Gayip Eren – Kırk Şilten
“Gayip Eren – Kırk Şilten”
Bu arada Abay Mirza, “Gayip Eren – Kırk Şilten” adlı bir yerden bahsediyordu. Yolumuzun üzerinde olduğunu söylediği bu yeri, mutlaka ziyaret etmemiz gerekir diyordu. “İşte geldik” diye köy asfaltından bir stabilize yola sapmamızı söylediğinde güneş batmak üzereydi. Yarım kilometre gitmeden yolumuz Orta Asya şehir girişlerinde sıkça rastlanan kemere ulaşmıştı. Etrafta yerleşim yeri gözükmüyordu. Beş yüz metre kadar ilerde iki katlı bir evden başka hiç kimsenin bulunmadığı yere, ayakları yolun iki yanında ve kırk elli metre yüksekliğinde bu kemeri niye yapmışlardı? “İşte burası” dedi Abay Mirza. Kazakların bu mevkii çok kutsal saydıklarını anlatıyordu. Ali Ağabeyle beraber, arabamızdan inip hemen bir fatiha okuyup yolumuza devam etmek niyetindeydik çünkü mesafeler dostumuzun dediğinden daha uzun sürmeye başlamıştı. Bundan sonra hava da kararacaktı ki hızımız daha da azalacaktı. Varacağımız yer her nere ise vakitli gitmekte yarar vardı. Tam aracımızdan inip fatiha okumaya başlamıştık ki, orta yaşlı bir Kazak bizleri ikaz ederek yanımıza yaklaştı. “Hayır” diyordu, “beş on dakika sabretmelisiniz. Bakın güneş batıyor. Güneş batarken dua edilmez”. Söyledikleri doğruydu; güneşin doğuşu ve batışı sırasında hiçbir ibadet yapılmazdı. Dinin bu ayrıntı sayılabilecek kuralına dikkat eden birisine rastlamaktan da memnun olmuştuk. Abay Mirza “Türkiyeli kardeşlerimiz” diyerek biraz da gururla bizleri tanıştırdı. Ta Türkiye’den gelip de kendilerinin kutsal saydıkları yerlere değer veren, bunun için zahmete katlanmayı göze alan insanlara kendisinin mihmandarlık yapışından da son derece memnundu. Bizi ikaz eden kişinin buranın türbedar ailesinden olduğunu öğreniyorduk. Aile, Kazakistan’daki pek çok kutsal yerde rastlandığı gibi kendisini Gayip Eren – Kırk Şilten bakımıyla vazifeli sayıyordu. Daha sonra vakit kaybına sebep olmamak için beklememiz istenilen süre içinde el kamerasıyla etrafı çekmeye çalışıyordum. Ortaca boylu iki tepenin arasında bir vadi vardı. Sağdaki tepenin üzeri kayalıkla kaplıydı. Kameranın zumu ile kayaları çekiyordum ki, görüntüdeki taş sanki bir aslanı andırıyordu bir diğeri sanki taştan boğaydı. Bu durumu güneşin batışındaki ışık oyunlarına veya tabiatın garipliğine verip kamerayı kapatıp sohbete döndüm. Abay Mirza sözü türbedara bırakmıştı. Türbedar “ Nuh Peygamberin gemisi Kazıkurt Dağına indikten sonra inananları ile buraya geldiklerini ve Nuh Peygamberin burada Allah’a: Benim ümmetime yol ver! diye dua ettiğini” anlatıyordu. “Allah bu duayı kabul edip onlara ilim yolu, sanat yolu koyunculuk, sığırcılık gibi değişik yollar açmış”. Diğer bir rivayete göre ise; İmam Gazali öğrenim görmeye giderken burada haramilerle karşılaşır. Daha yedi yaşında bir çocuk olan Gazali,babası tarafından bir kervana emanet edilir, değerli eşyalarını da annesi iç çamaşırlarının değişik yerlerine gizler. İşte burada kervan haramilerle karşılaştığında küçük Gazali, gizli paralarını bir bir yerlerinden çıkararak haramilere verir. Bu duruma çok şaşıran harami başı neden böyle yaptığını sorar. Gazali “Babam bana eğer muhtaç insanlar senden bir şey isterlerse onlara elindekileri ver diye öğretti. Sizler de herhalde muhtaçsınız ki, kervanın önüne geçip istiyorsunuz. Ben babamın nasihatini yerine getirdim” demiş. Eşkıya başı bu sözden çok etkilenir ve “Bizim için dua et” der. Gazali de bunlara dua eder ve kırk haraminin her biri, Nuh Peygamberin duası ile açılan yollara girerek iyi insan olurlar.
Kamera görüntüsünde rastladıklarım ışık oyunlarından olmayabilirdi. Güneş tepenin arkasından battığından, tepenin bizim görebildiğimiz yüzü gölgelenmişti ve tam göremiyorduk. Tekrar kameranın yakınlaştırma özelliğinden istifade ederek tepeyi taramaya başladım. Gerçekten tepenin üzeri değişik canlılara benzeyen taşlarla doluydu. Aslan ve kurbağadan sonra köpeği, deveyi andıran kayalar da vardı. Türbedar, on beş gün sonra burada büyük bir yemek organize edeceklerinden bahsediyor bizi de davet ediyordu. Her yıl Haziran ayı başında bu yemek halka dağıtılıyormuş. Türbedar, bu işe Kazakistan’ın bağımsız olmasının hemen ardından başladıklarını anlatırken,bir geleneği dirilttikleri için de gurur duyduğu her halinden belliydi. Çevre köylerden, şehirlerden her yıl yüzlerce kişi katılıyormuş bu yemeğe. Vakit geçiyordu. Güneş de batmıştı artık. Madem kutsal sayılıyordu bu yerler bir duanın kimseye zararı olmazdı. Duamızı okuyup izin istedik. Kalacağımız yere bir an evvel varmalıydık. Belki de kalacak yerde problem çıkabilirdi ki, o zaman Çimkent’e geri dönmemiz gerekecekti. Bir yandan belli etmemeye çalıştığımız telaşımız sürerken, diğer yandan da Abay Mirza sayesinde kendimizi içinde bulduğumuz “Kazak halk inanışları uygulamalı kursu”ndan çok memnunduk. Bu kadar çok halk inanışını öğrenebilmek için aylarca uğraşmak gerekirdi. Hatta bu inanışların bazıları ya kitaplarda yoktu veya bizim bunlara ulaşmamız mümkün olmazdı.