Doktor Bahaddin Şakir Bey’in Kafkasya’da Yaşayan Karadenizlilere Mektubu ve Karadeniz Bölgesi Hakkında Yeni Tafsilat
Doktor Bahaddin Şakir Bey’in Kafkasya’da Yaşayan Karadenizlilere Mektubu ve Karadeniz Bölgesi Hakkında Yeni Tafsilat
Doktor Bahaddin Şakir Bey Cemiyetin şurada burada teşekkül eden şubelerini faaliyet halinde bulundurmak için onları mütemadiyen ikazdan hiç geri durmuyordu. Onun imzasıle şubelere yazılan mektuplarda herkese vatani vazifeleri hatırlatıyor, milli hisleri okşanıyor ve umumi ahvale göre en münasip bir lisan kullanılıyordu. Şark hududuna ve İran’a yakın olduğu için hem Erzurum’a ve Trabzon’a muzır evrak gönderilmesine hizmet eden, hem de İran’da bulunan Naci Bey’le temasta bulunan Oçameçre şubesi Lazistan’ın hariç şubesini teşkil ediyordu. Abdülhamid istibdadının Lazistan havalisine gönderdiği askeri ve mülki memurların zulmünden ve şekavetinden bizar olarak Kafkasya’ya kaçan bir çok Lazlar oralarda çalışarak hayatlarını kazanmağa mecbur oluyorlardı. Doktor Bahaddin Şakir Bey bunlara hitaben yazdığı bir mektubunda diyordu ki:
“Sevgili vatanımız hakkında gösterdiğiniz muhabbet ve fedakarlık vicdanınızın temizliğine ve kalbinizin doğruluğuna cidden şehadet etmektedir. Vatanını anasından, babasından, karısından, çocuğundan ziyade muhabbetle seven ve onun için gece gündüz çalışmağı vazife edinen adamı takdir için söz bulmak kabil değildir ki bu vatanpervarane hareketinizi hakkı ile, zavallı memleketimizi bir baştan diğer başa kadar istila eden bu karanlık gecelerden kurtarmak ne kadar lazımdır. Maarifsizlik yüzünden dost ile düşmanı birbirinden ayıramayacak kadar gözleri kararmış olan ve bu zalim hükûmetin hergün ayaklarımızın altında uçurumlar kazdığını, kanımızı emdiğini anlamayan ahalinin gözlerini açmak, belini doğrulamakla, aklını başına getirmek ve ona “işte selamet yolu, doğruluk kabesi, Allah kelamı, peygamber kulu budur!” demek bu gün aklı başında olan her Müslümanın en birinci farzıdır.
Zira bu gidişle maazallah yakında mahvü harap olacağız. Zavallı Müslüman milleti artık uyanmayacak ve selametini düşünmeyecek olursa dünyada ve ahirette ebediyen bednam kalacaktır. Memleketimizin neresine bakılsa orada ah ve eninden, açlıktan, yoksulluktan başka bir şey görülmüyor. Bütün dünya bütün milletler şimendifer süratiyle ilerleyip yükseliyor. Halbuki biz yerimizden kımıldamak, boynumuzdaki esaret zincirini kırmak istemiyoruz. Bizim başka milletlerden nemiz eksiktir? O zinciri kıracağımız yerde zalimlere ve secde, hainlere kölelik, cellatlara yardımcılık ediyoruz. Mülk ve millet, din ve devlet mahvoluyor. İslamiyet elden gidiyor. Halbuki biz hala düşmanlarımız kimdir, bu gidişle sonumuz ne olacaktır. Bilmek istemiyoruz. Doğruyu söyleyenlerin sözlerini dinlemekten korkuyoruz. Kırım’daki, Kafkasya’daki Rumeli’ndeki Müslümanların uğradığı felaketlerden ibret almak istemiyoruz.
İşte muhterem vatandaşlar,sizin gibi memleket dahilinde kolayla girip çıkabilen dini bütün vatan kardeşlerimizin yapacakları en büyük vazife, halkı elden geldiği kadar uyandırıp nerede zalimler varsa, onların aleyhine şimdiden hazırlamaktır. Hamdolsun Allah’a ki her tarafta Müslümanların yavaş yavaş uyandıklarını görmeğe başladık. Biraz daha gayret etsek, biraz daha el birliğiyle çalışmış olsak, yakın bir zamanda her şeyin yoluna girdiğini görmek müyesser olacaktır.
Lazistan ahalisi dünyanın en doğru, en cesur bir milletidir. Bir ufak balıkçı sandaliyle açık denizlerde büyük fırtınalarla çarpışacak kadar cesaretli bir milletin, korkusundan kat kat duvarlar içine gizlenen, gölgesinden ürken miskin Sultan Hamid’den çekinmesine ihtimal verilemez. Yalnız yetişir ki biraz onların gözlerini açalım, kanlarını oynatalım ve onlara dost budur, düşman odur diyelim. O vakit bu arslanların önünde dünyalar duramaz.
Lakin bunları size anlatmağa hacet yok. Bakınız, ne güzel diyorsunuz: “Demir kızarmayınca dövülmez!” Evvela onların fikirlerini açalım, heyecana getirelim, doğru sözlerle onların kalplerini rikkate getirip ağlatalım. Ondan sonra: “Ey vatandaşlar, yalnız ağlamak yetişmez, bizi bu fena hallere getiren düşmanlarımızdan, bu zalim hükûmetten intikam alalım, adil bir hükûmet isteyelim. Bizim de her mes’ut millet gibi bir Kanun-u Esasi’miz olsun, bir Meclis-i Mebusamız olsun, bir tek Padişah’ın keyfine kurban olmaktan kurtulalım.
“Haydi ey Müslümanlar, haydi ey mertoğlu mertler gün bugündür. Milletimizin namını, vatanın şanını yükseltelim. Bütün dünya bize kansız diyor, cahil diyor, kansız ve cahil olmadığımızı dünyaya ispat edelim” diyerek onları kükremiş arslanlar gibi her tarafa saldıralım. Şimdi kudurmuş köpek gibi milletin üzerine saldıran zalimlerin o zaman korkularından nasıl titreyeceklerini göreceğiz. Şimdi vatanımızı ellerinde esir eden, milletin malını, mülkünü, hayatını,namusunu çalıp mahveden katillerin o zaman çarpılacakları ceza ne kadar müthiş, ne kadar büyük olacaktır.
Mektubunuzun en ziyade memnuniyetle görülen fıkrası, ahalimizin gönderdiğimiz gazeteleri kendiliklerinden sorup aramalarıdır. Dakika kaybetmeyip bundan istifade eylemek lazımdır. Bu da ancak ahalinin akıllarını yavaş yavaş ve gayet ustalıkla Cemiyetler teşkiline aldırmakla olur. Zira Cemiyetsiz ittihat edilemez. Çobansız sürüden kurtlar nasıl istifade ederse, Sultan Hamid’te milletin intizam altında ve akıllı adamların kumandasında bulunmadığını görür görmez onları hile ile dağıtır ve susturur. Eğer millet kendisine ne yapacağını, nasıl hareket edeceğini anlatacak gizli bir Cemiyetin emri altında iş görecek olursa kabil değil, Sultan Hamid bir şey yapamaz. Hem de görülen işten pek büyük fayda hasıl olur.
Bakınız Abdülhamid milleti esir etmek için nasıl hafiyeler Cemiyeti yaptı, bunları memleketin her tarafına dağıttı. Ahalinin cehaletinden istifade edip kendisine dua ettirmeğe alıştırdı. Kendisinin zalim olduğunu anlatmak, ahalinin gözlerini açmak, aldandığını anlatmak isteyenlerin vücutlarından haber alır almaz bunları ortadan kaldırdı. Vatanımızı namuslu ve akıllı adamlardan mahrum bıraktı. Halkın zihnini açacak kitapları yine hafiyeler vasıtasiyle arattı, buldurdu, bunların hepsini yaktı, kül etti. Milleti cahil bıraktı. Pekala bilirsiniz ki bir milleti cahil bıraktıktan sonra ona istediği gibi kumanda etmekten kolay bir şey yoktur.
İşte Abdülhamid türlü türlü kıyafetlere sokarak veyahut vali, mutasarrıf, kumandan, kaymakam, alay beyi gibi ünvanlar altına giydirterek zehirli çekirgeler tarzında memleketimizin her bucağına dağıttığı hafiyeler sayesinde milletimizin kanının emdi. Onu adeta cansız bir mahluk haline getirdi. Mademki biz bu zulmü kaldırmak, bu hainliği meydana çıkarmak, milleti uyandırmak istiyoruz, öyle ise biz de işte evvela gizli Cemiyetler yapmak, sonra bu Cemiyetler büyüdükçe onlara şubeler açmak suretile başlayalım, her tarafa seyyah, vaiz, müderris, hatta dilenci kıyafetinde memurlar, adamlar gönderelim.
İnşallah memleketimizin her tarafından yakın zamanda böyle gizli Cemiyetler teşekkül etmiş olacaktır. Emin olunuz ki buna geceli, gündüzlü çalışmaktayız. O zaman ahali tamamiyle ateşlendirilecek ve umumi merkezden verilen bir emir üzerine her taraftan bu zalim Padişah’ın zalim hükûmetine karşı birden kıyam edilecektir.
İnşallah sizin gibi gönüllü vatanperverlerin himmet ve hizmetinden bu millet çok faydalar görecektir. Cenab-ı Hak emsalinizi artırsın. Vatanperverane hareketinizi en büyük reisimize bildirdik. Cevaben memnuniyet beyan buyuruyorlar, tebşir ederiz.
Mektubunuzda Rusya’ya nefyedildiklerini bildirdiğiniz 60.000 kişinin efkarını açmak, onları vatan muhabbetile süslemek, vatanımıza 60.000 fedakar kazandırmak demektir.
Elde bu kadar kuvvet olduktan sonra o taraflarda pek büyük işler görmek kabildir. Hem Rusya’da bir dereceye kadar tehlikeye uğramadan bu yolda pek güzel işler görülebilir. Onun için bu 60.000 kişi arasında akıl ve vicdanına cidden güvenilebilenler kimler ise, onların hemen şimdiden birleştirilmesine başlamakta elbette muvafık ve lazımdır. Herhalde bu 60000 kişi içinde din ve vatan uğruna hizmet ederek ölmekten çekinmeyecek hiç olmazsa 60 fedakar tedarik olunsa, otuz seneden beri milleti kahr ve zulm altında mahveden müsebbibin vücudu pek kolay ortadan kaldırılmış olurdu.
Mesela bu fedakar adamlardan mürekkeb kuvvetler kısım kısım memleketimizin her tarafına yayılmış olsa ve başlarında sözü dinlenen cesur ve akıllı adamlar bulundurularak ahaliye hakikat anlatılsa derhal işin rengi değişir ve vatanın selametine pek çabuk çare bulunmuş olurdu. Yunanistan’dan, köylerden giden birkaç Hristiyan’ın himmet ve fedakarlığiyle Rumeli’ndeki bütün Rum ahali isyan ettirildi. Şimdi bunlar her tarafta silahlanmış, vatanımızı hükûmetin miskinliğinden bilistifade zaptetmek hülyalarına kadar cüret ediyorlar.
Bulgarlar da aynı suretle hareket ederek koca memleketlerimizi tehlikeye koydular. Ermenilerin Kürdistan’da yaptıklarını pekala bilirsiniz, uğradıkları müşkülata rağmen, cesaret göstermekten geri durmadılar. Halbuki İslamlar kan dökmeğe ve ev bark yıkmağa hacet kalmaksızın bütün köylüleri, bütün ahaliyi derhal uyandıracaklarına şüphe yoktur. Bahusus herkes uyanmış ve bıçak kemiğe dayanmıştır. Bizim sevgili evlatlarımız ve kardeşlerimiz olan askerlerin ve zabitlerin ise her hakikatı anlatmağa zalimlerin ümitlerini katiyen dinlemeyerek bilakis ahaliye el birliğiyle yardım edecekleri muhakkaktır.
Bu mektupta bahsedilen 60.000 kişi hakikaten Türkiye – Rusya hududuna civar olan vilayetlerimizden gerek kaçmak; gerekse nef’i edilmek suretile Rusya tarafına geçmiş bulunuyordu. Abdülhamid ile onun zalim idaresi bu vatandaşları sevgili vatanlarını terke mecbur etmişti. Bir kere Rusya’ya geçtikten sonra bunların hiçbirisi Türkiye’ye geri dönmek istemiyordu. O havaliden Pariste’ki Terakki ve İttihat Cemiyeti merkezine yağan feryadnamelerde Abdülhamid’in yüzünden nice kadınların dul kaldığı, nice hanelerin viran olduğu, nice ana babanın kan ağladığı, Lazistan milletinin mahvolduğu acıklı bir lisanla anlatılıyordu. Deniliyordu ki:
“Bugün yine vatanımızdan birkaç kişi geldi. Memleket hakkında ne haber var diye kendilerine sorduğumuz zaman yine redif ve bakaya askerlerinin toplandıklarını söylediler. Yarabbi, bu hayata millet dayanabilir mi? Vatanımızdan Rus hududu yarım saat uzaktır. Halkımızın geçinme işi çok acınacak bir haldedir. Bir kile mısırı olan parmakla gösteriyorlar. Bibere varıncaya kadar her şeyi Rusya’dan gönderiyoruz. Lazistan ahalisi umumen Rusya’da gibi bir şeydir. Kimisi alış verişle, kimisi kayıkçılıkla geçinmeğe çalışıyor. Ancak iki senede bir defa vatanlarına gidebiliyorlar. Ailelerine kavuştukları vakitte redif ve yahut bakaya diye onlara rahat vermiyorlar. Yine gerisi geriye Rusya’ya kaçıyorlar. Ancak Rusya’ya geçtikten sonra geniş nefes alabiliyorlar.
Türk olduğumuz halde bizi Rusya’da koruyan hiçbir kimse yoktur. Kutayis’de yedi sekiz Türk’ün dükkanı basıldı. Keyfiyet hem şehbendere, hem Sefire, hem de Babıaliye bildirildi. Şehbender şifre ile telgraf verdim diyor, Sefaret Babıali’yi haberdar ettim diyor, Babıali de işinize bakılıyor, cevabını veriyor. Fakat aradan haftalar aylar geçtiği halde hiçbir taraftan ses çıkmıyor.
Bize Türk tebasıyız diye pasaport veriliyor. Türk tebaası isek neden haklarımız müdafaa edilmiyor? Tebaasının haklarını koruyamayan bir Padişah nasıl padişah olabilir? Ermeni patriği kadar bile olamıyor. Yazık Osmanlı milletine, hangi tarafa baş vursa, orada eziliyor.
Buradan Trabzon ve Hopa taraflarında oturan ailemize erzak gönderemezsek ailemiz açlıktan ölür. Yukarıda yazdığım gibi ailesini iki senede üç senede, hatta altı senede bir kere görenler vardır. Çünkü memlekete gitmek az para ile kabilse de oradan tekrar bu tarafa geçmek için çok para lazımdır.
Bu para nereye gidiyor diye sorarsanız anlatayım: Evvela köyün imamı birkaç manaz alır, ondan sonra kaymakam ve nüfus memuru hisselerini isterler, dördüncü olarak zaptiye mülazımı gelip para ister, ondan sonra zaptiyeler ve redif daireleri gelirler.
Bu haller her sene tekerrür eder, kazanılan paraları dağıtmak lazımdır. Bunu yaptıktan sonra üç ay kadar rahat oturabilirler. Bu üç ay geçtikten sonra yine yalandan asker toplandığına dair şayialar duyulur duyulmaz yine paraları hazır etmek lazım gelir. Para verebilen ailesinin yanında kalır, veremeyenler ise tekrar Rusya’ya kaçmağa mecbur olurlar.
Bu haller her sene tekrar eder, her sene redif istenir. İstenmeyecek bile olsa rüşveti her an hazır bulundurmak icap eder. Çünkü redif toplandığı nasıl olsa ilan edilir. Bu ilan üzerine parası olmayanlar mahşer gününden kaçıyorlarmış gibi dağları tepeleri aşarak Rusya’ya iltica ederler. Kimisi on beş günlük gelinini bırakıp kaçar, kimisi naşanlısını terke mecbur olur. Koparılan vaveyalaları ve akıtılan göz yaşlarını görüp te beraber ağlamamak kabil değildir.
Emin olunuz ki bu kaçaklar asker kaçağı değildir. Halkımız Abdülhamid devrinde asker olmamaya yemin etmiştir. Çünkü Yunanistan’la harbettik. Yerler zaptettik. Fakat Abdülhamid onları yine düşmana geri verdi. Vatan için heran canımız feda olsun. Redif olmaktan hiç birimiz kaçmayız. Ancak muharebe ile kazandığımız yerler geri verilirse ve Yemene giden askerlerimiz gazab-ı şahane yüzünden oralara kadar yaya olarak sevkedilirlerse, vatan evlatları daha yollarda bu yüzden askerlikten alıkonulurlarsa o zaman tabii herkes kaçar.
Yarabbi bu ne haldir? Geçinmek mi düşüneceksin? Askerliği, redifliği düşüneceksin? Bu dertlere nasıl dayanılır? Bizim memleketlerde rediflik meselesi çıkar çıkmaz müstebitler ve zalimler bir şenlik yaparlar, ziyafetler verirler. İmam, kaymakam, mülazim, nüfus memuru, hafiyeler ve kumpanyaları hemen o gece bir bir mukavele yaparlar ve redif efrattan alınacak rüşvetleri bu mukavele ile aralarında takim ederler. Mukaveleyi imza ettikten sonra daha o gece yarısı evleri basarlar, ellerine geçirdikleri rediflerden on liradan bin liraya kadar rüşvet alırlar. Bu pazarlığı ekseriya imamlar yaparlar. Bu suretle bir iki gün zarfında binlerce lira toplayıp aralarında taksim ederler. Öyle zavallılar vardır ki üç sene geceli gündüzlü hariçte çalıştıktan ve gurbette kaldıktan sonra bir ay olsun çoluğum ve çocuğumla bir ay olsun beraber bulunayım diye memleketlerine gelirler, halbuki zalim müstebitler biriktirip evine getirdiği parayı ellerinden alırlar. Yarabbi bu kadar gaddarlık olur mu böyle bir zavallının bir ay olsun ailesiyle rahat yaşamasına müsaade etmezler. Biçare kadınlar senelerce dul gibi yaşarlar. Yeni gelinler, nişanlılar senelerce güveylerini nişanlılarını göremezler.
Şayet kaçmayacak olursa ve askere giderse o zaman ailesi ne yapsın; Abdülhamid’in hükûmeti onları vaktinde terfi ettirmiyor ki! Senelerce asker kalıyorlar. Aileleri açlıktan, sefaletten perişan oluyor. Bir kile mısırı olan parmakla gösterilirse o ailelerin başlarında erkekleri bulunmazsa ne hale gelirler?
Fakat artık millet gaflet uykusundan uyanıyor. Biz buralarda çok kimselerin gözlerini açtık. Kendilerine hergün telkinat yapıyoruz. Buna elimizden geldiği kadar icabında canımızı feda ederek devam edeceğiz.”
Bu acıklı mektupları yazan Lazistan hariç şubesinin reisi Hüseyin Hüsnü Efendi isminde bir zattı. Hüseyin Hüsnü Efendi o kadar faaliyet gösteriyordu ki Paris’ten yollanan intibahnameleri, gazeteleri vesair muzır evrakı toplayıp İstanbul’a kadar götürmüş ve orada da dağıtmıştı. Bir zaman sonra Lazistan şubesi aşağıdaki mektupta bildirildiği derecede Abdülhamid idaresine karşı kıyama hazırlanmış bulunuyordu. Bu mektupta deniliyordu ki:
“Gönderdiğimiz risaleler ve gazeteler bermutat bütün vatandaşlara okundu. İçlerinde gece, gündüz Abdülhamid’e lanet etmeyen yoktur. Çünkü zalim hükûmetin şimdiye kadar yaptığı fenalıklardan müteessir olmayan yokur. Ne çare ki ahalimizin cehaleti ve ilim ve maariften mahrum edilmesi evvela hepsine bir korku hissi telkin ediyor. Fakat say-ü gayretimizin semeresi olarak, Rusya’da bulunan gençlerin yarısından fazlası teşkilatımıza sokulmuştur. Bir iş vukuunda bunların hepsi ayaklanacaktır.
Şimdi Türkiye’de bulunan Hüseyin Hüsnü Efendi evrakı dağıtmakla meşguldür. Avdette Trabzon, Erzincan ve Erzurum’a da uğrayacaktır. Buralarda lazım olduğu kadar fedai de tedarik edecektir. Hamdolsun silaha ihtiyacımız yoktur. Her evde birer ikişer Rus tüfeği ve Osmanlı Manliherleri vardır. Kıyam olursa, kendimizi birkaç ay müdafaa edebilecek vaziyetteyiz. Sandığımızda da epeyce para birikti. Bu parayı burada mı sarfedeceğiz, yoksa size mi göndereceğiz, Lütfen bildiriniz.
Zalim hükûmete haddini bildirmek zamanı gelmiştir. Zaten bugünlerde kur’a bakiyeleri aranmakta ve rüşvetçiler her tarafa dağılıp halkın parasını ve malını gasbetmekte olduğundan ahali galeyandadır. Artık çektiğimiz azap kafidir.”
Lazistan ahvaline dair Paris’e yazılan bu mektuplarda ismi geçen imam vefat etmişti. Bu vefat haberini alan Lazların nasıl şenlikler yaptıkları Terakki ve İttihat Cemiyeti’ne şu suretle bildiriliyordu:
“Millet düşmanı, rüşvetçi ve zalim imam geçenlerde vefat etti. Vefat ettiği ailesi feryat ve figan ederken vefatını haber alan millet, “imamın canı için” nidalarıyle altı saat mütemadiyen silah attı. Hurra sadalarıyla şenlikler yaptı. O gün adeta bir bayram günü gibiydi. Önce ahali imam belki hortlar diye korkmuş ise de bu endişe ve telaş çok sürmedi. İmamın vefat ettiğini Rusya’daki Lazlar haber alınca onlar da aynı suretle şenlikler yaptılar, ziyafetler verdiler. Şimdi artık zalim Sultanın da öldüğünü bize bildirecek haberi her an bekliyoruz.