Jöntürkler Abdülhamid’in Ölüm Haberini Bekliyorlardı
Jöntürkler Abdülhamid’in Ölüm Haberini Bekliyorlardı
“Geçenlerde bir kahvede oturmakta olan on beş yirmi Bulgar genci Bulgaristan’ın terakkisinden, Türkiye’nin ise geri kalmasından bahsederlerken şu günlerde bir kargaşalık olsa da Türklerin evlerine girsek (Gül Ayşe’m), (Gül Fatma’m) diye o narin Türk hanımlarını aguşu visalimize alsak gibi sözleri yüzümüze karşı söylemekten çekinmemişlerdir. İşte Bulgaristan’da medeniyet denilen şey bu suretle kendisini gösteriyor.”
“Tüccardan Ahmet Hamdi Efendi’nin dükkanına hırsız girerek yüz frank aşırdı. Ahmet Hamdi Efendi istida ile hükûmete müracaat etti. Bunun üzerine kasabamızın muteber esnafından Nalbant Hüseyin Efendi ile Veysioğlu Emin Efendi, hırsız diye paldır küldür hapse atıldılar. Nişin? Çünkü Bulgar Çavuşu, Emin ve Hüseyin Efendileri vaka gecesi saat dört raddelerinde camiişerif civarında görmüş!”
“Sultan Hamid’in ağır hasta olduğunu gazeteler yazıyorlar. Şayet Padişah ölürse, siz bunu Paris’te daha çabuk haber alacağınız için ölüm haberini telgrafla bize bildirmenizi rica ederiz. Telgraf parası şubemiz tarafından ödenecektir.!
Abdühlamid’in hastalığına dair çıkan haberler inşallah sahihdir. Sultanın sol ayağını fena halde şişmiş olduğu haberini, telgraf havadislerine istinaden “Balkan” gazetesi de ilan ediyor. Şu herifin ebedi gaybubeti haberini mutlaka telgrafla bekleriz.”
“Bulgaristan’da bir seneden beri kibrit ve sigara kağıdı inhisar altına alındı. Şimdi Bulgar kolcuları bu inhisarı fırsat edinerek mütemadiyen İslâm evlerini basıyorlar ve kadınlarımızın bile cebren üzerlerine araştırıyorlar. Geçen gün beş kolcu eşraftan Emin Bey’in evine girerek kadınların üzerine hücum ettiler. Emin Bey’in haremi ve gelini korkularından bayılarak birer tarafa serildiler. Fakat kolcular hiç insaf etmediler. Hatta bayılanların imdadına koşanları bile evden içeri bırakmadılar.”
“Bu vahşi millet hiçbir fenalığı üzerine almaz. Her fenalıkta kendilerinin haklı olduklarını iddia ederler. Bulgaristan’da yaşayan muhtelif milletlerin ne canı, ne malı, ne de ırzı emniyet altındadır. Bir gün bir Türklere tecavüz edilecek olursa hangi merhamet kapısını çalacağız? Ana, baba ocağıdır diyerek terkedemediğimiz emlakimizi mahv ve perişan edecekleri gibi en nihayet bir gün bizi de katliam edeceklerine hiç şüphe yoktur. Ey Osmanlılar, günümüzü açalım, zevk-u sefadan başka bir şey düşünmeyin Abdülhamid’in zulüm ve istibdadına bir nihayet verelim. Abdülhamid bir günbaşımıza böyle bir felaket gelmesinden korkmaz. O ne kadar Müslüman kanı akarsa o kadar mütelezziz olur.”
“Bura gazetelerinin yazdığı veçhile şayet Abdülhamid inşallah yakında ne kendi etti rahat, ne aleme verdi huzur; yıkıldı gitti bu alemden, dayansın ehli kubr” diyerek sanduka mekan olursa, bizim burada takip edeceğimizi hatt-ı hareket ne olacak ve ne iş yapılmak lazım gelecek? Bu tebşiratı havi olarak tarafınızdan gelecek telgraf gizli mi tutulacak, yoksa telgrafı alır almaz şubemizce bir şenlik mi tertip edilecek? Abdülhamid geberecek olursa yapılacak işler hakkında birçok şeyler hatıra geldiğinden bu hususta bizi tenvir etmenizi rica ederiz.”
Bulgaristan’dan Paris’e gönderilen mektupların yukarıdaki hülasaları Bulgaristan Türklerinin düşüncelerini ve vaziyetlerini göstermeğe kafidir. Tabii her tarafta olduğu gibi Bulgaristan’da dahi Türkler arasında bir anlaşamamazlık görülüyordu. Fakat bu ihtilaflar bir iki kişiye inhisar ediyordu. Ortalığı karıştırdıkları söylenen bu bir iki kişi Etem Ruhi ve Ali Safi Beylerdi. Etem Ruhi ve Ali Safi Beyler cemiyet teşkili hususunda Bulgaristan’daki Türkleri aldatmış ve yes’e düşürmüş olan kimselerdi. Kazanlık’tan Paris’e yazılan bir mektupta deniliyordu ki:
Rumeli gazetesi baş muhariri Etem Ruhi Bey ziyaret maksadile kasabamıza geldi. Kendisile konuştuğumuz esnada Ruhi Bey, Tuna gazetesile olan münakaşalarından bahsetti. Bir aralık, evvelce teşkil edilmiş olan cemiyetin neden dağılmış olduğunu kendisinden sorduk. Etem Ruhi Bey aslen, yani anası babası Ermeni olan Ahmet Rıza Bey’in bu cemiyetin dağılmasına sebebiyet verdiğini söyledi ve Ahmet Rıza Bey aleyhinde bir takım galiz kelimeler kullandı. Ahmet Rıza Bey firari değildir, Paris’te tavuttun etmek üzere İstanbul’dan kaçmıştır, dedi. Bir de Ahmet Rıza Bey’in “Meşveret” gazetesini bir ecnebiye terkettiğini, çünkü kendisinin Fransızca gazete çıkaracak kadar Fransızca’ya vakıf olmadığını anlattı.
Biz evvelce de size yazmış ve işin içinde böyle insanların bulunmamasını rica etmiştik. Hakikaten biz Ahmet Rıza Bey’in layihalarını okuduğumuz zaman kendisinin Bursa Maarif Müdürlüğü’nden firar ettiğini öğrenmiştik. Onun nasıl bir İslâm olduğunu bildiğimiz ve kendisine pek ziyade hürmet ve riayet ettiğimiz için Cemiyete girmiştik. Bir de Ermeni komitelerile hiç münasebetiniz olmadığına dair verdiğiniz kavi teminata kapılmıştık. Eğer hakikat Etem Ruhi Bey’in dediği gibi ise, Allah ve Resulullah aşkına işin doğrusunu bildiriniz de biz de böyle bir cemiyetten vazgeçelim. Zira ortada bir çok kiylükaller dönüyor. Cemiyetten şimdilik aza haricinde kimse haberdar değildir. Böyle iken bu işten sarf-ınazar etmek hayırlıdır. Sonra istibdada galebe çalındığı bir zamanda “haydi şuradan, siz Ermeni komitelerine yardım ettiniz!” gibi bir takım ciğeri haşlayacak sözler işitmektense şimdiden vazgeçmek daha hayırlıdır.
Bir Ahmet Rıza Bey’in Ermeni evladı olduğunu hiç zannetmiyoruz. Daha geçenlerde Meşveret gazetesinde Kuran-ı kerimin faziletlerini takdir ederek Avrupalılara karşı fedakarane mukabeleler yapan Ahmet Rıza Bey gibi bir hamiyet sahibi nasıl bir Hristiyan evladı olabilir? Etem Ruhi Bey’in sözlerine Allah bilir o kadar canımız sıkıldı ki muarrızlarımıza karşı sükut etmekten başka bir şey yapamadık, ağlamak derecelerine geldik.
Herhalde Şûra-yi Ümmet gazetesinde ya Sezai Bey’in kalemile veyahut ne suretle olursa olsun bu işin hakikati ortaya konulmalıdır ki biz de burada müsterihane işimize bakalım. Zira bir cemiyet meftunuyuz. Şûra-yi Ümmet’e yazılacak olan makalede Ahmet Rıza Bey’in hangi Ermeni’nin oğlu olduğu Etem Ruhi Bey’den sorulmalıdır. Çünkü onun söylediği sözler bizi pek meyus etmiştir.”