zat hakkında “ayıp ediyorsun, günah ediyorsun!” derdim. Onunla mülâkatını bize bildir. Rıza’nın maksadını, fikrini, neşriyatını dahil ve hariçte şimdilik ne yapılmak arzusunda bulunduğunu ve sonra kendi hususî mütâlealarını ve aradaki efkâr-ı umumiyenin hülâsasını açık surette bu kardeşlerine anlat -Adres emindir- Hüseyin Siret; bu melek haslet kardeşimiz hakkında da rıza-yı mübeccele dair olan hitabımı tekrar ederim: Siret; o büyük ve metîn ve necip vicdaniyle kendini burada, insaniyet ve fazileti mahveden vaşetgâhta, bu insan maktelinde zalim ve müstebitlerin, o kana susamış olan gaddarların sırrı melânetlerine yıldırımlar gibi hakikat ve hürriyet nurları serperek mübeccel ve mukaddes zatını pek güzel tanıttırmıştır. Siret, Avrupa’daki neşriyatiyle de uhde-i hamiyetine mevdû vazifeyi tamamen ifâ etmiştir. Mektupları, şiirleri, sebat ve metanetine delil olan menfâsından firarı ve bugüne kadar mesleğinde pabercâ oluşu ve müşkülatı iktiham edişi… Bırakın vatan aşkına, hürriyet namına bırakın şiir şahsiyatı, ve hem seni bu en muhterem zevat hakkında bu gibi yalan telkinlerle yoran kim!? İttihat ve imtizaç kardeş. Vatanın saadetine, milletin istiklalini istihsâline istibdadın imhâsına muhtelif yollardan gitmek. Efkârda ittihat olamamak neden ileri geliyor? Mademki maksat birdir:
Hep levs-i riya, levs-i haset, levs-i teneffü’
Yalnız bu… ve yalnız bunun asâr-ı tereffü’
Demekte hak kazanıyorum ki bu olmamalı aziz kardeş.”
Görülüyor ki, Doktor Bahaddin Şakir Bey mektuplarını, Ahmet Celâlettin Paşa ile mülâkatının ve Diran Kelekyan Efendi’den aldığı mektupların bıraktığı tesirler altında yazmıştı. Bu mektuplarında Paris’te kimleri tenkit ve Mısır’da kimleri methettiği “Mihrabî” tarafından yazılan mektubun son kısmından anlaşılıyordu. Burada deniliyordu ki:
“Ahmet Celâlettin Paşa hakkındaki tebşirâtın vicdanımızı sürûr nurlariyle doldurdu. Fikrimiz ve maksadımız vatan ve milletin itilâsı ve istibdât ve cinayetin imhası olduğundan, bu necat mesleğine pirev olacak ve riyaset edecek Paşa Hazretleri gibi zevatı millet hamisi sayacağımıza, muhterem namını lisan-ı tebcil ile yadedeceğimize elbet şüphe etmezsin.
Fakat biz de hariçte ne oluyor bilelim, ona göre hareket edelim. Ermeni komitesinden gelen kâğıdı tercüme ettiğini yazıyorsun. Münderecatı nedir? Paşanın fikri ve maksadı ne yapmaktır? Niçin bilmeyelim? Bildir ve bundan sonra muntazam bir program takip edelim. Ne sen, ne Sezai Bey yazdığımız şeylere cevap vermiyorsunuz ki bu olamaz. Emin ol, vallahilkerim dilimden kurtulamazsın.
Bu yazdıklarım yalnız benim fikrim değildir. Arkadaşlar da aynı fikirdedir. Bizi memnun kılacak şey, oradaki kardeşlerle ittihat üzere hareket, teyid-i müveddet ve ibrazı metanettir. Paris’in, Brüksel’in, Marsilya’nın benât-ı kehkeşâniyle zevk-u sefa bizleri unutturuyorsa, sana yazık ve hezâr-ı teessüf! Maamafih bunu zaman tayin edecektir.
Mektuplarımızı mahvet, ehemniyetini haiz bir nokta olursa, yazınla bir yere işaret eyle. Ben de öyle yapıyorum. Buradaki kitapların ve eşyanın bakiyesi gönderilecektir.
Trabzon, Avrupa’dakileri böylece ittihada ve çalışmaya davet ettiği gibi, İstanbul’dan da aynı feryatlarla dolu mektuplar gönderiliyordu. Bu mektuplardan birisinde deniliyordu ki:
“Çalışmak, vatana hizmet etmek hepimizin en mukaddes ve en büyük vazifesi değil midir? Sevgili vatan uğrunda feda-yı cana her ân ve her dakika hazırım. Elden geldiği kadar hizmet ve muavenetten geri durmam.
İttihat meselesi dediğin gibi mühim bir meseledir. Bunun hüsn-ü neticeye müncer olmasına gayret ve himmet et. Müttehit olmaksızın hiçbir şey yapamayız. Vatandaşlarımız orada ayrı ayrı gazete neşredip de şöhret kazanmak ve yahut ileride tebeddülât vukuunda büyük mevkiler işgal etmek, fikir ve maksadı batılânesinde bulunmamalıdır. Fikir ve elbirliğiyle çalışmalıdır. Böyle olmadıkça maksadımıza, şimdiki devrin sükûtuna nail olamayız.
Bilirsin ki burada dost peyda etmek pek müşküldür, kimseye itimat edilemiyor. Casusluk bizde o derece terakki etti ki baba oğlu, ana kızını jurnal ediyor. Maamafih vatan için herşeyi göze aldırdım. Arkadaş bulmağa gayret ederim.
“Action” gazetesine yine, Türklerin lehinde olarak “Jura” Mebusu tarafından yazılan makale görüldü. Siz işte böyle erbab-ı kalem, Fransız kavminin ileri gelenleriyle münasebet peyda etmelisiniz. Vatanımızın ne halde inlediğini onlara bildirip Türklere muhabbetlerini celbetmeğe çalışmalısınız. Onların imzalarıyla Paris’in büyük gazetelerine makaleler yazdırmalısınız. Bir Türk’ün kendi memleketi hakkında yazdığı makale okunmaz, fakat yabancı olan birinin Türkiye’ye ait yazacağı fıkralar memnuniyetle okunur.”
Doktor Bahaddin Şakir Bey, menfada iken meşhur Yıldız Vak’ası olmuş ve Abdülhamid’e Ermeniler tarafından bomba atılmıştı. Yukarıdaki mektubun yazıldığı günlerde İstanbul’da o bomba hadisesinin muhakemesi cereyan ediyordu. Mektup sahibi bu muhakemeden bahsederken diyordu ki:
“Hünkâr, Yıldız Sarayı’nın etrafını ikinci bir duvarla ihata ediyor. Yıldız, âdeta dehşetli bir kale şeklini alıyor, eski zamanın müstahkem mevkilerini andırıyor. Padişah’a karşı yapılan ve fakat maatteessüf iyi bir netice vermeyen suikast faillerinin muhakemeleri İstanbul paçavralarını işgal ediyor. Gazetelerde başka hiçbir havadis görülmüyor. Meselâ dünyanın en büyük akrebi, Amerika’nın meşhur milyoneri gibi rezaletler gazete sütunlarını dolduruyor.
Suikastla alâkadar olanlardan lokantacı Nişan isminde bir herif ki, İstanbul’da Hınçak Ermeni Komitesi Riyaseti’ni ihraz etmişti, diğerlerine nümune-i imtisâl olmak üzere istintakta karnı ağırdığını bahane ederek yanındaki iki zabtiye bulunduğu halde abdesthaneye girip orada bulunan köhne bir ibriğin borusuyla karnını, boğazını ve sonra iki kolunun kan damarlarını keserek hayatına hatime çekmişti. İşte bu adam yalnız Ermenilere değil, biz biçarelere de nümune-i imtisal teşkil ediyor..
Bu mektuplar yazıldığı esnada Paris ile Mısır arasındaki karışıklık vaziyeti devam ediyordu. Mısır’da çıkarılan “Şûrâ-yı Ümmet” gazetesi için para bulmak da zorlaşmıştı. Doktor Bahaddin Şakir Bey, İstanbul’da kalmış olsaydı, Yusuf İzzettin Efendi’den para alarak her ay Paris’e gönderecek ve bu suretle gazetenin devamı intişârını temin edecekti. Fakat şimdi o da yoktu. Sezai Bey, bu vaziyete dair İstanbul’daki bir arkadaşına yazdığı mektupta diyordu ki:
“Bu tasavvur fiile çıkmış olsaydı, gazetemiz bir Mısır’lıya muhtaç kalmaktan kurtulurdu. Bir gazete için Avrupa’da bir Mısır’lıya muhtaç olmak! Bunun ne elim, ne müthiş bir şey olduğunu tasavvur edemezsin. Meselâ içlerinde en iyisi sayılan Mısırlı Mehmet Ali Paşa ikide bir de! “Ben artık Şûrâ-yı Ümmet’i çıkartmayacağım. Yalnız Fransızca Meşveret’i çıkartırım” gibi sözler söylüyor.
Bir kere düşün! Şûrâ-yı Ümmet gibi vatan ve millete hizmet uğrunda her an ayağına gelen servet ve sâmânı pâmal eden bir gazeteye karşı böyle sözler işitmek ne cangüzâr şeydir! Bu sözler aramızda kalmalıdır. Başka bir kimsenin işitmesi kat’iyen caiz değildir. Yalnız bu sözleri Efendimiz’e (Yusuf İzzettin Efendi!) ismâ edebilsen… Ona da şimdilik imkân yok. Hem iki bin frank tahsisat çok. Onun yarısı da kâfidir. Eminim ki o zat maâli semân bu hale vakıf olsa, hemen is’âf eder. Fakat ona imkân göremiyorum. Ben para kredisini açmağı bir türlü yapamıyorum, elimden gelmiyor… Aman sana gülecek bir havadis vereyim. Abdülhamid bana İstanbul’dan bir adam göndermiş. Bu adam da her ne istersem, her ne dilersem is’âf olunacağını söyleyerek benimle konuşmak istedi, kabul etmedim.”
Tabii Ahmet Celâlettin Paşa, ortaya attığı fikirler kabul edilmediği için “Şûrâ-yı Ümmet”in tab’ı için lâzım olan parayı vermiyordu. Esasen Paşa, kafasını buyruk bir surette hareket etmekten hoşlanmağa başlamıştı. Hatta Diran Kelekyan Efendi’nin de sözlerine aldırmıyordu. Bu yüzden Kelekyan Efendi’yle de arası açılmıştı. Diran Kelekyan Efendi, Doktor Bahaddin Şakir Bey’e yazdığı ve ondan aldığı mektupları Ahmet Celâlettin Paşa’dan gizli tutmağa mecbur oluyordu. Diran Kelakyan bu vaziyeti anlatan bir mektubunda Bahaddin Şakir Bey’e diyordu ki:
“Mektubunuzu alır almaz size harçlık yetiştirmenin çarelerini aradım. Paşa’nın gizli muhaberelerimizden haberdar olması caiz olmayacağından sizden mektup aldığımı söylemedim. Çünkü ekseriye bu gibi mektupları görmek, okumak ister bendeniz ise gizli mektuplarımdan kimseye, hatta zevceme bile bahsetmem. Onun için gûya İstanbul’daki dostumuzdan aldığım malûmata atfen harçlıksız bulunduğunuzu söyledim. Size bin frank gönderdi. Pasaportsuz olduğunuz için para tahsilinde falan müşkülâta uğrarsanız. Nüfus tezkerenizi buraya gönderirseniz, Mısır’dan namınıza bir pasaport almak mümkündür.
Paşa ile münasebetim şimdi yolundadır. Hususiyle Paris’ten avdetimden beri bir kat daha müveddet gösteriyor. Ne çare ki bu hal birtakım koca koca hataları görmemek, vicdanımı muzdarip eden ahvalden hiç bahsetmemek sayesinde istihsal olunuyor. Eğer bu ahvalin biri hakkında ufak bir söz söylesem, münasebetimiz yine bozulur. Bu cihetten artık tamamiyle nevmit olduğum için hiçbir söz söyleyemiyorum. Her ne yaparsa “pekâla” diyorum. Bu sayede münasebat iyi yürüyor. Fakat siyasî faaliyet yok! Mevcut hal ise dünyaları gücendirecek hatalardan ibaretti.
Sizden bir ricam var: Paşa’nın Paris’te bıraktığı Asaf Bey –ki dalkavukluğu sayesinde- onun pek ziyade teveccühünü kazanmıştır.
Pek âdi bir casustur. Paris’te vazifesi, oradaki Osmanlıların ahvali hakkında Paşa’ya jurnal göndermekten ibarettir. Görüyorsunuz ya! Türkiye’den çıktık ama, jurnaldan kurtulamadık. Çünkü ahlâkımıza girmiş vazgeçilemiyor. Her ne hal ise, bütün muamelelerinizi o edebsizden, kendisine kat’iyen belli etmeden, saklayınız. Mahremiyetin en ziyade ona karşı muhafazası lazımdır. İstanbul’dan oraya kaçan paşalar memuriyet dilencileridirler. Zannıma kalırsa bunlara söz söylemek bile hatadır. Rıza Paşa hakkında İstanbul’da iken hüsn-ü zannım vardı. Avrupa’ya çıkmasıyla beraber mahiyetini gösterdi. Paris Sefareti vasıtasıyla Saray’a haberler gönderdikleri bence muhakkaktır. Bunlara karşı da ihtiyat edilmesini temenni ederim. Velhasıl Ahmet Celâlettin Paşa’nın Paris’te Asaf’tan başka birkaç ufak tefek casusları daha varmış. Ben onları tanımıyorum, orada tedarik edilmiş, elbette anlamışsınızdır. Bunlara karşı da irtikâp ettikleri denaetkârane vazife muktezasına göre muamelede bulunulması tabidir.
Ne kadar teessüfe şayandır ki Abdülhamid’in daire-i zulmü haricinde yaşadığımız halde, kıymettar zamanımızın bir kısmını münasebetsiz kaprislere mutavaata, bir kısmında bu gibi ihtiyatlara sarfetmek mecburiyetinde bulunuyoruz. Bana kalırsa Abdulhamid’in âdab-ı milliyemizi, o saf, pâk ahlakımızı ne derecelerde ifsât etmiş olduğu için bundan büyük delile hacet yoktu.”
Bu vaziyet arasında Avrupa’da yarın yüzümüsü güldürecek ümitlerimizi arttıracak bir şey varsa, o da Abdülhamid’in çok hasta olduğuna dair İstanbul’dan alınan haberlerdi. Bu haberleri Paris’e bildirenler “Cenab-ı Hak milleti biran evvel kurtarsın!” gibi sözleri yazmakla iktifâ ediyorlardı.
Filhakika 1905 Teşrinievvel’inde Paris’in tanınmış doktorlarından Langaubagen, İstanbul’a giderek Abdülhamid’i tedavi etmişti. Her ne vakit zalim Hükümdarın hasta olduğu duyulsa, Avrupa’daki Terakki ve İttihat azası onun bir iki gün zarfında öleceği ümidine kapılarak seviniyorlardı. Fakat bu defa ki sevinçlerine Burhaneddin Efendi’nin veliaht olması korkusu karışmıştı. Bir taraftan bu sevinçle korkunun bir arada hasıl ettiği tesir ve diğer taraftan böyle mühim bir anda bütün Osmanlı unsurlarını İttihada davet etmek kaygısıyla derhal Fransızca bir beyanname bastırılarak alâkadar olabilecek her cemiyete ve her şahsa dağıtılmıştı. Bu beyannamede deniliyordu ki:
“Otuz seneden beri cezasını görmeyen Abdülhamid ölüm halindedir. Onun bir iki dakika için Sefirlerden birisini kabul etmesi ve sarayına bir iki adım uzakta olan camiye araba ile gidebilmesi ağır hasta olmadığına delâlet edemez. Sultan Mahmut da camiden avdetinde atın üstünde ölmüştü, Sultan Mecit ise, hastalığının son safhasına kadar ayakta durmuştu. Hatta Sultan Mecit, bayram merasimine de iştirak etmiş ve merasim bittikten sonra son nefesini vermişti.
Şayet selamlık resmine gitmeyecek olursa, bunun halk üzerinde fena bir tesir hasıl edeceğini bilen şimdiki Padişah da, dini merasimi yapmak için geri kalan bütün azmini sarf ve ecnebi Sefirleri huzuruna kabule devam eyleyecektir.
Alman haberlere nazaran Abdülhamid böbreklerinden kanser hastalığından muzdariptir. Tedavisi mümkün olmayan hastalıktan biraderi Kemalettin Efendi de altı ay zarfında vefat etmişti. Abdülhamid’in çok hasta olduğunu bütün Avrupa matbuatı ve bunlar içinde vaziyetten en iyi haberdar olması lazım gelen Alman gazeteleri uzun uzadıya bahsetmektedirler.
Abdulhamid’in ölümü bütün Osmanlılar için büyük bir şenlik olacaktır. Çünkü bu hâdise onların kurtuluşunu ve terakkilerinin başlangıcını teşkil edecektir. Bununla beraber, bu sürur saatlerinde ağır tehlikeleri de göz önünde bulundurmak lazımdır. Duyacağımız hasret bizi sarhoş etmemeli, uyanık kalmalıyız, itidalimizi muhafaza etmeliyiz.
Abdulhamid, otuz senelik saltanatı zarfında memleketi mahvetmiştir, vatanın yarısını düşmana vermiştir, donanmamızı tahrip etmiştir, ordumuzu bozmuştur; halkı sefalete sokmuştur; medeniyet, maarif ve idari teşkilât namına memlekette bir şey bırakmamıştır; işe yarayabilecek devlet adamlarını ortadan kaldırarak onların yerine eşkıyayı ve hainleri koymuştur ki bunlara istediklerini yaptırabilsin!
Abdulhamid’in vücudu ortadan kalkar kalkmaz, karışıklıklar zuhuru beklenmelidir. Bu fırsattan istifadeye kalkışacak olan bazı yabancılar ve bazı düşman ihtilalciler birçok entrikalara başvuracaklar, ecnebi müdahalelerine sebebiyet vermek için kargaşalıklar çıkaracaklardır. Onun için İslam ve Hristiyan bütün vatandaşlarımızın dikkatli bulunmalarını ve aşağıdaki noktaları nazar-ı dikkate almalarını tavsiye ederiz:
1-Abdülhamid’in yardımcıları ve ortakları mevkilerini muhafaza etmek ve müstahak oldukları cezalardan kurtulmak için memleketin kanunlarına ve temayüllerine aykırı olarak Abdülhamid’in dördüncü oğlu Burhaneddin’i, ölürse babasının yerine geçirmeğe çalışıyorlar. Şayet onlar bu menfûr entrikalarını mevki-i icraya koyacak olurlarsa, yalnız veliaht Reşat Efendi’yle diğer şehzadelerin hakları çiğnenmiş olmayacak, yalnız onların kanları akıtılarak, milli tarihimiz lekelenmeyecek, aynı zamanda milletin istikbaline ve mevcudiyetine de bir ölüm darbesi vurulmuş olacaktır.”
Ey Osmanlılar! Otuz seneden beri vatan ve milleti mahveden bir idareden kurtulmak, insanlara layık bir surette yaşamak, canımızı, halimizi, namusumuzu, dinimizi düşmanların eline vermemek için Mehmet Reşat Efendi’nin haklarını muhafaza hususunda birleşmemiz bizim için mukaddes bir vazifedir. O hakları her neye mal olursa kanımızla, canımızla müdafa etmeliyiz, veraset usulünü bozmak isteyen hainleri cezalandırmalıyız.
2-Ecnebi bir müdahaleye sebebiyet vermek için kargaşalık çıkarmak isteyen vatan düşmanlarına karşı icap eden tedbirleri almalıyız; memleketimizin misafirleri olan ecnebilerin haklarına tecavüz edilmemesini temin etmeliyiz; devletin tesisatına düşman olmayan Hıristiyan vatandaşlarımıza zarar gelmemesine çalışmalıyız; icap ederse bu hususta ruhanî makamlara ve sefaretlere tahrirî teminat vermeliyiz.
3-Vatanımızın saadeti ve istikbali istibdat idaresinin yıkılmasıyla ve 1876 Kanun-u Esasi’nin tekrar ilânıyla kaim olduğundan, İslam ve Hıristiyan bütün vatandaşların bu Kanun-u Esasi’nin mevki-i icraya konulmasını hakikaten istemeleri lâzımdır. Merkezde ve vilayetlerde bulunan bütün ulema ve eşrafın sadrazam ve valiler vasıtasıyla yeni Padişah’tan Kanun-u Esasi’nin ilanını istemeleri lazımdır.
Ey İslam olmayan Osmanlılar; biz sizi aynı vatanın evlâdı olarak tanıyoruz. Vatana karşı olan haklarımız ve vazifelerimiz birdir. Abdülhamid idaresinin gerek size, gerek bize yapmış olduğu fenalıkları elbirliğiyle tamir etmek istiyoruz. Geliniz! Hürriyet mücadelesi meydanında bizimle beraber çalışınız. Şayet içinizde şahsi menfaatlerini gözeterek sizleri doğru yoldan ayırmak isteyenler varsa, onları niğfalatına kulak asmayınız, hatta onları cezalandırınız. Eğer adalet ve hürriyet esasına istinat eden bir idare istiyorsanız, bizimle beraber hareket ediniz. Biz beşerî hakları yalnız Müslümanlar için değil, bütün Osmanlılar, bütün vatandaşlarımız için istiyoruz.
Ey İslam Osmanlılar! Şu zamanda devlet ve millet hayat ile memat arasındadır. Ya büsbütün mahvolacağız veyahut kurtulacağız. Her ikisi de alacağımız tedbirlere bağlıdır. Ecdadımızın bize bıraktığı mukaddes miras, vatanımız, hem içeriden, hem dışarıdan tehdit ediliyor.
Ey aynı memleketin çocukları olanlar! Birleşelim, bu fırsatı kaçırmayalım. Erler gibi yaşayalım, yahut kahramanca ölelim!”
Bu beyannamede bahsedilen dahilî tehlike Burhaneddin Efendi’nin veliaht olması için yapılan entrikalar ise, harici tehlikede o günlerde Almanya ile İngiltere arasındaki politikanın Türkiye’yi paylaşmak meselesinde pek ziyade şiddet kesbetmiş olması idi. Mısır’dan Paris’e yazılan bir mektupta bu hususa dair deniliyordu ki:
“Siyaset nokta-i nazarından Alman politikasının Türkiye için nasıl muhataralar teşkil ettiği gittikçe anlaşılıyor. Çünkü işaa edilmek şartıyla mahremane bir membadan aldığım malûmata göre, Alman İmparatoru, Acem Körfezi’nde Almanya’ya bir mahal terkedilmesi için doğrudan doğruya Abdülhamid’e müracaat etmiş ve bu babda çok ısrar etmekte bulunmuştur. Bu havadis gayet mahrem ve fakat o nisbette de muhakkaktır.”
Diran Kelekyan Efendi yukarıdaki haberi verdikten sonra kendisinin İngiliz politikasını terviç ettiğini gösteren ve Paris’teki İttihatçıları da İngiliz politikasına imâleyi istihdâf eden şu satırları da ilave ediyordu:
“Üstadın (Yusuf İzzettin Efendi’nin) İngiltere politikasına meyyâl olduğu ve herşeyden evvel İngiltere ile münasebetlerin takviyesini iltizam ettiği hakkında İngiliz gazetelerinde bir fıkra görüldü. Bu fıkra nimresmî surette gibi yazılmıştı. Gerek Avrupa’da ve gerek Mısır’daki İngiliz gazeteleri tarafından da basıldığına bakılacak olursa, burada da iyi bir tesir hasıl etmiştir.”
Doktoru elden bırakmak istemeyen ve ne olursa olsun kendi tarafına çekmek isteyen Ahmet Celalettin Paşa, doktora 1905 senesi nihayetlerine doğru yazdığı bir mektubunda diyordu ki:
“Üstat Hazretlerine Ramazan tebrilatı vesaireye ait olmak üzere yazılan mektuplara elan cevap alamadık. Tabii bayram tebriki de yapılacaktır. Şayet kendisinden hiç cevap alınmayacak olursa biz de aynı suretle sükut-u ihtiyar ederek, teahhüratın sebepleri malum oluncaya kadar muhaberatı tatil edeceğiz.
Sizin şahsınız hakkında endişeye düşmeğe mahal yoktur. İhtiyacatınızın temin olunduğunu bilerek tahsilinize vesair meşguliyetlerinize devam ediniz. Size gönderilmesi lazım gelecek tediyat için bana zamanında malumat vermeniz kafidir.
Avdetimde Sezai Bey’i görüp veda edemediğimden dolayı meyus isem de, kendilerine olan kalbi hislerimizden emin bulunduklarını ümit ettiğimden bu gibi adi merasim cihetinden husule gelen tekasülün nazar-ıdikkate alınmayacağını zannederim. Kendisinin gözlerinden öperim. Bu selamıma şu cümleleri de ilave ediniz: Şimdiye kadar beyhude değilse de, pek ehline vermemiş oldukları zahmeti kalemiyelerini hakkile takdir eden namusperverane bir rufeka heyeti ile isabetkarane gidecek yolcuların muhterem azasından birisi bulunacaklarını ve bu hususta bir haftaya kadar kendilerin tafsilat vereceğimizi şimdilik malumat olmak üzere söyleyiniz.
Ahmet Rıza ile olan mülakatınıza gelince: Zamanınızı suistimal ettiğinizi, daha doğrusu tenezzül edilmiş olduğu kanaatini elbette size göstermiştir, ümidindeyim. Bizden memul etmediği işte on altı seneden beri kendisi ne eserler göstermiştir? Zaten utanmakla sıkılmanın olmadığı yerde hakikat mahkumdur.
Sabahattin ile olan mülakatınıza gelince; cali olan nezaketinden ve şimdiye kadar vaki olan ehemmiyetinin devamından ibaret bulunduğuna şüpheniz kalmadığını zannederim.
Terakki ve İttihat Cemiyeti’ni içinde bulunduğu müzayakadan kurtarmak için parası çok olan Ahmet Celalettin Paşa gibi bir zat ortaya çıkmıştı. Fakat maatteessüf aklı kısa olduğu için ondan da bir fayda hasıl olamayacağı anlaşılıyordu. Paşa’nın yapılan işlere aklı ermediği halde, on onbeş seneden beri Avrupa’da çalışan ahrarı idaresi ve kontrolü altına almaya kalkışmasını herkes çok garip buluyordu. Paşa o kadar fazla bir büyüklük hastalığına tutulmuştu ki oturduğu yerde Abdülhamid’e tahkiramiz telgraflar yağdırıyor ve bununla pek büyük işler gördüğüne kail bulunuyordu. Albdülhamid’i hile titrettiğini zanneden bir adam nasıl olur da Ahmet Rıza, Dr. Nazım Beyler ve saireleri gibi küçük adamlara ehemmiyet verebilirdi!
İşlerin bu tarzda yürüyemeyeceğini Diran Kelekyan Efendi anlamıştı. 9 Kanunuevvel 1905 tarihinde Dr. Bahaddin Şakir Bey’e yazdığı bir mektubunda diyordu ki:
“Avrupa’ya teşrifinizi müteakip takdim ettiğim mektupta isimlerini saydığım zatlar istisna edilirse, şimdi hariçte eli sıkılabilecek hemen hemen hiçbir kimse tanımıyorum. Muhalefet politikası aleminde asırlık tecrübemin semeresi olarak size bir kaide arzedeyim: Muayyen bir iştigali olmayan, esen rüzgara göre dost ve fırka değiştiren, bahusus bütçesi mütevazin ve ihtiyatkar olmayıp haddinden fazla masraflara kalkışan adamlardan çekinmelidir. Şahsi işlerinde mesleği, hesabı, intizamı olmayıp da umumi işlerde meslek ve intizam sahibi olmak mümkün değildir. Bu adamlar ekseriyetle siyasiyatın serserileridir. Onlar politika ile mahza gösteriş ve menfaat için iştigal ederler. Velev ki pek parlak görünseler bile, bu gibi adamlardan fevkalade çekinmelidir.
Kardeşim! Sizi “kardeş” kelimesinin hakiki manasile manevi mevcudiyetimizin bir parçası bildiğim cihetle bütün ahvalı açıktan açığa arzedeceğim. Bunlar arasında pek cazip hallere, pek acıklı hakikatlere tesadüf edeceksiniz. Hepsini derin derin düşünmenizi rica ederim. Fakat hiçbir hal sizi nevmit etmesin. Biz harbe girişmiş asker vaziyetinde olduğumuzdan, ümitsizliğe düşmeğe hakkımız yoktur. Ne kadar büyük müsademelerle karşılaşırsak karşılaşalım, daima ileriye doğru yürümek vazifesile mükellefiz.
Biz vatan ve hürriyet gönüllüleriyiz. Gönüllü manen muvazzaf askerden daha büyük fedakarlık göstermeğe mecburdur. Çünkü cenk meydanına rızasile atılmış olduğundan, kanının son damlasını verinceye kadar fedakarlık göstermezse, vakarı sahte bir adam olduğunu ispat etmiş olur. İnsan kendiliğinden milyonlarca vatandaşının şikayetlerine ve emellerine tercüman sıfatını alırsa, nefsine ne büyük bir paye tevcih edilmiş olur!Bu payeyi biz kendi şahıslarımıza verdik. Şimdi ona layık olduğumuzu ispat etmeliyiz. İşte bunun için biz şimdi gerek vatandaşlarımıza gerek kendi vicdanımıza karşı büyük mes’uliyet altında bulunuyoruz. Ben namusun ve iki evladım üzerine yemin ederim ki her ne yapıyorsam daima büyük mes’uliyeti gözönünde bulundurarak yapıyorum.
Şimdi size her şeyden evvel Ahmet Celalettin Paşa hakkındaki fikirlerimi ve mütacalarımı arz edeyim. Çünkü bu zatın da bize ve bizim de kendisine karşı ne tarzda muamele olunacağı hakkında müttefik bulunmalıyız ki yazacağım şeyler iyice anlaşılsın.
Ahmet Celalettin Paşa hakkındaki fikrimin İstanbul’dan ayrılmadan evvel ne olduğunu bilirdiniz. Sonradan geçen ahvali de size yazmıştım. Paşa’nın şimdiki vaziyetini ve temayüllerini de Paris’te kendiniz gördüğünüz gibi elbette bu hususta bir çok malumatta elde ettiniz. Bunlardan anlamış olacaksınızdır ki Ahmet Celalettin Paşa külliyen herhangi bir işi kavramaktan aciz bir adamdır; eğer bugün tekmil Avrupa’daki hürriyet mücadelelerini, doğrudan doğruya Avrupa’yı ve hizmet etmek iddiasında bulunduğu davayı zerre kadar anlamamış ve anlamaya da büsbütün iktidarı olmayan birisi varsa, o da Ahmet Celalettin Paşa’dır. Dikkat buyurunuz ki Mısır’a geleliden beri gerek politikaca, gerek komitelikce az çok bir iş görülebildi ise, behemehal Paşa’ya karış onun fikirlerine göz yummak sayesinde mümkün olabilmiştir. Paşa’ya şimdi garip bir megalomani gelmiş olduğundan, yalnız kendisi faydalı hiçbir iş görememekle kalmıyor, başkalarına iş görmesine de mani oluyor. Malumat füruşluğuna o derecede mağluptur ki kendi iştiraki haricinde az çok gizli bir şey yapıldığını anlar anlamaz bunu yapanlara karşı düşman oluyor ve yapılmakta olan işi bozmak için bazen mühim paralar fedasından geri durmuyor.
[1] Bilahare umumi harpte Ermeni tehciri esnasında Diran Kelekyan Efendi’nin ölümüne Doktor Bahaeddin Şakir Bey’in sebep olduğu rivayet edilir.