M. Şener’i ulu önderimizin buyruğu ile oybirliği ile ölüm cezasına çaptırıyoruz
M. Selim Çürükkaya: “M. Şener’i ulu önderimizin buyruğu ile oybirliği ile ölüm cezasına çaptırıyoruz”
PKK’nın önemli isimlerinden, 11 yıl cezaevinde yatan 1991’de tahliye olduktan sonra soluğu Lübnan’daki örgüt kampında Öcalan’ın yanında alan daha sonra Öcalan’ın vermiş olduğu talimatları uygulamayarak Öcalan’a karşı gelen bu yüzden gözaltına alınan buradan da bir yolunu bularak örgütün infazından kurtulan Selim Çürükkaya PKK’yı ve Öcalan’ı anlattığı “Apo’nun Ayetleri” adlı kitabında Mehmet Şener olayını şöyle anlatıyor:
Yurt dışına çıkmadan önce Diyarbakır’da önderimizle bir telefon konuşması yaptım. Bana M. Şener’in ajan olduğunu, partiye karşı faaliyet yürüttüğünü söyledi. İstanbul’a gittiğimde olayın politikacı ve gazetece Doğu Perinçek’ten öğrendim.
M. Şener’i çok yakından tanıyordum. Diyarbakır cezaevinde sekiz yıl beraber yatmıştık. Her konuda anlaştığım birisi değildi. Bir çok konuda zıt anlayışlarımız vardı. 1984 yılında cezaevindeki büyük barikat direnişinin ortasında işkenceye dayanamayarak bize elbise giydirtmesinde rolü olmuştu. Bu yüzden içeride ki örgüt kararıyla ilişkileri bir müddet askıya alınmıştı. Hoşuma gitmeyen bazı özellikleri vardı.
Önderimize güvenim tam olduğundan Şener hakkında söyledikleri kafamı kurcaladı.
Uzun süre kaldığım cezaevlerinde, Türk devletini çok yakından tanımış, deney ve tecrübe sahibi olmuştum. İçeride okuma fırsatı bulabildiğimden; tarih, edebiyat, felsefe, psikoloji, sosyoloji konularını detaylıca incelemiş, ufkum genişlemişti. Mücadeleye önemli katkılar yapacağıma inanıyorum. Önderimize de güveniyorum. Ona muhalefet etmek aklımın kenarından bile geçmiyordu. Kendisini zaten bir önder olarak kabul etmiştim. Ama “Ulu” kelimesi ona yakışmıyordu. Yurt dışına çıkarken Şener’in 12 Eylül’den önce ajan olduğuna inanmıyordum, iyi olmayan bazı özelliklerinin olduğunu biliyor, cezaevinden tahliye olduktan sonra devletle ilişkiye geçmesinden korkuyordum.
* Ulu önderimiz bu görüşmemizde, M. Şener olayı ile ilgili kısa bir bilgi verdikten sonra “Akademide hazırlanmış bir broşür var çok önemlidir gittiğinde okursun dedi. “Gittiğimde okurum, içerdeki hatalarını burada da sürdürmüş” dediğimde ters ters bana baktı ama bir şey demedi.
M. Şener’le ilgili broşürü istiyorum. Veriyorlar. Hazırlayanların isimlerine göz atıyorum. Herkes kod ismini değil, asil ismini kullanmış. Ulu önderimizi öven, başkalarını ajan olarak damgalayan yazılar dışında kimsenin kendi ismiyle yazı yazamayacağını sonradan öğreniyordum. Büro şiire imza atanların çoğunluğunu tanıyorum, on üç isim sayıyorum. Bunların dördü dışında cezaevinde kimi itirafçılık yapmış, kimi gönüllü polise teslim olmuş, kimi hiçbir direnişe katılmamış, partiye sahip çıkmamış kişilerdi. Broşürün bari paragraflarını okuyarak ana mantığını kavramaya çalışıyorum.
M. Şener’in sülalece ajan olduğunu, başta annesi Salihe, abisi, kız kardeşleri, kardeşi daha 12 Eylül 1980 öncesi Batman’da Temel Cingöz adlı bir subay tarafından ajanlaştırılıp partiye sokulmuşlar diye yazıyordu. Okuyorum ve düşünüyorum; M. Şener 1978’de Lice’nin Fis köyünde yapılan PKK’nın birinci kuruluş kongresine delege olarak katılıyor. Daha sonra MK üyeliğine seçiliyor. 1980’ne kadar Kürdistan’ın çeşitli bölgelerinde faaliyet yürütüyor, 1980’de gözaltına alınıyor. Bir aylık gözaltı süresinde, bütün işkencelere rağmen tek bir kişiyi ele vermiyor. Cezaevinde üst düzeyde sorumluluk alarak örgütsel faaliyetini sürdürüyor. 1981 ölüm orucunda tam 44 gün yemek yemiyor, 5 günde su içmiyor komaya giriyor. Kemal Pir veya M. Hayri Durmuş “Ölelim” dese ölecek ve bu kişiye “Ajandır” deniliyor. 1980’de silahıyla gidip polise teslim olan Mecit GÜMÜŞ, Viranşehir PKK grubunda itiraf yapan Faysal DUNLAYICI diğer adıyla Kani YILMAZ (içerde yılanlar, dışarıda Yılmaz oldular) ise devrimcidir! Ve M. Şener hakkında” Ajandır “diye broşür hazırlıyorlar.
Broşürün bir yerinde, Şener’in güya söylediği bir söz alıntı olarak alınmıştı; Hayri Diyarbakır cezaevinde ölüm orucunda ölmeden bir kaç gün evvel “Şener, –artık cezaevi temsilcimiz sensin” diye yazılmıştı. Buraya itiraz ettim. Hayri böyle bir söz söylememiş dedim. “Kendisi bunu önderliğe söylemiş” dediler. O zaman yanıltmak için söylemiş deyince hep bir ağızdan “Demek ki sen önderliğin yanılacağını da düşünüyorsun ha!” dediler. Dayanamadım “Vallahi ben yalnızca Allah’ın yanılmayacağını biliyordum da” dedim alaylı bir edayla. Suratlar taş kesildi! Tek bir kelime daha konuşsam kavga çıkar gerekçesiyle sustum. Bir bayan sessizliği bozdu: “Selim arkadaş, bu broşürü önderlik onaylamış, sense broşürü eleştiriyorsun, bu doğru bir tutum değildir” dedi. Anlamıyorum ki önderliğin onayladığı broşür eleştirilmezmiş! Broşürün mantığı ile imzacıların konumunu yan yana getiriyorum gülmem geliyor, gülemiyorum.
M. Şener 1984’te cezaevinde elbise giydirmede rolü oldu, tahliye olduktan sonrada şu şu kanıtlarla ajandır denilse inanacağım. Ama yalanlardan başka ortada bir kanıt yoktu.10
Takımına gidince, arkadaşlarla tanıştıktan sonra broşürün tümünü okuyorum; yüzde sekseni yalan diyorum kendi kendime. Yazılanlara inanmıyorum. Çünkü cezaevini en iyi ben biliyorum, broşürü yazanlar değil. M. Şener direnirken bu broşürü yazanların çoğu, canını kurtarmak için işkencecilere yalvarıyordu. Önceden ajan olan birine, üç yıl Diyarbakır sopaları, zincirleri, kalasları, copları atılamaz. Önceden ajan olan biri 44 gün ölüm orucuna dayanamaz, diyorum. Çarpıtılmak istenen bin tarih vardır. Tarihi yapanlar, tarihin ırzına geçenler tarafından yargılanıyorlardı. Benim yaşadığım gerçekler, gerçek değildi burada.11
Ulu önderimizin ilk dersini dağdan, cezaevlerinden, kasabalardan, Avrupa’dan gelen yaklaşık 400 kişi ile birlikte dinliyorum:
“Düşman sizinle oynamış, sizi çocuklaştırmış, siz politikadan ne anlarsınız? Şener sizin adamınızdı. Düşman ajanını sizin başınıza geçirmiş, haberiniz bile yoktu ‘Direndik kazandık’ diyorsunuz. Ne kazandınız? Ben olmasaydım, hiçbiriniz yaşayamazdınız. Siz direnmediniz, ben sizi kurtardım. Bize bağlı olanlar, son sözlerine bana bağlılıklarını bildirenler, çaresiz intihar ettiler. Silahsız direnme mi olur? Çocuklaşmayın! Siz sıradan askerdiniz, orada direnen bendim! Bunu öğreneceksiniz! Ben nasıl yaptım? Dağ gibi olanakları burada nasıl yarattım? Bunu bileceksiniz. Siz düşürülmüşsünüz, ölmüşsünüz ama haberiniz yok. Bu halinizle mi düşmanla savaşacaksınız? Korkmayın sizi hemen savaşa göndermem. Ben gece gündüz savaşıyorum, siz ise savaştan kaçıyorsunuz. Ben zorlukları aşıyorum, siz kolaya alışmışsınız…” diyor.
Şam’da oturan Oydu, savaştan gelen bizdik, zorlukların girdabını biz yarmıştık, karlı dağları biz aşmıştık, soğuk kış gecelerinde, inançlarımızla biz düşmana karşı savaşmıştık. Kuş tüğü yataklarda yatan Oydu, biz davamız uğruna ölenlerin koynuna yatmıştık, biz aç kalmıştık, havyarla beslenen Oydu! M. Şener’i Türk ajanlığıyla suçlarken Şam’ın ajanı Oydu!12
Konferans çalışmalarımız henüz sona ermeden M. Şener’in kamuoyuna ilettiği bazı bildiri ve yazılar elimize geçti. Daha doğrusu bu yazıları ulu önderimiz bize verdi. Şu anda yazıların içeriğini hatırlamıyorum. Sadece hiç unutamadığın üç önemli nokta hatırımdadır. İkisi çok önemlidir. Ulu önderimizi uzaktan değil, çok yakından tanıyan ve onun egemen olduğu ortama giren herkes tarafından kısa zaman içinde görülür. M. Şener’in birinci belirlemesi “Apo Astiyages’tir” idi. İkinci belirlemesi, yazdığı yazıların altında kullandığı “PKK–Vejin” (PKK–Diriliş) imzasıydı. Onlarca sayfalık yazı içinde dikkatimi çeken bu dört kelime idi. Bu dört kelime bana 1982’den beri yaşanan her şeyi anlatıyordu. Büyük bir kitap bile, bu dört kelimenin anlattığını anlatamazdı bana. Bu dört kelimenin içindeki gizi, ulu önderimizi tanıdıkça çözmeye başladım, sonunda Şener’in dört kelime ile gerçeğin üzerinde ki giz perdesini kaldırdığını çok sonradan anladım. Konferansa katılanların büyük çoğunluğu, Astiyages’in kim olduğunu ve ulu önderimizin neden Astiyages’e benzetildiğini bilmiyordu. Ulu önderimizde bu benzetmeden bir şey anlamamıştı. Ben ve Mustafa Gezgör tarihle ilgilendiğimiz için ulu önderimizin neden Astyages’e benzetildiğini çok iyi biliyorduk. Yazıyı okuyup çadırdan dışarı çıktığımızda yanıma gelen Gezgör’e: “Astyages konusunda ne diyorsun Gezgör?” dediğimde. Başını gökyüzüne doğru kaldırdı dua yapıyormuş gibi kollarını açarak “Allah bilir” dedi gülümseyerek.
Konferansın sonuç bölümüne dönüyorum. M. Şener’i ulu önderimizin buyruğu ile oybirliği ile ölüm cezasına çaptırıyoruz. Ulu önderimiz ululuyor, kulluğumuzu kabul ediyoruz.14
Konferans çalışmalarını sürdürüyorken; M. Şener, Halep, Kamışlı, Haseki gibi şehirlerde faaliyet sürdürüyordu. Ayrıca Amerika, Irak savaşı döneminde ulu önderimiz ile Irak’ın ulu önderi. Saddam arasındaki yakınlaşmayı yayınladığı bildirilerde izah etmiş, “Apo Saddam’la gizli anlaşma yapmış” demişti. Suriye muhaberatı da bu bilgilere dayanarak ulu önderimizi sıkıştırıyordu. Akademinin kapanması an meselesiydi. Ulu önderimiz çok zor bir duruma düşmüştü. Bu açıdan konferans kararlarımız ve bireysel özeleştirilerimiz onun için çok önemliydi.
Nitekim Şam’da ulu önderimizin evinde kalan cezaevi arkadaşım Tekin Kızılay’ın anlatımına göre, cezaevi konferansının bütün belgeleri ve bireysel özeleştirilerimiz muhaberata veriliyor, muhaberat bu belgeleri okuyunca bizim yalanlarımıza inanarak, M. Şener’in Türk ajanı olduğuna inanıyor ve aradan henüz bir hafta geçmeden M. Şener Kamışlıda bir evde öldürülüyordu.
Akşam karanlığı basmıştı. Ortalık sessizdi. Ne araba gürültüsü, ne sivrisinek vızıltısı vardı. Rüzgar esmesini durdurmuş, taşlar her zamanki gibi sessiz, ağaçlar ıslık çalmıyor, kuru otların hışırtısı durmuştu. Sanki biraz sonra büyük bir kıyamet kopacakmış gibi bütün canlılar seslerini kesmişti. Bende Konferansın yapıldığı çadırda sessizce volta atıp düşünüyordum.
Birden silahlar patladı. Ama ard arda patladı silahlar. Giderek çoğalıyordu sesler, silah sesleri, silah seslerine katılıyordu. Yüzlerce otomatik silah uluyordu sanki. Çadırdan çıktığımda, tepelerde nöbet tutanlarda silahlarının sesleri ile bu silahlar korosuna katılmışlardı.
Yönetim binasına doğru hızlı adımlarla koştum. Kendi kendime; ya Kenan Evren yada Bölge valisi Hayri Kozakçıoğlu öldürüldü, onun için silahlarla bu sevinç gösterisi yapılıyor diye düşünüyor ve seviniyordum. İçtima alanına vardığımda eli silahlı yüzlerce kişi hem havaya silah sıkıyor, hem halay çekiyor, hem de “Bıji Serok Apo!” diye bağırıyorlardı. Müthiş bir sevinç gösterisine tanık oluyorum. İlk rastladıklarıma “Ne oldu?” diye soruyorum. “M. Şener alçağı öldürüldü!” diyorlar. Kürdün birbirlerini öldürme ilkelliğini; bunların halayında, sevincinde, silah seslerinde görüyorum. Bunları Zulu kabilesinin üyelerine benzetiyorum, dansları havaya silah sıkmaları Zuluların gösterisini andırıyordu! Midem bulanıyor ama açığa vuramıyorum. Bazılarının beni izlediklerinin farkına vardığımda yanlarına yaklaşıyorum: “Keşke bu işi daha önce yapsalardı, bizde kurtulurduk” dediğimde sevinçle gülüyorlar.
O gece orada yamyamlığın dansı oynandı. Yamyam, bir çocuğunu daha yemişti. Dalkavuklarda bunu kutlamak için silah sıkıp dans yapıyorlardı.
M. Şener’in asıl katili bizdik. Çünkü onun ölüm kararını biz vermiştik. Korktuğumuz, gerçekleri söylemekten çekindiğimiz için resmi ideoloji ve resmi görüşü onaylamıştık. Benim korkum ölüm korkusu değildi, öldürüldükten sonra bana yapıştırılacak ajan damgasındandı korkum.