İttihat Ve Terakki

İslamiyet ve Hristiyanlık Tartışmaları

İslamiyet ve Hristiyanlık Tartışmaları

 

İslâmlık ve Hristiyanlık meseleleri İttihat ve Terakki azası arasında en ziyade Dr. Nazım ve İshak Sükutî Bey’ler arasında mevzubahis olurdu. İshak Sükutî Bey tarih meselelerile çok meşgul olduğu için Paris’te bulunan Dr. Nazım Bey ile uzaktan uzağa tahrir-i münakaşalar yapardı. Dr. Nazım Bey bu mektuplarda diyordu ki:

“Bence Şark meselesi dini bir meseledir. Çünkü Türkler Müslümanlığı kabul edecekleri yerde o zaman Hıristiyanlığı kabul etmiş olsalardı, tabii medeniyete daha yakın bulunacaklarından komşuları olan Macarlar kadar olsun terakki edemezler mi idi?”

Mektuplarının bir yerinde de Dr. Nazım Bey aynen şunları yazıyordu:

“Şüphesiz Hazreti Muhammet ile ashabının yapmış oldukları İslâmiyet mani-i terakki değildir. Fakat bugün çalgı dinlememek için kulağını tıklamak şapka giyiyor diye oğlunu tahsil için Avrupa’ya göndermemek gibi haller, yani hali hazırdaki İslâmiyet manii terakkidir.”

Dr. İshak Sukuti Bey, Dr. Nazım Bey’in bu iddialarına aşağıdaki cevapları veriyordu:

“Araplar Acemistan’a İslâmiyeti soktukları zaman orada büyük bir medeniyet gördüler. Araplarda bir hassa vardı: O da her gördüklerini hemen kabul etmekti. Dünyaya bu kadar müsamahakar bir millet gelmemiştir. Arap’ta taassup yoktur, yalnız asabiyeti kavmiye vardır. Araplar bu hassa yüzünden terakki ettiler ve imkıraz buldular. Binlerce Müslüman bir zamanlar Arap bir çok Nasrani hocasının karşısında diz çökerek ders okumuşlardır. O talebe içinde bizim dince mukaddes tanıdığımız zevat ta vardı.

İslâmiyet nasıl oldu da bugünkü hale girdi? Ulum ve fünun terakki ettikçe ahali muhtelif fırkalara ayrıldı. Dini fenne tatbike kalkıştılar. Her fırka hükûmeti kendi akidesine çekmek istedi. Daha bir çok seyyiat ta başgösterdi. Nihayet Halifeler putperest Türklerden köle getirerek onları asker yaptılar ve Araplara karşı kullandılar. Mongol olan Türklerin dini, bütün Mongollar gibi, hükümdara tapınmaktan ibaretti. Türkler eskiden böyle oldukları gibi halen de öyledirler. En sonra Cengiz Han çıktı. Ortalığı yakıp yıktı, mevcut olan medeniyeti mahvetti. Hülagu’nun kılıcının korkusu hala Asya kavminin hatırından çıkmamıştır. Bugün Diyarbakır’e, Hakkari’ye ve Acemistan’a git, çocuklara Hülagu geliyor de, bak nasıl korkup kaçarlar. Annemden zalim ve canavarı tavsif etmek için ilk işittiğim isim Hülagu idi.

Ondan sonra Cengiz’in oğulları İslâmiyeti kabul ettiler. Fakat nasıl İslâmiyet! Kanun yine eski kanun kaldı, yalnız bir namaz ile orucu kabul ettiler. İlim biraz terakki etmek üzere iken arkadan Timurlenk’i yetiştirdik, geldi, İslâm memleketlerini ikinci bir katliama uğrattı.

Avrupalıların damascain dedikleri meşhur Şam kılıçları yok mu? Bugün sanat’a bu derece terakki ettiği ve bıçakçılık İngiltere’de birinci dereceyi bulduğu halde o çeliğin nasıl yapılmış olduğunu hala keşfedemiyorlar. İşte o sanatta o katliam esnasında kayboldu. Ondan sonar Osmanlılar ne yaptılar? rica ederim, tarih meydandadır. Cengiz’in yaptıklarını kopya etmediler mi? Üç dört yüz sene zarfında ta Tunuslara, Cezayirlere, Faslara kadar bir Yeniçeri dayısına herkesi secde ettirmedik mi? Cezayir’de bir Yeniçeri Ağası mesela İspanya Sefirini dövüp kovduğu zaman Babıali o Ağaya kaftan göndermez mi idi? Hindistan’daki Müslümanlar hep Cengiz ahfadı değil mi? Rica ederim söyle İslâmiyet nerede var? Cengiz ayinine dönmemiş olan bir İslâmiyet göster de beni itham et! Biz Osmanlılar İslâmiyeti ortadan kaldırdık ve kendi eski putperestliğimizi İslâmiyet diye İslâmlara yutturduk. Birkaç tane de uydurma medeniyet bulduk. Oh, işimize baktık. İnsaf et İslâm tarihini bir kere yokla! Hangi Arap Halife kendisine Zillullahifi’larz dedirtmiştir? Bunu bir kitapta bulabilirsen o kitapla kafamı yardığına razıyım.

Cüzi bir mütalaa ile anlaşılır ki hala Çin’de kalan amcamız kendisine “İbn-i Sema” namını veriyor. İşte görüyorsun ya, Türkler hala Müslüman olmamışlardır, onların İslâmiyetleri yalandan, riyadan ibarettir. Beyhude İslâmiyete ta’n etmesinler!

Gelelim Macarların meselesine! Macarların bizden ayrıldıkları zamanı tarih bile tayin etmiyor. Bahusus onlar orada Hristiyanığı kabulden sonra Avrupa’nın muhtelif milletlerile asırlarca ihtilat ettiler Putperestlik devrinde de Avrupa milletlerile temas halinde idiler. Onun için Macarlarda huşunet zaile olabildi. Rusya’daki Hıristiyan kazaklardan bir insan yetiştiği vaki midir? Varsa rica ederim göster!

İşte azizim, benim fikrim bu merkezdedir; Türkleri İslâmiyet dedikleri bugünkü putperestlikten kurtarmalı ki onların terakki sahasında büyük adımlar atabilmeleri mümkün olsun! Yoksa hakiki İslâmiyet dininin terakkiye mani olabileceğini hiç zannetmem.”

Dr. İshak Sükutî Bey Dr. Nazım Bey’le yaptığı bu “tarihi” münakaşalar esnasında Roma’da bulunuyordu. Abdülhamid tarafından Roma Sefareti’ne memur edilmişti. Fakat İttihat ve Terakki ile olan münasebatını kesmemişti. Uzaktan neşriyata ve icraata yardım ediyordu. Hatta sefaretten aldığı maaşının büyük bir kısmını da cemiyeti işlerine sarfetmekten geri durmuyordu. Fakat kendisi sık sık hastalanıyordu. Vefatına tekaddüm eden aylarda Doktorların tasviyesi üzerine Roma’yı terkederek Roma civarında hastalara mahsus olan yüksek bir tepede ağaçlar ve bahçeler içindeki “Grand Hotel de Frascati”ye gitmişti. Dr. Nazım Bey’e yazdığı bir mektubunda diyordu ki:

“Yirmi gün kadar burada oturacağım. Sıhhatime dikkat edeceğim, İyiliğe yüz tutarsam burada kalacağım. Yoksa Almanya’da bir hastahaneye gideceğim.”

Necip Melhame Paris’te ve Cenevre’de İttihat ve Tearkki’yi dağıtırken ve oradaki gençlerin bazılarına yüksek memuriyetler verdirirken Dr. İshak Sükutî Bey’in de Roma sefareti’ne tayin edilmiş olduğunu yazmıştık. İshak Sükutî Bey, sabık Genç Türk arkadaşları ile olan münasebetlerini muhafaza ve Abdülhamid’e karşı yapılan mücadeleye devam etmekle beraber yine eski arkadaşlarının hücumuna maruz kalmaktan kurtulamıyordu.

Dr. İshak Sükutî Bey bu hücumlardan dolayı çok muğber oluyordu. Dr. Nazım Bey’e yazdığı mektuplarında diyordu ki:

“İyi bir nazarla bakarak tenkide girişmek bitaraflığı istilzam eder. Onun için bir takım şahsi adavetler gözetenlerin ve şahsiyetle umumiyeti körü körüne birbirine karıştıranların iftiralarını hiçe sayarım. Bu gibilerin hücumları bende zerre kadar tesir hasıl etmez. Çünkü şahsi düşmanlık hakikati daima örter. Onlar isnatlarında mübalağa ederler. Nihayet herkes onların garazkar olduklarını anlar.

Mesela, bugün birisi kalksa da benim hafiye olduğumu söylese veyahut Gazeteye yazsa belki bu havadise birkaç aklı kısa inanabilir. Fakat ne rüfeka ve ne cidden beni tanıyanlar – beni cidden tanıyanlar diyorum, dangalaklarla dalkavuklar bahisten hariçtir – o havadise inanamazlar. Bu gibi isnatlardan memnun olacak birisi varsa o da Abdülhamid’tir. Fakat Abdülhamid bile:

– “Sükutî, ne kadar alçak olsa da yine hafiyelik etmekten daha yüksektir” der.

Onun için bana karşı yapılan bedhahlıklardan daha ziyade memnun olmam lazımgelir. Çünkü o isnatları yapanlar asıl kendi mahiyetlerini ortaya çıkarmış olurlar.

Dünyada herkes bir yol tutmakta muhtardır. Tutulan o yolu tenkit etmekte de diğerlerinin muhtar olmaları lazımgelir, fakat o tenkitlerin haddi ve gayesi tecavüz edilirse tenkit garazkarlık şeklini alır. Garazkar bir tenkitçinin canilerden farkı yoktur. Hatta onlardan daha şiddetlidir. Çünkü bir cani ne kadar kana susamış olursa olsun, cemiyeti beşeriyeden olsa olsa yirmi beş kişinin katline muvaffak olur, yahut olamaz. Nihayette yakayı adaletin pençesinde görür. Fakat garazkar bir tenkitçi belagatile, fasahatile bir heyet-i içtimaiyenin ruhunu öldürmeğe de muvaffak olabilir, tabii fırsat düşer ve talih te yardım ederse! İşte dünyada bundan büyük cinayet ve habaset tasavvur edilemez.

Halbuki bizim tenkitçilerde böyle bir iktidar ne gezer? Cehil ve garaz onların gözlerini o derece bürümüş ki daha maksatla hafiyeliği birbirinden tefrik etmekten acizdirler.

Mesela Ahmet Saib Mısır’da çıkardığı Gazetesinde diyor ki:

“Osmanlı Gazetesi’ni çıkaranlar Dr. Abdullah Cevdet’le Dr. İshak Sükutî’dirler. Ey ahali, bunlar satılmış alçaktırlar!”

Ahmet Saib bu gülünç tezyiflerle dereceli muhakemesini ve iktidar kemşuuranesini meydana koyuyor. Çünkü bir kere bizi tanımayan birisi bu yazıyı gördükten sonra merak edip bir de “Osmanlı”yı okusa, o adam ne der? Ne diyecek: İshak Sükutî 1500 frank maaşa nail olduktan sonra yine bunun ayda 1200 frangını sarfederek “Osmanlı”yı çıkarması olsa olsa Abdülhamid’den bir imtiyaz koparmak içindir diye hükmeder. Fakat müruru zamanla imtiyaz filan mevzuubahis olamayacağını anlar. Ondan sonra da ya divane olduğumuza karar verir veyahut bu adamların, maksatlarına vasıl olmak hususundaki içtihatları bu yolda imiş der, geçer. Menfaatperest olan bir herif gün bugündür der; aldığı maaşlardan kimseye on para bile göndermez. Bizim halimizi uzaktan tetkik eden bir kimse mesleğimiz hususunda, velev hatalı olsun, doğru bir içtihat takip ettiğimize kanaat getirirse, o zaman Ahmet Saib ile taraftarlarını ne namla yadeder?

İnsaflı düşün Nazım! Bir takım garazkar edepsizler, vicdanları hilafına Ahmet Saib’e taraftarlık edebilirler. Onlarda Ahmet Saib ile hemayar olan heriflerdir. Bunun ötesi yoktur. Bunları uzun uzadıya yazmaya sebep bu kabil heriflerin daha ileri gitmelerin istememden ileri geliyor, çünkü ne kadar ileriye giderlerse, o kadar rezil oluyorlar.”

Dr. İshak Sükutî Bey’in Rahmi Bey’den de şikayetleri vardı. Rahmi Bey İstanbul’a gitmişti ve orada İshak Sükutî Bey hakkında güya bazı iftiralarda bulunuyordu. Dr. İshak Sükutî Bey bunlara çok kızdığı için Dr. Nazım Bey’e yazdığı mektubunda diyordu ki:

“Rahmi Efendi meselesini açtığımdan dolay kurusuma bakma. Müddet-i hayatımda bana bu kadar tesir etmiş olan bir hadise geçmemiştir dersem mübalağa etmemiş olurum. Çünkü ben Rahmi’ye karşı gösterdiğim safiyet ve ciddi muhabbeti pek az kimselere göstermişimdir. Hatta muhabbetimin derecesi şundan anlaşılır ki Rahmi aleyhimde suikastler tertip ettiği halde bile ben yine onun lehinde idare-i kelam ediyorum. Buna Akil Muhtar Efendi de şahittir. Memuriyeti olmadığını benim mühimsememezliğime atfederek her tesadüf ettiğine aleyhimde namusuma tecavüz edercesine sözler söylenmesini ne ile tevil edelim? Ben yine onun hakkında sesimi çıkarmıyordum.

Vakta ki İstanbul’dan gelenler Rahmi Efendi’nin hakkımda öteye beriye neşrettiği manasız sözleri söylediler. O zaman hayrette kaldım. Ben ne yaptım? Bir adamın emniyet ve itimadını mı suistimal ettim, yoksa dostlarımın hukukuna mı haksız olarak tecavüz ettim?

Sizler de bu meseleyi bitarafane olmayarak muhakemeye koyulduğunuz. Size doğrusu çok kırıldım. Çünkü Rahmi Efendi’yi bu hareketinden dolayı biraz takbih etmeniz lazımgelirdi, bitarafane muhakeme bu yolda olabilirdi.

Ben Rahmi Efendi’yi az zaman zarfında bir birader gibi sevmiştim. Bunu buradaki arkadaşlarım değil, düşmanlarıma bile sorsanız teslim ederler…

Dr. İshak Sükutî Bey’in yazdığı bu mektuplar 1900 senesinde idi. O zaman Genç Türkler arasındaki geçimsizlik bazılarının memuriyet almasından bazılarının ise açıkta kalmalarından ileri geliyordu. İshak Sükutî Bey,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: Content is protected !!