Jön Türklerin Adem-i Merkeziyet Tartışmaları
Jön Türklerin Adem-i Merkeziyet Tartışmaları
Ali Saip Bey saffet-i kalp ve hulus-u niyet erbabından olduğundan kendisini şahsen takdir ederim. Nezdime geldiği zaman vukubulan ifadelerini mümkün olduğu kadar terbiye ve nezaketle yaptı. Onun için verdiğim cevabın kendi şahsına taalluku yoktur, asaleten vekaleten söylediği mütalaalara mukabele hükmündedir. Söylediği şeylere gelince; Her ne kadar kendisi ve arkadaşları beni tanıyorlar ve samimiyetimi biliyorlarsa da, şahsıma ve hisleri memleketçe henüz tamamile bilinmediğinden herşeyden evvel cemiyet sandığına nakden mühim bir miktarda fedakarlıkta bulunmaklığı lüzumunu beyan etti ve muhalefet politikasında bir mevki tutmuş olan Ahmet Rıza Bey ile diğer bu gibi zatları okşayarak kendini tanıtmak için onların refakatinden ve hüsn-ü şehadetinden istifade etmekliğim lüzumunu zımmen anlattı.
Bir de kendisile arkadaşları bu uğurda bunca zamandan beri çalıştıkları halde şimdi beni reis diye tanımlarının izzet-i nefislerine dokunacağını ve onun için her ne kadar yine benim fikirlerime muvafık surette hareket edilecekse de, mesaime iştirakimin bir dereceye kadar mahrem kalması lüzumunu ileri sürdü.
Bu sözler tabii beni taaccüplere düşürdü. Çünkü ben memleketin hayrı için elimden geldiği kadar maddeten ve manen fedakarlık yapmaktan çekinmezsem de vicdani kanaate ve tarafeynin yekdiğerini takdir eylemesi esasına istinadı lazım gelen böyle bir işte bana arkadaş olacak adamların peşinen bir miktar para verilmesini refakate şart koşmaları akıl ve hikmete uygun olamayacağı gibi tarafımdan da arkadaş edinmek değil, esir ticaretine muadil bir muameleyi ihtiyar eylemek hükmünü alacağı aşikardır.
Halbuki benim maksadım böyle para kuvvetiyle iş görmek olmayıp cemiyet saikiyle devlet ve millete hizmet etmek isteyenlerin birleşmesine çalışmaktır. İşin maddi, fedakarlık ciheti bir şart olmayıp tutulan mesleğin mukteziyatı ve neticesi hükmünde kalmak lazımgelir.
Memleket dahilinde tanınmış olup olmadığım maddesine gelince; Başka her ne söylense bu kadar taaccüp etmezdim. Çünkü memleketimizde beni tanımayan adam kalmamışken kendimi tanıtmak için bu zatların şehadetine ve kendilerini okşamaya lüzum ve mecburiyet gösterilmesi doğrusu pek garip bir iddiadır. Eğer benim Osmanlı heyet-i içtimaiyesi arasında bir mevki tutmaklığım başkalarını okşamak sayesinde vuku bulacaksa, ben öyle bir şereften şimdiden vazgeçerim. Çünkü kendimi böyle bir ihtiyaçtan vareste biliyorum.”
Ali Saip Bey’in Paris’teki Terakki ve İttihat Cemiyeti namına Ahmet Celalettin Paşa’ya bu tarza bir müracatta bulunmasını muhik gösterecek bir vesika yoktur. İhtimal ki Paris’tekiler evvela Paşa ile anlaştıktan ve ona yeni cemiyetin riyasetini vermeği kabul ettikten sonra, Paşa’nın o devre kadar Abdülhamid’in serhafiyesi olarak tanındığını düşünmeği ve birden bire cemiyetin riyasetine geçmesini muvafık bulmamışlardı. Ahmet Celalettin Paşa’nın bir müddet gizli kalarak çalışmasını ve kendisini tanıttıktan sonra meydana çıkmasını isteyerek meseleyi bu suretle Paşa’ya anlatmasını Ahmet Saip Bey’den rica etmişlerdi. Paşa’nın bundan dolayı Paris’tekilere kızmağa hakkı yoktu. Çünkü onu memlekette vakıa tanımayan yoktu, fakat yalnız serhafiye diye tanınıyordu. Abldülhamid’in istibdadına karşı çalışan ahrardan biri sıfatile değil!
Ahmet Celalettin Paşa’dan para istenmesi meselesine gelince, bunu Ali Saip Bey’in kendi hesabına yapmış olması ihtimal dahilinde idi. Bir de Paşa’nın bir gün yine İstanbul’a dönerek tekrar Abdülhamid’in hizmetine girmesi ilk zamanlarda müstebat görülmediğinden, Paşa’nın hiç olmazsa maddeten cemiyete bağlanması düşünülmüş olabilirdi.
Fakat Ahmet Celalettin Paşa, Ali Saip Bey’in bu müracaatından dolayı o kadar kırılmıştı ki mektubunda cemiyeti atıp tutuyor ve diyordu ki:
“Ali Saip Bey kendi cemiyetlerinden onun nüfuzundan falan bahsediyor. Halbuki cemiyetin kaç kişiden ibaret olduğu ve onların da ellerine giydikleri eldiven bu ana kadar süt gibi bembeyaz kalmışken birçok vatan evlatlarının Trablusgarp’da ve Fizan’da inlemelerine sebep olmaktan başka bir semere gösteremedikleri pekala bildiğim ahvaldendir. Gerek maddi fedakarlık ve gerek kendilerine göstermek ve muhalefet politikasını faaliyetle şereflendirmek işi benden beklendiği halde üç kişiden ibaret olan bir cemiyet namına böyle iddialara kalkışmak fahiş düşmez mi? Ben kendi mevkiimle bu zatlara arkadaş olmaya muvafakat ettikten sonra, onların bunu memnuniyetle kabul etmeleri lazım gelir zannederim. Halbuki güya mevki, iktidar kendi ellerinde imiş te ben acizmişim gibi muamele ettikleri görülüyor.”
Ahmet Celalettin Paşa’nın bu iddiasına bakılacak olursa, senelerden beri Yıldız’da serhafiyelik ettiği ve gelen jurnalları makamına isal etmek yüzünden herkesin karşısında el pençe divan durduğu bir zamanda kazandıı “yüksek” mevkisini, itiyadın sevkile, İskenderiye’ye kadar sürükleyip getirdiği evhamına kapıldığı kolayca anlaşılır.
Ahmet Cehalettin Paşa mevki meselesi hakkındaki nokta-i nazarını kendi bilgidi gibi, daha doğrusu Diran Kelekyan Efendi’nin fikrine göre izah ettikten sonra yeni cemiyetin ismiyle de biraz meşgul oluyor ve diyordu ki:
“Yeni cemiyetin “Jeune Turquie” namı altında hareket etmesi lüzumundan bahsolunuyor. Buna da muvafakat edemezsem beni mazur görünüz. Benim zannıma göre bu nam gerek dahilde, gerekse Avrupa nazarında o derecelerde lekelenmiştir ki eğer bu namı kabul etmek istersek, pek çok teveccühlerden mahrum kalınacağı ve pek çok cihetlerin emniyetini celp edileceği bence muhakkaktır. Yeni cemiyet için zaten bir nam kabul olunmuştu. O nam altında pekala hareket edilebilir. Eğer öyle olursa, ben de resmen iştirake hazırım. Yok eğer “Jeune Turquie” namı kabul edilecekse ben yine nakdi muavenette bulunmakla beraber açıkta kalırım. Bu işte hüsn-ü niyet sahipleri bulunduğunu bildiğim için muavenetim baki kalır, fakat kendim “Jeune Turquie” namına mensup olamam.”
Yukarıda da yazdığımız veçhile Ahmet Celalettin Paşa bunları Diran Kelekyan Efendi ağzından yazıyordu. Kelekyan Efendi Ermeni olduğu için “Turquie” ismine yanaşmak istemiyordu. Belki Ahmet Celalettin Paşa da Çerkes olduğundan dolayı Kelekyan Efendi’nin bu fikrini muvafık buluyordu. Kelekyan Efendi’nin maksadı Osmanlılıktan ayrılmamak idi. Mektupta bahsedilen ve Diran Kelekyan Efendi tarafından kaleme alınan beyannamede de Osmanlı Devleti’ni teşkil eden unsurların tevhidinden bahs olunuyordu. Ahmet Celalettin Paşa bu mesele hakkında mektubunda izahat vererek diyordu ki:
“Sizce malumat alınmak üzere hususi surette gönderdiğim program hakkında bazı mütalaalar serdine lüzum görüyorum: Bu program tanzim edildiği sırada devletin birliği düşünülmüş ve yekvücut halinde bulunması emrindeki hikmet takdir edilmekle beraber, umum müşteki heyetleri birleştirmek gayesi de unutulmamış ve vatan ve devletin mukaddes haklarından hiçbir şey feda edilmeyerek bütün Osmanlıların ittihadına çalışılmıştır. Gayrimüslim vatandaşlarımızı bize yaklaştırmak maddesini tezkara bilhassa lüzum görüyorum.
Bu husus hakkındaki teşebbüslerin cümlesinden olarak müştekiiki mühim Ermeni cemiyetile ciddi surette müzakereye girişilmiştir. Yakın zamanda müfit bir netice alınması kuvvetle memuldür. Memleketimizde mulunan bütün unsurların bir şikayet bayrağı altında birleşmesi gerek dahilden muhalefet politikasının kuvveti nokta-i nazarından, gerekse hariçte politika aleminin Osmanlı hürriyeti davasına teveccüh ve itimadı cihetinden o kadar büyük bir ehemmiyete haizdir ki teşebbüslerimizden hasıl olacak maddi ve manevi faydalardan istifadeye çalışmamak için bir dereceye kadar zaf-ı iltizam demek olur. Tabiidir ki ittihat hasıl olsun diye memleketin birliğini bozacak ve bazı unsurların ayrılmak emellerini kolaylaştıracak şartlar kabul olunamaz. Fakat böyle neticelerde karar kılmayıp bilakis şimdi uzaklaşmak meylini gösteren memleket aksamını yaklaştıracak vesilelerin kabulünde hiçbir beis yoktur. Bilakis bunlara müracaat eylemek basiret ve hamiyete muvafıktır.
Gönderilen layihada şikayetçi muhtelif unsarların devletin mülki birliğini tasdik eve “Osmanlı” ünvanını halisane kabul ederek bizimle birleşmelerini kolaylaştıracak sebepler izah olunmuştur.
Merkeziyet ve Adem-i merkeziyet meselesine gelince: Bu layihada vasat bir yol tutulmuş olduğu görülecektir. Vilayetlerin kendi dahili işlerinde mezuniyete haiz olmaları idarenin hikmet-i iktizasından olup medeni memleketlerin bir çoğunda kabul ve tatbik edilmiştir. Bu esas bir dereceye kadar Mithad Paşa’nın Kanunu Esasi’sinde de vardır. Ancak bu mezuniyetin siyasi bir manaya haiz olmaması lazımdır. Askeri, siyasi ve mali işle, merkezin elinde bulundukça vatanın birliği tehlikeden tamamile salimdir. Bir mahallin nafiaya ve maarife ait ihtiyaçlarını ve vilayet bütçesinin idaresi suretini umumi vilayet meclisinin merkezden daha iyi anlaması ve idare edebilmesi pek tabiidir.
Ahmet Celalettin Paşa’nın Diran Kelekyan Efendi tarafından verilen fikirler üzerine yazdığı yukarıda ki mektupta bahsolunan ve bütün Osmanlı unsurlarının tavsiyesile çalışılmasını kararlaştıran layihanın hangi noktaları ihtiva ettiğini anlatmadan evvel Ahmet Celalettin Paşa’nın reisliği altında kurulmak istenilen yeni cemiyetten bir parça daha bahsedeceğiz. Paşa Paris’te iken yapılan müzakerelerde yani cemiyetin “Cemiyet-i Ahdiye-i Osmaniye” olması kararlaştırılmıştı. Fakat Terakki ve İttihat Cemiyeti azası bu ünvandan vazgeçerek evvelce de yazdığımız veçhile cemiyetin “Jeune Turquie” olmasını teklif etmişlerdi. Halbuki Jön Türklüğün 1904 ve 1905 tarihlerinde artık pek ziyade itibardan düşmüş bir halde idi. Ahmet Celalettin Paşa bu ciheti Paris’tekilere anlatmakla mektubunda diyordu ki:
“Jeune Türk ünvanına itiraz eden yalnız ben değilim. Benim derecemde ve halimde olan, yani devlet ricali arasında bulunan arkadaşlarım da bu ünvanı kabul etmezler. Madem ki izzet-i nefisden bahsolunuyor, memleketin ahvaline ve ümuruna vukufları ve memleket dahilinde kazandıkları mevki itibarile ilk tabakada bulunan zatların, çoluk, çocuk elinde kalarak pek küçülmüş olan bu unvan altında hareket etmeye razı olmamaları niçin istibat edilsin? Bilakis bu cihet tabii görülmelidir. Zaten ne ben, ne de arkadaşlarım ilancılık nevinden olan, yani aleme karşı isim ve şahıs ilan şeklini alan bir faaliyete muvafakat edemeyiz.
İstanbul’daki büyük kuvvetlere karşı uğraşmak, mahremiyet dairesinde çalışmakla olur. Ortada efrat ismi değil, azası müçhul bir cemiyet ismi bulunmak lazımgelir. O isim de lekelenmiş bir isim olmayıp aleme karşı ciddi faaliyeti ile şeref kazanabilecek bir isim olmalıdır. Bu nokta bizim için gayet mutena ve vazgeçilmesi caiz olmayan bir şarttır.
Şunu da söyleyelim ki beşer arkadaş kabul etmek hususunda tereddüt etmek lazımgelirse o tereddüt Ali Saip Bey ve refikleri tarafından değil, bizim tarafımızdan olmak icap ederdi. Çünkü mevkiimiz elbette onlara faiktir. Halbuki bu iş şahsi bir iş olmayıp umumi bir iş olduğu için biz buralarına bakmıyoruz. Şimdi kalkıp onların bu yolda iddialara girişmeleri pek tuhaf olmaz mı? Ben Ali Saip Bey’in sözlerini hüsn-üniyetine atfettiğimden başka söz söylemiyorum. Eğer öyle olmayıp da altında başka manalar gizlenmişse, o halde hiç kabul edemeyeceğim aşikardır.
Ahmet Rıza Bey’i okşamak maddesine gelince: Evvelden beri söylemiş olduğum gibi Ahmet Rıza Bey bana arkadaş olabilir, fakat dost olamaz. Umumi işte beraber çalışabiliriz. Fakat şahsi münasebetlere gelince ben kendi hislerimi muhafaza ederim. Bunu da zannedersem, kimse çok göremez.
Gazete meselesine gelince; Gazetemizin ismi yine “Şûrâ-yı Ümmet” altına Cemiyet-i Ahtıye-i Osmaniye’nin vasıta-i neşriyatıdır” cümlesi de ilave edilmelidir.”
Ahmet Celalettin Paşa ile Diran Kelekyan Efendi’nin yeni teşkil edilen cemiyette çalışmaları için koştukları şartları ihtiva eden muhtırada deniliyordu ki:
“Mukaddes vatanımızın şimdiki idaresinden şikayetçi olarak halen hariçte bulunan ahrarın birleşmesi ve toplanması emeliyle bazı teşebbüsler yapıldığı memnuniyetle haber alınmaktadır. Sultan Hamid gibi bir zalimle mel’un avanesine karşı ilan edilen muharebede bütün şikayetçi unsurların savaşlarını birleştirmelerinden büyük faideler doğacağı aşikar olduğundan bu mesele hakkında bazı mütalaalar yürütmeği hamiyet vazifesi iktizasından biliyorum:
Osmanlılık namına yapılan hürriyet teşebbüsleri iki esasa tutunmaktadır: Birincisi, yalnız Türklerden, yahut İslâmlardan mürekkep bir teşkilata vücuda getirmek,
İkincisi, İslâm olmayan tebaa sınıflarının da iştirakini kazanmak.
Bu teşebbüslerin her ikisi de başka başka görüşlerden haklı ve kovalanacak maksada göre kendi şümulünün dairesi içinde bir manası ve ehemmiyeti vardır.
Ermenilerin, Rumların, Bulgarların, Arapların ve Arnavutların muhtelif emelleri ve komiteleri bulunduğu gibi Türklerin, yahut İslâmların da kendi başlarına bir komite yapmalarına hakları oldğunu kimse inkar edemez. Fransada,
bile ondokuzuncu asrın sonunda bir nasyonalizm çıkarılıp Yahudilerden birtakım hakların esirgenmek istenildiği düşünülürse, saltanatın teşekkülünden şimdiye kadar “hakim millet” esasını gütmüş olan Türk ırkının memleketimiz için istediği hürriyeti kendi tefevvuku şartına bağlamak istemesine taaccüp etmemelidir. Nice hakim milletler memleketlerine meşveret usulünü soktukları sırada bu esas nasıl muhafaza etmişseler, Türkler arasında da tefevvuku idame etmek emelini besleyen bir fırka bulunabilir. O halde Türklerin İslâm olamayan unsurlara teklifleri onları “şahsi müsavat” esası üzerine bir intifaka davetten ibarettir.
Acaba İslâm olmayan unsurlar bu ittifakı kabul edecekler mi? On senelik bir tecrübe kabul etmeyeceklerini gösteriyor. Bir memleketin hayat ve istikbaline ait meselelerde boş ümitler beslamak caiz olmayacağından, bu hakikati şimdiden gözönüne getirmek ve teşkilatın faydalarını ve istikbalini ona göre muhakeme etmek lazımdır. Her şeyden evvel tetkik etmek lazımdır ki acaba yalnız Türklerden mürekkep bir teşkilat içeride yapmak istediğini yapmaya ve Avrupa ahrarı ve siyasileri arasında emniyet ve teveccüh kazanmaya muvafak olabilir mi?
Abdülhamid’in saltanatı sonuna eriştikten sonra vücuda gelecek idare, yenilik tensikatına isterse fevkalade iyi niyetlerle başlasa bile semere gösterebileceği bir zat-ı aleme itimat göstererek o idareyi ralat bırakacak mı? Yeni hükûmet, diğer unsurların metanet ve sebatla müdafaa edegeldikleri davalara ve o davaları iltizam için Avrupa’da gösterilen tarafgirliklere dayanabilecek kadar kuvvetli olabilecek mi? Eğer bu noktalar gözönüne getirilmekle beraber “Nasyonalist” bir politika takibi yine menfaatlere uygun görülürse öyle yapmaktan hiç çekinmemelidir.
Bir fikir uğruna sarfolunan gayretlerin hepsi mukaddes olduğundan Türklerin böyle bir meslek takip etmelerine kimse bir şey diyemez.
Yalnız “şahsi müsavat”ı kafi görmeyip “ırki ve içtimai müsavat” isteyen unsurlar da tabii bildikleri ve beğendikleri gibi hareket ederler.
Bununla beraber, memleketin şimdiki karışıklığa bir nihayet verdirerek yeni Padişah’ın bir sükunet ve itilaf devresinde işe başlayabilmesini hazırlamak için bütün Osmanlı unsurlarile itilaf ve ittifak akdetmek suretinin, devlet ve saltanatın menfaatleri nokta-i nazarından daha faydalı görülmesi de ihtimal dahilindedir.
Avrupa’da gerek efkar-ı umumiye ve gerek diplomatlar Arnavutlara varıncaya kadar bütün şikayetçi unsurlara teveccüh göstermekte ve davalarını iltizam eylemek oldukları halde “hakim millet” iddiasına bel bağlamış olan Türk ahrarının kendisine taraftar bulamadıkları ve efkar-ı umumiyenin teveccühünü celp ve davete muvaffak olamadıkları pek açık bir surette görülmektedir.
Onun için Osmanlı hürriyet davasını Avrupa efkar-ı umumiyesine ciddiyetle telakki ettirecek ve şark meselesinin bütün şikayetçi unsurlarca kabul edilmiş bir program dairesinde içeriden yani ecnebi müdahalelere mahal bırakılmaksızın hallini temin edecek bir ittifakı tercih edenler bulunması da istibat olunamaz. Hususiyle böyle bir politikanın, İngiltere, Fransa ve İtalya gibi esasen Türkiye’nin mülki birliğini muhafaza etmek istedikleri halde Türklerin müsavata ve esaslı ıslahata razı olmalarından ümitlerini kestikleri için küçük unsurların yavaş yavaş istiklal politikasını iltizam eden devletlerin de müzaharetine mazhar olacağı hatıra gelebilir.
Bundan başka bütün şikayetçi unsurların bir şikayet bayrağı altında birleşmeleri şimdi muhalefet politikasının kuvvetini arttıracağı gibi, ileride de yeni idarenin yenilik faaliyetini kolaylaştıracağından bu faydaların takdiri Türk ahranından bir kısmını ikinci sureti tercihe sevkedebilir.
Eğer o suret tercihe şayan görülürse yalnız bir itilaf-ı zemin vardır ki o da şahsi hürriyette ilave olarak yukarıda yazıldığı gibi ırki ve içtimai müsavatı kabul etmektir. O halde hakimiyet sıfatı memleket içinde yaşayan bütün unsurlara müsavi surette şamil olacağı ve Osmanlı Devleti tabiri birçok unsurlardan mürekkep bir vücuda delalet eyleyeceği cihetle, hiçbir tarafın şikayete hakkı kalmayacağı aşikardır.”
Diran Kelekyan Efendi’nin kaleminden çıkan ve yeni “Cemiyet-i Ahdiye-i Osmaniye” için bir esas olmak üzere Ahmet Celalettin Paşa tarafından Paris’teki eski Terakki ve İttihat Cemiyeti azasına gönderilen layihanın bu satırları okunduğu zaman Meşrutiyet’in ilanını takip eden senelerde Osmanlı Devleti’ni teşkil eden muhtelif unsurların sebep oldukları belalı ve felaketli hallerin neden ileri geldiği kolaylıkla anlaşılmış oluyor. Diran Kelekyan Efendi gibi Ermeni unsuru içinde en mülayim görüneni Cemiyetten dört beş sene evvel yazılmış olan bir layihasında bütün Osmanlı ırkları için ırki ve içtimai müsavat isterse ve Ahmet Celalettin Paşa’nın kısa aklı ve fazla parasından hasıl olan mevkiinden istifade ederek bu fikrini Terakki ve İttihat Cemiyeti’ne kabul ettirmeğe kalkışırsa, Divan Kelekyan Efendi’den daha çok azılı olan diğer elebaşıları neler istemezlerdi? Burada İslâm olmayan unsurlara ırki ve içtimai müsavat verilmesi ve Türk milletinin hakim millet olmaktan vazgeçmesi muvafık olup olmayacağını tetkik edecek değiliz. Yalnız, Meşrutiyet’ten evvel muhtelif unsurların liderleriyle senelerce temas etmiş olan İttihat ve Terakki erkanının onlardaki bu gibi düşünceleri Meşrutiyet’ten evvel bilmiş olmaları lazım geleceğini ve onun için Meşrutiyet’ten sonra o unsurlar tarafından çıkarılan hadiselerin önüne geçebilecek surette hareket eylemiş olmaları icap edeceğini hatırlatmak isteriz.
Diran Kelekyan Efendi layihasında bu müsavatı talep ettikten sonra diyordu ki:
-Mesele bu noktaya erişince aşağıdaki üç sual fikirleri tırmalıyor: Birincisi, acaba bir taraftan hilafetin mevkii ve menfaatleri ve diğer taraftan Osmanlı Devleti’nin mülki birliği ve istiklal hakları tehlikeye düşürülmeksizin böyle bir ittifaka vücuda getirmek mümkün müdür?
İkincisi, böyle bir ittifak, içeride acaba ne suretle karşılanır? Üçüncüsü, bu program memleketin şimdiki teşkilatına ve kanunlarına kolaylıkla uydurulabilir mi?
Bütün Osmanlı unsurlarını tam bir müsavata kavuşmalarına muhalefet edenler, Osmanlı hanedanının hilafet hakkına da malik olduklarını ileri sürerek hilafet haklarının İslâm olmayan unsurların idare ve mürakebesine tabi tutulamayacağını söylerler. Eğer Osmanlı Devleti dini bir devlet sayılıyorsa, eğer bu devletin politikası hilafet menafiine tabi farzediliyorsa, eğer “İslâm İttihadı” fikri manevi rabıtalar nokta-i nazarından değil, maddi bir kuvvet vücuda getirmek emeliyle takip olunuyorsa o halde yukarıdaki üç itirazın birincisi haklıdır.
Şu kadar ki Osmanlı Devleti şimdi değil, hilafet hakkını yeni kazandığı zamanlarda bile dini bir devlet olmamıştı. Devlet ne hilafet, ne de İslâmiyet namına hiçbir harbe girişmemiştir ve hareket hattını daima mülki hükûmetin – daha doğru bir tabirle cismani hükûmetin – menfaatlerini uydurmuş olduğundan hilafetin saltanata değil, bilakis saltanatın tefevvuku ta ilk zamanlardan beri meydandadır. Bundan sonra hilafet kuvvetinin tefevvuk edebilmesi ihtimal dahilinde değildir. Onun için evvela pek mühim gibi görünen ilk itiraz, işin biraz derinliklerine varılınca ehemmiyetini kaybediyor. Kaldı ki muhtelif Osmanlı unsurlarının mürakabesi hilafet kuvvetini değil, sırf saltanat idaresine şamil olacaktır. Dini işler ve hilafetin manevi nüfuzu yine halife ile Müslümanlara kalacaktır.
Osmanlı memleketlerinde neşredilecek müsavat sırf mülki idare nazırına olacağından bunun münhasıran Osmanlı Padişahı’na taalluku vardır. Halife İslâm alemile manevi münasebetlerinde – dini işlere tecavüz etmemek şartile – daima müstakildir. Eğer Osmanlı İslâmları arasında bundan sonra din namına muharebe ve cihangirlik etmek ümitleri besleyenler varsa, bu tabii onlarca mahzurlu görülür. Öyle olmayıp ta bilakis eğer hilafetin bundan böyle İslâm kavimleri arasında rabıtaların artmasına ve medeniyet eserlerinin teatisine hizmet eden manevi bir kuvvet olmasına muvafakat ediliyorsa, daha doğrusu eğer bundan başka bir şey yapmak zaten mümkün olamayacağı ve Avrupa’nın bundan fazlasını hiçbir zaman bırakmayacağı takdir ediliyorsa o halde böyle bir ittifak her türlü mahzurdan salimdir.
Şimdi İslâm unsurların ırki ve içtimai müsavata nail olmaları guya içerideki itirazlara uğrayacağı iddiasına gelelim: Benim zannıma göre bu iddia Abdülhamid unsurunun taassubkarane tesirlerine mağlup olanlar arasında kök salmış batıl bir zandan ibarettir. Pek çok hakikat taraftarları böyle bir zannın ileri sürülmesini Türk kavminin medeniyetkarane şiarına karşı bir hakaret sayarlar malumdur ki Tanzimat Hatt-ı hümayunu şimdiki zamana nisbetle yüzlerce kat daha fazla taassup hüküm sürdüğü bir zamanda neşredilmişti. Halbuki o Hatt-ı hümayu’nun neşri hiçbir maddi itiraza uğramamıştı. Eğer o zamanın ricali biraz fazla teceddüt ve faaliyet fikrine malik olsa ve Hatt-ı humayunun hükümlerini tamamile yerine getirirse idiler, devletin pek çok felaketlerden pek çok zararlardan kurtarılmış olacağı muhakkaktı.
Bundan otuz sene evvel Kanun-ı Esasi’nin neşri de – hürriyet fikri nokta-i nazarından mühim bir adım olmakla beraber – İslâm ahali tarafından itirazlarla değil, bilakis hasretlerle karşılanmıştı. Türk kavmi her vakit zamanın muktezayitını takdir etmiş ve politikanın icabatını kabul eylemiştir. Devlet ve saltanatın helaktan kurtarılması için elzem olan şeyleri reddetmek için milletin taassubunu siper olarak kullanmak ancak Abdülhamid asrına layık olan teşebbüslerdendir. Çünkü Türk milleti müteassıp değildir.
Üçüncü maddeye cevap vermeden evvel tetkik edilmek lazım gelir ki acaba ırki ve içtimai müsavat demekle ne anlaşılır. İsminden de anlaşılacağı veçhile Kanun-ı Esasi, bir memleketin idari ahvalince ancak mevadd-ı esasiyesi şamil olup mevadd-ı münderricesinden hemen her biri bir ve hatta birçok kanunname ve nizamnamelere esas olmak üzere tanzim edilmiştir. Bizdeki Kanun-ı Esasi de bu suretle yazılmış olup vakıa esasen ırki ve içtimai müsavatı temin edecek ahkamı haiz ise de, bunların daire-i şümul ve ehemmiyeti ancak hürriyet perverane bir surette tatbik edilmek sayesinde gösterilebilir ki zaman buna müsaade edememiştir.
Ezcümle mezkur kanun, vilayetlerin teşsi-i mezuniyetlerine ve medeni memleketlerin ekserisinde görüldüğü gibi, siyasal ve askeri umurdan gayri işlerde, mesela Maarif, Nifia Maliye ve Mülkiye’nin bazı cihetlerinde idari muhtariyeti haiz olmalarına müsait bulundurduğu halde sonradan bazı Türk ahrarı bu hususları inkara kalkışmışlar ve Meşrutiyet usulünün tatbikini – nizam dairesinde akalliyetin ekseriyete tahakkümünü mütezammın olan – şiddetli bir merkeziyete istinat ettirmek istemişlerdir.
Onun için eğer Meşrutiyet usulü Mithad Paşa’nın Kanun-ı Esasisi’nin hürriyetperverane tefsirile telakki edilir ve o zamandan beri cereyan eden ahvalin ve devlet namına vukubulan taahhüdatın icabatı da nazar-ı dikkate alınırsa, memleketin mülki birliğine ve saltanatın istiklaline halel getirmeksizin bütün unsurları hoşnut edebilecek bir program tanzimi kolaylaşmış olur.
Benim yirmi senelik meşhudat ve tetkikatıma göre Osmanlı unsurlarından bazısının dahilde şimdiki hükûmetin ve onun teşvikile ahalinin bir kısmından gördüğü muamele ve hariçte dahi Osmanlılık namına gösterilen taassuplar sebebile nevmit olarak, istedikleri imtiyazların ve ayrılmış temayüllerin önünü almak – velev müşkül bile olsa – henüz imkan haricinde değildir. Bu husus, dahili politikayı büyük bir hürriyetperverliğe ve kat’i bir adalet istinat ettirmekle mümkün olabilir. Eğer öyle yapılırsa, ecnebi intirakalarının bu temayülattan istifade eylemelerinin de önü alınır. Bunu yapmak için tefevvuk ve hakimiyet iddialarından vazgeçerek vatanı müşterek addetmek ve “hakim” yerine “şerik” olmakla iktifa eylemek icap eder. Böyle yapılırsa itilaf mümkündür. Yoksa – Padişah değişse bile – şimdiki ihtilafların ve rekabetlerin devam eyleyeceği ve Şark meselesinin daima mukasemeye doğru yürüneceği kemali teessüfle anlaşılmaktadır.”
Diran Kelekyan Efendi’nin burada hatırına getiremediği veyahut getirmek istemediği bir nokta vardı: İslâm olmayan unsurlara ırki ve içtimai müsavat verilmesi esası kabul olunsa idi, Şark meselesinin mukasemeye doğru yürümesi durdurulacak mı idi, yoksa o yürüyüş daha ziyade süratle mi ilerleyecekti? Türk olmayan unsurların şikayetçi olmaları istibdat idaresinin zulmünden ve hakim millet diye tavsif ettiği Türklerin onlara karşı olan muamelesinden mi ileri geliyordu, yoksa bir asırdan fazla bir zamandan beri Türkiye’yi paylaşmağa kat’i surette karar vermiş olan büyük devletlerin onlar nezdinde yaptıkları tahrikattan mı doğuyordu?
Şurası muhakkaktır ki Avrupa Devletleri’nin bu tahrikatı yok iken ve o tahrikata alet olan elebaşıları henüz meydana çıkmamışken ecnebi unsurları ile hakim millet dedikleri Türk milleti arasında mükemmel bir sulh ve sükunet devam ediyordu. Çünkü hakikatte ortada hakim bir Türk milleti yoktu. Memleketin hayat damarları kendilerini mahkum millet addeden unsurların elinde bulunuyordu. Türk olmayan unsurlar da Osmanlı vatanını benimsediklerine dair bir parça alaka eseri görülmüş olsa idi, Diran Kelekyan Efendi’nin bahsettiği ırki ve içtimai müsavatın kendiliğinden hasıl olacağına şüphe yoktu.
Paris’teki Terakki ve İttihat Cemiyeti azası da böyle düşündükleri için Ahmet Celalettin Paşa’nın Diran Kelekyan Efendi ağzında ortaya attığı bu fikirleri kabul edemeyeceklerini bildirmekten çekinmemişlerdi. Bu suretle vaziyet büsbütün karışmıştı. Şimdi ortadan bir Terakki ve İttihat Cemiyeti vardı, bir de “Jeunne Turquie” diye yeni bir teşekkül doğmuştu, ondan sonra da Ahmet Celalettin Paşa’nın “Cemiyet-i Ahdiyesi Osmaniye”si geliyordu. Bu son cemiyete kısaca Ziya Bey’in Cemiyeti deniliyordu. Çünkü Ahmet Celalettin Paşa “Ziya” nam-ı müstearını kullanıyordu.