Fasl-ı Bahar
FASL-I BAHAR
ESKİLERİN ifadesi ile “Kalem-i Mahsusa” şimdi-lerde ise “Özel Kalem” diye tarif edilen birimin bürokraside ve siyasette kısacası devlet idaresinde önemli bir yeri olduğu bilinir.
Burası Bakanlığın yoğun trafiğinin yönlendirildiği bir mekan, adeta bir sır deposudur. Bu özelliğiyle bakanlığın aynası gibidir.
Kimileri, bu kapıdan geçerek her şeyin sonuçlandığına inandıkları “Bakan odası”na girmenin yollarını ararlar. Kimileri, kısa sürede yılgınlığa düşer ve giderler. Milletvekilleri, o görkemli koltuğuna oturmak ve kırmızı plakalı arabaya binmek için hayal kurarlar. Kime, nerede ve nasıl nasip olacağı belli olmayan bir makamdır burası.
Bakanların başarısı Özel Kalem Müdürü ve onunla birlikte görev yapan personelin başarısı ile doğru orantılıdır.
Milletvekili, ziyaretçi ve bürokrasi diyaloğunun sağlıklı yürümesinde Özel Kalem Müdürü’nün rolü oldukça fazladır.
Yirmi dört yılım bu görevde geçerken büyük tecrübeler kadar unutulmaz dostluklar da kazandım.
Burada çalışmak hatıralarıma, düşünce dünyama büyük bir zenginlik ve renk kattı. Bürokrasiyi, devleti ve yönetime aday partileri ve milletvekillerini yakından tanıma fırsatı buldum. Zaman zaman sevinç duydum, kimi zaman da düş kırıklığına uğradım. Bu arada çok sevdiğim, beğendiğim insanlar oldu, Devlet anlayışlarını ve icraatlarını kişilikleri ile bir türlü bağdaştıramadığım siyasetçiler ve bürokratlar tanıdım. Birlikte çalışırken, “keşke tanımasaydım.” dediğim tipler oldu.
“Bu görevlere gelmek için neden bu kadar mücadele ederler, siyasetin iç karartıcı sahnelerinde rol alırlar?” sorusunu kendime zaman zaman sorduğum olmuştur.
Yapmacık gülüşler, sahte tavırlar, ikiyüzlülükler çok zaman şahit olduğum ibret verici davranışlardı. Bunları hep dikkatle seyrettim. Örnek kişilikleri ile kendini gösteren devlet adamlarına gıpta ile baktım. Meziyetlerinden, nezaketlerinden, adaletli icraatlarından büyük keyif aldım. Bu milletin özünde yüksek ahlaki değerlerin bulunduğunu görmenin hazzını tattım.
Bu görevi yaptığım sürede, mizacıma ters düşen olaylarda büyük rahatsızlık duyduğumu ve sıkıntı çektiğimi açıkça söylemeliyim.
Bürokraside ideal düşüncelerin pratiğini görmek, sanıldığı kadar kolay değil. Çünkü doğruyu ve güzeli sembolize eden düşünce ve uygulamaya ilgi az. Yalanı güzel sunan zihniyete çoğu zaman itibar ettiğini bu meslekte gördüm.
Bunlara rağmen kendime güvenim arttı; ilkeli ve dürüst olmaya hep özen gösterdim.
Açıkçası, her zaman doğruyu söylemeye ve bunu belli ölçüler içinde uygulamaya çalıştım. Zor da olsa başarılı oldum.
Örneğin, benimle aynı düşünceyi paylaşmayanlar arasında görevim sırasındaki tarafsızlığım, içtenliğim ve dürüst davranmam sebebiyle dostluk kapılarını sonuna kadar açanlar oldu.
Özel Kalemin görevi, bütün olumsuzluklarına rağmen, diğer birimlerden farklı, gösterişli, fakat o oranda da çileli bir görev olarak bilinmelidir.
Bu görevi bana sunulan bir hizmet yolu olarak be-nimsedim; zevkle yapmaya çalıştım. Güzel ve örnek şeyler yaptığımı söylemem ne abartma olur ne de övünme.
Örneğin bir iş temin etmek, hastasını tedavi ettirmek, nakil dilekçesini eliyle bakanlığa vermek, kendisine bir öncelik tanınması için sabahın erken saatlerinde gelen çok sayıda insanı dinlemek, yol göstermek, yardımcı olmak kolay bir şey olmasa gerektir. Uzmanlık işi olduğu kadar, büyük sabır gerektiren bir görevdir bu.
Nasıl olmasın ki; hep farklı kişilikler görürüz. Aceleci, saf, hilebaz, siyasi kimliğini öne sürerek bir şeyler koparmak isteyenler ve daha kimler.
Bir sanatkar gibi ustaca rol yapanlar, ağlayanlar, bakanla görüşmek için “hüzün senaryoları” hazırlayanlar, neler neler…
Bunca insanın derdini dinlemek, çare üretmek, yol göstermek kişiye bir anlamda bu varlığı tanıma, değerlendirme, ikna etme gibi meziyetleri de kazandırıyor. “Adeta insan tanıma uzmanı” olunuyor. Örneğin, kapıdan giren bir insanın ne derece doğru söylediğini, işini yaptırmak için nasıl bir yol takip ettiğini hemen anlayabiliyorsunuz.
Şahit olduğunuz olaylar içinde doğruyu ve yanlışı bulmak kolaylaşıyor. Ama bunlara bir çözüm yolu bulmak kolay olmuyordu.
İnsanları, ihtiyaçlarını karşılamak için başkentte toplamak yerine, sorunu baştan halletmenin yollarını bulmak gerekiyordu. Bir taraf “arayıcı” diğer taraf “çözücü” rolüne girmeli. Herkes fırsat eşitliği içinde hakkını almalı, “adam bulma”, “işi baştan çözme”yolu hepten kapatılmalıydı. Aksi halde, başkenti dolduran bunca insanı memnun etmeye çalışmak ne doğrudur ne de mümkündü.
……….
Özel Kaleme geçişimin hikayesi kısaca şöyledir:
Taşra memuriyetinden Diyanet İşleri Başkanlığı’na, oradan Başbakanlığa, arkasından da Çalışma ve Sağlık Bakanlıklarına kadar uzanan bir özel kalem serüveni. Nasıl başladı ve bunca yıl nasıl sürdü; anlatması kolay değil.
Bu göreve gelmemin hikayesi çok ilginçtir:
Ne siyasi bir ilişkinin ne de bir siyasi çabanın ürünüdür. Bir kelime ile özetlemek gerekirse, o da kaderin ta kendisidir. Başka bir izahı olabileceğini hiç düşünmedim.
O yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığı’nda büro şefiydim. Görevimden artan zamanlarda, hikaye ve roman de-nemeleri yazıyordum. Ancak, hayatım bir tekdüzelik içinde sürüp gidiyordu.
Çalıştığım odanın penceresinden zaman zaman Kocatepe Camii’nin inşaatını seyrederdim. Ağır ağır yükselen bu muhteşem eserin bir gün biteceğini, ibadete açılacağını hayal eder dururdum. Geçen yıllar gözümün önünde sürekli büyür, büyürdü. İnşaat sanki bana hiç bitmeyecekmiş gibi gelirdi. Oysa yıllar akıp gitti ve Kocatepe Camii’nin ibadete açılışını görmek nasip oldu. Neyse biz yine konumuza dönelim:
Yıl,1975. Nisan ayının ortaları.
Toplum büyük bir çalkantı içinde Hiç bir siyasi parti hükümet kuracak çoğunluğa sahip değil. Tartışmalar, tartışmalar… Sonunda, Süleyman Demirel Başkanlığında- “Milliyetçi Cephe” diye anılan “Adalet Partisi-Milli Selamet Partisi-Milliyetçi Hareket Partisi ve Güven Partisi”den oluşan bir koalisyon hükümeti kuruldu.
Bu koalisyon yamalı bohça görünümü taşıyordu. Herkes bunun nasıl devam edeceğini merak ediyordu.
Yukarıda sözünü ettiğim gibi, Diyanet İşleri Başkanlığı Olgunlaşma Dairesi Başkanlığı’nda şeftim. Dr. Lütfü Doğan Diyanet İşleri Başkanı, Tayyar Altıkulaç ise Başkan Yardımcısı olarak görev yapıyordu.
Bizim daire başkanı da Mehmet Kervancı idi. Beyefendi bir insandı. Kendisine karşı babasından gelen bir muhabbetim vardı. Günün bir saatinde beni makamına çağırdı ve sordu: “Devlet Bakanı Hasan Aksay’ı nereden tanıyorsun?”
Şaşkın bir halde yüzüne baktım. Sorusunun altında yatan gerçeği bilmiyordum, bir tahminde de bulunamıyordum. Hiç tereddüt etmeden, “Bir yakınlığım yok”, dedim. Bu defa şaşkınlığı Kervancı yaşıyordu. “Hayret” dedi. “Demek tanımıyorsun”
Kendisine “Bunları bana niçin soruyorsunuz?” dedim. Yüzünde bir tereddüt belirmişti. “Sayın Başkandan sizin geçici olarak Devlet Bakanlığı Özel Kalemi’nde görevlendirilmenizi istemişler.”
Durum benim için tam bir sürprizdi. “Bilmem” dedim. Benim böyle bir talebim ne olmuştu ne de aklımın ucundan geçmişti. Önce sorular başladı, arkasından da nasihatlar; “Sen iyi bir personelsin, ideal düşüncelerin var. Siyasi yerlerde çalışmanın bir takım sakıncaları olur. Gitmeye karar verirken, bunları da düşünmelisin. Gerçi orada bulunman bizim açımızdan da faydalı görünüyor. En azından, yeni siyasi kadro ile diyalogumuzu sağlamış olursunuz.”
Kervancı’nın söyledikler doğruydu. Görüşlerine katılıyordum. Zaten benim böyle bir talebim yoktu. Üstelik, siyasi ortamdan da mümkün olduğu kadar uzak kalmayı düşünüyordum.
Benim için en önemli şey yeni başladığım roman denemesini bitirmekti. Hiç sesimi çıkarmadım, dinledim.
O, yine babacan ses tonu ile sözünü noktaladı: “Git, konuş, düşüncelerini açıkça söyle! Bakalım ne diyecekler.” “Olur” deyip, yanından ayrıldım.
……….
İçimi garip bir hüzün kapladı. Buradan ayrılıp gitmenin huzursuzluğunu duyar gibi oldum. 12 Mart hareketinden sonra meydana gelen bütün olumsuz gelişmelere rağmen bu kurumu sevmiştim.
Burasının güzellikleri, doğruları, özetle ilahi emri anlatma ve toplumu aydınlatma konusundaki rolünden ötürü gözümdeki yeri büyüktü. Üstelik bana bilgi ve davranış olarak çok şey kazandırmıştı. Kısa zamanda, unutulmaz hatıralar yaşamıştım. İsimleri hâlâ gündemde olan çoğu dostu burada tanımıştım.
Kimler yoktu ki bunlar arasında: ilim merdivenlerini bir bir tırmanan Prof. Dr. Suat Yıldırım, samimi dost Fikret Sönmez, hayatı mücadelelerle geçen, sonunda milletvekili olarak meclise giren Vahdettin Karaçorlu, hukukçu olmasına rağmen okuduğu kitaplar yüzünden sık sık başı derde giren Mustafa Türkmenoğlu, emekli astsubaylar Cemalettin Bölükoğlu, Hasan Okur, Hattat Mustafa Acet, Necati Kavut, Ekrem Köker ve Erdoğan Tüzün’ün sıcak dostluklarını hiçbir zaman unutamam.
……….
Başbakanlığın merdivenlerini tırmanırken duyduğum heyecanı anlatamam. Nefesimi zor tutuyordum.
Hükümetlerin kurulup bakanların toplandıkları makam burasıydı: Başbakanlık.
Bu binaya kimler gelmiş, kimler geçmişti ve kimler ülkeye hükmetmişti. Başarıları, sevgileri ve yaptıklarıyla gönüllerde taht kuran ve sonunda idam sehpasına yürüyen Rahmetli Adnan Menderes, kim bilir bu taş bina içinde ne sıkıntılar çekmişti.
İhtilallerin getirdiği başbakanlar, bakanlar kim bilir hangi düşünceler ve hayaller içinde bu binada görev yapıp, sonra sessiz sedasız siyasetten çekilmişlerdi.
Keşke bu taş binanın dili olsa da, yaşananları bir bir dile getirebilseydi. Böylece, gizli kalmış ve tarihe geçmemiş nice gerçekler ilk ağızdan öğrenilebilirdi. Ne var ki, bu binanın dili yok, sis perdesi arkasında kalan olayları yaşayanlar da yazıp bırakmış değil.
Ne yazık ki bizde tarihe belge bırakan çok az devlet adamı vardır. Olanlarda açık ve anlaşılır olmaktan çok, siyasi görüşler ışığında yazılmış, bir anlamda çarpıtılmış hatıra demeti niteliğindedir.
Başka bir ifadeyle ,yüreklerinde taşıdıklarını, genç neslin ibret alması gereken bilgileri, olayları doğru dürüst sunmadan-sesiz sedasız-bu dünyadan göçüp gitmişlerdir.
Bizim neslimiz, tarihi gerçekleri daha çok resmi tarih anlayışı içinde öğrenmiştir. Bu da, çok geçmemiş; hep tereddütler ve şüpheler doğurmuştur. Oysa tarih, hiç bir zaman şüpheler üzerine bina edilemez. Acı da olsa, tarihin olabildiği kadar doğru bilgiler üzerine kurulması gerekir.
……….
Başbakanlık kapısında, Diyanette birlikte çalıştığımız çok yönlü ve kabiliyetli arkadaşım olan Erol Artar ile karşılaştım. O da Başbakan yardımcısının Özel Kalem Müdürü olmak üzere davet edilmişti. “Allah kolaylık versin, işimiz zor.” dedi. Koridorda kısaca konuştuk, sonra ayrı odalara doğru yöneldik.
İçeri girdiğimde, karşımda ilk gördüğüm kişi Özel Kalem Müdürü İslamin Arasan oldu. Adana’lı, fazla bir bürokrasi tecrübesi olmayan birisiydi. Göreve davet etmişler, kabul edip gelmiş. Üstelik de bakanın yakın akrabası. Güven veren bir yüzü ve samimi bir yaklaşımı vardı. Kendimi tanıttıktan sonra bana ilk sözü “Birlikte çalışacağız” oldu. “Benim yardımcım olacaksın. Sizin birikiminize ihtiyacım var.”
Hala ilk kararsızlığımı yaşıyordum. Bilmediğim, hiç çalışmadığım bir yerde nasıl başarılı olabilirdim. İlk ceva-bım, bu nedenle olumsuz oldu. “Ben bu görevi yapamam.” dedim.
Müdür ise beni yanına almakta kararlı idi. “Gelmelisiniz” dedi, “Size önerilen hizmetten kaçamazsınız!”
Bu ısrar karşısında itiraz etmedim. “Bana biraz zaman verin, düşüneyim” dedim. Müdür fırsat vermeden “Yarın sabah sizi bekliyorum” dedi, “En azından bana bir iki ay yardımcı olun.”
Telefonlar ve içeri girmek isteyen bürokratlar nedeniyle zaman zaman konuşmamız kesiliyordu. Ama yine de çok şey konuşmuştuk. Düşünceleri, yapmak istedikleri mantıklı görünüyordu. Fazla direnemedim. Nihayet “olur.” dedim.
O gün, bir-iki aylığına izinli olarak geldiğim Özel Kalem ortamında hayatımın yirmi dört yılı geçip gitti. Fırtına gibi yaşanan, beni oradan oraya götüren nedenleri enine boyuna anlatmak hem zor hem de anlamlı değil. Nasibimizde ilginç şeyler yaşamak da varmış. Geriye doğru bakıyor ve kendi kendime soruyorum: Nerden nereye? Evet, nereden nereye?
……….