Güncel

Düğüm Çözen Tarihi Metin Mi?

Düğüm çözen tarihî metin mi?
“Anayasamızdan ve uluslararası taahhütlerimizden kaynaklanan süreç tamamlandığında, dosya gereği için ivedilikle TBMM’ye gönderilecektir. Genel başkanlar, hukuka saygı içinde aldıkları bu kararın, terör örgütü ve yandaşı çevrelerce milleti ve devleti ile Türkiye’nin yüksek menfaatleri aleyhine kullanılmak istendiğinin değerlendirilmesi halinde, erteleme süreci kesilerek infaz sürecine geçilmesi hususunda görüş birliğine varmışlardır. ”
Zirveden çıkacak kararı, “bilmeyenler” kesimi dört gözle bekliyordu. Çünkü, sonuç yalnızca onlar için sürpriz olacaktı. Şehit aileleri, evladını terör kurşunuyla yitirmiş acılı ana ve babalar ile babalarını vatanın bölünmez birliği ve bütünlüğü için şehit vermiş çocuklar, yay gibi gerilen meraklarını rahatlatıcı bir haberle gevşetmek istiyorlardı. Ama, beyhude. Çıkan karar, onlar için bir yıkım oldu âdetâ. Çünkü, “Terörist Başı” asılmayacak, beslenecekti. Bu kararda en çok eleştirilen taraf, MHP olmuştu. İşin politik boyutlarından çok duygusal yönüyle ilgili kamuoyuna göre MHP, sözünde durmamıştı.
Oysa, bazı çevreler için Devlet Bahçeli, asıl bu kararın ardından liderlik olgunluğuna erişmişti. Artık o “adı gibi adam”dı. Şehit aileleri ise, “Apo asılmalıdır” diye direndikleri için “tu kaka” ilân ediliyorlardı. “Kamuoyu denilen ‘acımasız yargıç’, kovboy filmlerinin vahşi Batı kasabalıları gibi, kurbanın boynuna yağlı urgan dolamaya çoktan hazır”dı. Ucuz polemiklere, meydan dayılanmalarına, gövde gösterilerine pek müsait bir iklim vardı. Hassasiyetleri kaşımanın tam prim yapacağı bir dönemdi. Ve bir siyasetçi için bu rüzgâra ters durmak, adeta intihar demekti. 25 Devlet Bahçeli, bu siyasî intiharı göze alan bir lider olduğu için artık “devlet” gibi bir adamdı. “Askerlikte her komutan hücum emri verebilir, kolaydır. Ama liderlik diye bir şey var ki, o Allah vergisi… Geri çekilme emrini vermek, işte onlara mahsus. Ordu tarihimizde sırf bunu yapmamak için hayatını feda eden komutanlar vardır. Atatürk’ün askeri dehasını burada görmek lâzım. Şayet o Sakarya’da geri çekilme emrini vermeseydi, sonradan ne Büyük Taarruz’u yapabilirdik ne de bildiğimiz tarihi akış içinde cumhuriyeti kurabilirdik. ”
Bu yorumları yapanlar kendi zaviyelerinden haklı olabilirler. Ancak, onların özeldeki haklılıkları, genel bir hükümde Devlet Bahçeli’yi haklı çıkarmaya yetmez. Çünkü hiçbir davranış, hiçbir olay göründüğü kadar sade ve basit değildir. Özellikle, muhtevasından haberdar olmadığımız sözler ve olaylar, bu muhtevadan habersiz kişiler için böyledir. Bir kısmımıza çok sade, basit, yalınkat gelen bir olay, o olayla bir iç bağlantı kurmuş olanlara bu kadar basit görünmeyebilir.
“Dostoyevski’nin Karamazof Kardeşler’inde şöyle bir sahne var: Dimitri, babasını öldürmekle itham edilip sorgusu yapılırken bir rüya görür. Rüyasında bozkır ortasında yanmış kulübelere, memesi kurumuş annelere, bir takım sefalet sahnelerine şahit olur, kendisi bir arabada seyahat etmektedir. Ağlayan bebeleri görünce, bir iç sızısıyla arabacıya, bu çocukların niçin ağladığını sorar. Köylü arabacı, gayet tabiî bir biçimde: “Çocuklar ağlar efendim” diye cevap verir.
Şimdi arabacının cevabı anlamsız mı? Değil. Ama, beklenen cevap da bu değildir. Bununla birlikte, ağlayan bir çocuğun niçin ağladığını kavrayabilmemiz, büyük ölçüde, ona atfettiğimiz sebeplerle yakından ilgilidir. Arabacı da, sefalet içindedir. Fakat, sefalet hakkında fikri yoktur. Bu yüzden bir çocuğun ağlamasını rahatlıkla tabiî bir sebebe bağlayabilmektedir. Oysa Dimitri, sorduğu sorunun altında, trajik bir cevabın bulunabileceğine hazırlanmıştır. Belki sorusunun cevabını ya içinden vermiştir ya da bu soru cümlesiyle bize cevap vermektedir.
Bize, çok sade ve basit, hatta alelade gibi görünen bir ifadenin, bir tavır ve davranışın altında, tahmin edemeyeceğimiz kadar muğlak, girift, derin sebeplerin yatabileceğini akıldan çıkarmamalıyız. Bir olaya, Dimitri’nin arabacısı gibi de yaklaşıp yorumlayabiliriz, ama bizden beklenen böyle bir yorum her zaman kafi gelmeyebilir. ”
Kısacası, Bahçeli’yi büyük bir kumandan yapmak, onun geri çekilmesine stratejik boyutlu bir anlam atfetmek isteyenler, yukarıdaki Dimitri–Arabacı örneğini dikkate almak durumundadırlar. Çünkü millet, Apo’nun asılmaması sürecinde Devlet Bey’in sergilediği tavrı, takdir edilecek devlet adamlığı çerçevesine oturtmamıştır. Dolayısıyla bu karar, geniş bir çevrenin kanaatiyle Devlet Bey’i, “devlet gibi adam” yapmaya yetmemiştir.
Demirel, hükümetin Apo kararı için “Zor ama doğru. Bu karar ülkeyi rahatlatmıştır. Öfke baldan tatlıdır. Yalnız, milletlerin, devletlerin hayatında kin ve intikam yoktur” değerlendirmesinde bulundu. Fakat bu açıklamalar ve benzerleri, şehit ailelerini kesinlikle teskin etmeye yetmedi.
Zirvenin yapıldığı gün Tunceli’de şehit düşen Binbaşı Yavuz’un Kocatepe Camii’ndeki cenaze törenine katılan Baba’yı yuhalayıp “Şehitlerin kanı üzerine pazarlık yapmayın, ne yüzle buraya geliyorsunuz, hainler dışarı” sloganlarını atıp, elindeki fotoğrafı havaya kaldırarak, “Bunun… Şehidimin… Evladımın insan hakkı yok mu? Beni duymuyor musunuz?” diye feryat eden şehit yakınları zirve sonrası tepkilerini Baba’ya ve diğer liderlere yüz yüze iletme yoluna gittiler. Durum oldukça nazikti. Şehit aileleri, seslerini duyurmak için kurdukları dernekler aracılığıyla Ankara’ya ziyaret akını başlattılar.
“Baba” sıfatıyla devletin başında duran Demirel’le görüşen Kırıkkaleli şehit aileleri babadan alışılmışın dışında bir muamele gördüler. Demirel, görüşmenin tamamını basına açık kameralar önünde yaptı ve şehit ailelerine hayli sert çıktı. AİHM kararının beklenip beklenmemesi konusunun “Ne getirip ne götüreceğini benim şehit anam hesaplamak mecburiyetinde değil, devleti yönetenler hesaplamak mecburiyetinde”ydi.
Kırıkkale Şehit Aileleri Derneği Başkanı Mehmet Gencer ve beraberindeki şehit yakınları ile Demirel arasında ise şu ibretlik diyaloglar yaşandı:
“Gencer: 5 Şubat’ta miting yapacağız. Devlet övünç madalyalarını da makamınıza iade edeceğiz.
Demirel: Bu madalyaların sahibi şehitlerdir. Siz emaneten elinizde tutuyorsunuz. İade etmeniz beni de, şehitleri de üzer. Devlete güvenin.
Gencer: Devletimize güvenmemiş olsaydık, çocuklarımızı Güneydoğu’ya göndermezdik.
Demirel: Yapamazsın onu. Oraya girme hiç. Çanakkale’ye giden 250 bin kişinin de ana babası vardı. Kimsenin iradesine bırakılmamış o.
Gencer: Efendim, tamamlamadım daha.
Demirel: Tamamla, tamamla. Cümlenin başı iyi değil. Sonunun nasıl geleceğini ben biliyorum.
Gencer: Diyorsunuz ki, sabredin. Sabrın sonunda da Apo asılmayacak, biz bunu biliyoruz.
Demirel: Dur bakalım canım. Sabredin dedik ya. Sabrın sonu olur mu?
Gencer: O zamana kadar idam cezası kaldırılacak.
Demirel: Dur bakalım kardeşim.
Gencer: Ama iki sene sonra gelecek.
Demirel: Ne biliyorsun, iki sene sonra geleceğini.
Gencer: Ülkeyi yönetenler, bugün göndersin.
Demirel: Bir bildikleri vardır canım, müsaade et.
Gencer: Biz kararlarımızı size arz ettik. Kabalık kabul etmeyin. Bunları uygulayacağız.
Demirel: O sizin bileceğiniz iş. Bana ‘Baba’ diye geldiniz, ben de size ‘endişe etmeyin’ diyorum. Şehitler milletin evlatlarıdır. Sizin evlatlarınız olması bir ailevi münasebetten, ama şehitleri biz kucaklıyoruz.
Şehit annesi: Sizleri yanımızda göremedik.
Demirel: Her zaman yanınızdayım.
Gencer: İki sene sonra sizin sözünüzle ‘Dün dündür, bugün bugündür’ denirse ne yapacağız?
Demirel: Dur bakalım, iki seneye varacak mı?
Gencer: Aynı sözleri duyarsak ne olacak?
Demirel: Bugün ne yapacaksan, o gün onu yaparsın. O gün yapacağınızı bugün yapmak yanlıştır.
Şehit babası: Nasıl sabredelim efendim? Bu hain asılana kadar benim hakkım devlete helal değil.
Demirel: Ben taraf değilim. Sadece dinledim ve size de sabır tavsiye ediyorum. ”
Demirel’den başka kim böylesine bir sürü şey söyler gibi yapıp da, kendisini gerçek meselelerin dışında tutabilir? Başka kim bu denli maharetle, devleti aynı anda hem özne hem nesne yapan yapay bir söylemi, bir bilgelik gösterisi haline getirebilir?
Baba’dan destek beklerken azarlanan şehit yakınları, Başbakanı ve Başbakan yardımcısını ziyaret ettiler. Suskunluğuyla dikkatleri çeken Bahçeli, 18 Nisan öncesi miting meydanlarında yaptığı konuşmalardan daha ateşli bir nutku, ilk kez şehit ailelerine veriyordu. “Apo asılmayacak” diye birşey yoktu. Asılacaktı mutlaka. Ama zamanı gelince…
Zamanın gelmesini bekleyenler hayal kırıklığına uğradılar. Günler, aylar ve yıllar geçti. Apo astırılamadı. Muhalefetteyken onu “astırma sözü” verenler, verdikleri sözün arkasında duramadılar. Apo, İmralı Adası’nda. Âhir ömrünü, eşkiyalıkta geçen günlere inat, rahat, rahavet ve güvenlik içinde sürdürüyor.
12 Ocak Zirvesi’nden geriye kalan mı? Öcalan’ı siyaseten silmek yerine, onu bir kez daha siyaseten diriltmek… PKK’yla Öcalan’ı birbirinden koparmaya çalışmak yerine, tam tersine birbirine iyice yamamak… Eskiden PKK’nın ipleri Öcalan’ın elinde iken, şimdi Öcalan’ın ipini PKK’nın eline vererek aynı kısır döngüyü sürdürmek… Böylelikle, Öcalan’ı bir türlü taammüden adam öldürmekten idam yemiş bir suçlu olarak ele almayıp siyasî bir aktöre dönüştürmek…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: Content is protected !!