Ombudsman Baba
OMBUDSMAN BABA
“Alevi araştırmacı Reha Çamuroğlu ile CNN TÜRK’te yaptığım programdan sonra Demirel telefonla aradı:
–Programını fevkalade beğendim. Reha Çamuroğlu çok iyi bir kafa. Kim bu Çamuroğlu?
Çamuroğlu’nun bugün Alevi İslâm inancının ve kültürünün en iyi araştırmacılarından ve düşünürlerinden biri olduğunu söyledim, kitaplarından bahsettim. Ve önceki gün Ankara’da ziyaretine gittiğimizde Demirel, Çamuroğlu’na iltifat edip sorular sordu, mesala “İmam Cafer Buyruğu” hakkında bilgi istedi. İnançların “hür ve serbestçe” ifade edilmesi gerektiğini belirten Demirel, “öfke ve önyargı yerine, hoşgörü ve bilgi”nin önemini vurgulayarak şunları söyledi:
–Said Paşa (Abdülhamid zamanında) 9 defa sadrazam olmuş. Vefat ettiğinde tarihçi Abdurrahman Şeref diyor ki: “Bu beyni nasıl toprağa vereceksiniz.”
*
**
Türkiye’nin neredeyse yarım asrında söz sahibi olan, pasifize edildiği zaman dilimlerinde bile potansiyelindeki aktiviteyle dost, hasım herkesin dikkatlerini üzerine çeken bir ismin öyle kolay kolay kabına çekilip etliye sütlüye karışmadan ahir ömrünü sıradan bir pir–i fani gibi geçirmesi beklenemezdi. Çünkü, o cins bir kafa, büyük bir beyindi. Nitekim Baba, zaten böyle bir çerçeveye kendini yerleştirmediğini, çiçek–böcek işleriyle uğraşmayacağı mesajını açık şekilde vererek bildirmişti. Şimdi de fırsatını buldukça benzer mesajları vermeye devam ediyordu. Öyle ya Demirel gibi bir beyni toprağa vermek de zordu. Said Paşa’nın gidip gelmelerine çok yaklaşan biriydi. Öte yandan o, emekli olmak ve kalan ömrünü sessiz sakin, siyasi çekişmelerden uzak geçirmek niyetinde olsa bile, ona bu fırsatı vermek istemeyip kraldan daha da kralcı olanlar da haddinden fazlaydı.
Köşk’ten inen Demirel’in duyguları, gelecek hesapları nasıldı? Elbette bunu kendisinden başka hiç kimse bilemezdi. Ancak, her insanın içinde tüm bastırmalara rağmen kesinlikle yok edemeyeceği iki kaynak vardır: nefsi ve vicdanı. Biri kötülüğü emreder, diğeri iyiliği hatırlatır. Biri, hiç ölmeyecekmiş gibi hırslarıın peşinde dur durak bilmeden koşmayı haykırır; diğeri de, yarın ölecekmiş gibi tüm tutkulara boş vermek gerektiğini fısıldar. Kuşkusuz, makam ve mevki adına bir faninin çıkabileceği en üst mertebeyi dahi tüketen bir insanın, gece ışıklarını söndürüp, yatağında gözlerini yumduğu sırada aklına gelen düşüncelerin yalnızca “hırs” eksenli olacağını düşünmek, bir bakıma o insana—bu insan Demirel bile olsa—insafsızlık olacaktır. Girişilen iç muhasebelerde, vicdandan gelen en cılız seslerin benlikler üzerindeki etkisi şimşek çakması kadar da güçlüdür. Ne var ki, bu gücün kaybolma hızı, sözkonusu olumsuz karakterin baskın oluşu yüzünden, şimşek çakması kadar süratlidir. Demirel’in de “Artık yeter! Yıllardır, insanlarla uğraşıyorum, mücadele ediyorum, şan–şöhret, makam–mevki, para–pul, mal–mülk, herşeye sahip oldum, insanların sevgisini de nefretini de kazandım, ikbal seyahatinde en uçlara yolum uğradı, zindana da girdim, Başbakan, Cumhurbaşkanı da oldum. Artık yeter!” deme ihtimali kuvvetlidir. Ne var ki, tutkunun mizaç hâlini alması ve bunu yılların perçinlemesi, vicdanın sesinin nefs türküleriyle bastırılmasına engel olamayacaktır. Kaldı ki, bu türküye koro halinde eşlik eden o kadar çok unsur vardır ki, yılların dışlanmasına, horlanmasına ve bakımsızlığına maruz kalan vicdanın karşısındaki besili, azman güçlere direnmesi söz konusu olamaz.
16 Mayıs 2000 tarihinde Köşk’ten inen Baba ne yapacaktı, ne yapabilirdi? Şimdi herkes harıl harıl bu soruya cevap arıyordu. Demirel, şu ya da bu misyonla, sürekli gündemde kalabileceği, etkili olabileceği bir meşrû konuma getirilmeliydi. Ama nasıl? Cevap bulmakta güçlük çekilmediği gibi gecikme de olmadı. Baba Haber Ajansı vazifesini hakkıyla ifa ettiğini bir kez daha gösteren Yavuz Donat, Baba’ya uygun görevi manşetten duyuruvermişti. Baba, baş denetçi(ombudsman) olacaktı. Sabah Gazetesi 29 Ağustos 2000 tarihli sayısında, “halkla devlet arasında iletişimi sağlayacak, güvenilir, aracı kişiler”in resmen görevlendirileceğine dair haberler vermişti. Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk tarafından hazırlanan tasarı tamamen Süleyman Demirel’e yontulacak tarzda yorumlanıyordu. Gerçi Hikmet Sami Türk’ün tasarısı meclise gelecek, yasalaşacak, ombudsmanlar seçilecek, bunlar arasından bir de “baş denetçi” çıkacaktı. Dolayısıyla, bu aşamada Demirel’in baş denetçiliğinin garanti sayılmasını gerektirecek herhangi bir dayanak yoktu. Ama olsun, Sabah böyle istiyordu.
İsteğin gücüne bakın ki, Sabah’çılar gidip bir de Demirel’e soruyorlar, o da hâliyle, “sade” bir “9. Cumhurbaşkanı” sıfatıyla TRT protokolü mücadeleleri yapmaktansa, yeniden prestijli, yüksek bir resmî göreve gelmesini sağlayacak “öneri”ye “yeşil ışık” yakıyordu! Sabah, sanki bir gün önce bu haberin nasıl çıkarıldığı bilinmiyormuş gibi, her türlü tedbiri elden bırakarak, kafadan, “Adalet Bakanı Türk’ün, ombudsman Demirel olsun önerisi”nden bahsediyordu!
Köşesinde sıradan bir Baba olmayı kabul etmeyeceğini gösteren Demirel’e gerekli destekler de geliyordu. Ya da Baba, köşesine çekilip öylece durmasını istemeyenlerin çıkışlarına karşı duramıyordu.
Sabah’ın ardından “Demirel baş hakem olsun” kampanyasına yeni katılımlar peşpeşe gelmeye başladı. 30 Ağustos’ta, Milliyet de dolaylı olarak Sabah’ın kamuoyu oluşturma faaliyetine katıldı. “Baba’nın zor tercihi” başlıklı haberinde, Milliyet, Süleyman Demirel’in, ombudsmanlığı kabul ederse siyaset yapamayacağını, tarafsız olacağına dair yemin edeceğini duyurdu. Milliyet’e göre “Baba”, Sabah’ın onu yerleştirdiğinden farklı bir konumda; henüz sadece, “baş hakemlik için adı geçen” konumunda gösteriyordu. Sabah’a göreyse, Adalet Bakanı neredeyse bütün ombudsman mevzuunu sırf Demirel bu makama gelsin diye icat etmişti.
Ombudsmanlık… Babalık gibi bir şey. Şekli olarak Demirel’e uydurmada yapmacık kaçmayan ve hiçbir zorlamaya ihtiyaç duyulmadan onunla özdeşleşecek bir sıfat.
“Babalarına bir mevki, makam ve rütbe bulmak için çırpınanlar tarafından tartışmalar hemen başlatıldı. Bu işi, Demirel’den daha iyi kim kıvırabilirdi! Ombudsmanlık “racon kesmek” gibi bir şeydi.139 Bu işi de en güzel Babalar yapardı. Baba, daha yeni Maliye Bakanı Sümer Oral ile Enerji Bakanı Cumhur Ersümer’in arasındaki anlaşmazlığı çözüvermemiş miydi!
Ombudsmanlık tartışılıp konuşulsundu. Öyle ki, “Ombudsman Baba” zihinlere kazınsındı.
Nedir Ombudsmanlık, bize yabancı bir kavram mıdır, nereden gelmiştir?
Öyle bakılmasın “ombudsman” denilmesine, alafranga bir mefhum olmasına. Kökeni Osmanlıya kadar uzanıyordu. “Kazasker sistemini örnek alan İsveçliler bunu kendilerine uyarlarlar. Osmanlı’daki Kazasker sistemi örnek alınarak ilk defa İsveç’te uygulandı. Monarşinin bir organı olarak çalışmaya başlayan ombudsman kurumu bugün 100 civarında ülkede faal olarak bulunuyor. Kurumun Türk kökenli olduğu iddiası şöyle: “İsveç Kralı 12. Charles, Osmanlı topraklarında beş yıla yakın bir zaman kalır. O süre içerisinde Osmanlı’da uygulanmakta olan kazasker kurumundan esinlenerek, ülkesinde idarenin ve adliyenin çalışmalarını kendi adına denetlemek üzere güvendiği bazı insanları görevlendirir.”140
İdarenin yargı dışı denetimini amaçlayan ombudsman kurumunun “kamu denetçisi” adıyla Türkiye’de kurulması, Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda öngörülmüş, 55. hükümet döneminde insan haklarından sorumlu Devlet Bakanı Hikmet Sami Türk de bu konuda bir kanun tasarısı hazırlayarak kurumun çerçevesini belirlemişti.
Hikmet Sami Türk tarafından hazırlanan ve kendisinin meclisten geçmeçse istifa edeceği tehdidiyle arkasında durduğu kanun tasarısına göre, ombudsman, yargı denetimiyle tam olarak sağlanamayan idarenin düzgün işlemesini sağlayacak ve vatandaşla idare arasında doğabilecek uyuşmazlıkları çözme bakımından önemli bir görev üstlenecekti. Ayrıca kurum, insan hakları bakımından da kendisine iletilen şikayetlerin değerlendirilmesinde ve bu çerçevede idarenin denetlenmesinde rol oynayacaktı. Görevini TBMM adına yapacak olan omsudsman kurumunun başındaki kişi ise TBMM tarafından seçilecekti.
Vatandaşlar, “kamu denetçisi” veya ‘kamu hakemi’ adıyla da anılan omsudsmana sorunlarıyla ilgili olarak doğrudan başvurabilecekler; ombudsman ise, idarenin bir işleminden şikayetçi olan, bir haksızlığa uğradığını düşünen veya kendisine yapılan işlemin doğru olmadığını iddia eden kişinin yapacağı başvuru üzerine soruna bir çözüm bulmaya çalışacaktı. Ombudsmanın yapacağı inceleme çerçevesinde varacağı sonuç, yargı kararı niteliğinde olmayıp genellikle başvuru sahibinin hak ve menfaatlerinin korunması için idare ile yapacağı temaslar sonucunda idareye çözüm önerisi mahiyetinde olacaktı.
Kararları tavsiye niteliğinde olan ve bağlayıcı olmayan ombudsmanın elindeki en önemli yaptırım ise, tavsiyelere uyulmaması durumunda bunun kamuoyuna açıklanması olacaktı. TBMM adına görev yapacak bu kurum aynı zamanda, çalışmalarının sonuçlarını yıllık raporlarla, gerekli gördüğü zaman da ara raporlarla meclise sunacak ve kamuoyuna deşifre edecekti.
Baba’nın ombudsmanlığına siyasîlerden de destek gelmekte gecikmedi. Sahaya rakip olarak inmesi kabusunu böyle bir formülün bertaraf edeceği inancıyla tam destek DYP lideri Tansu Çiller’den geldi. Çiller, Demirel’in ombudsman olmasına “En ufak bir duraksamamız bile olmaz. ” diyerek destek verdi. FP Genel Başkanı Recai Kutan ise, ombudsmanlık için 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in tek alternatif olmadığını belirterek, “Erbakan da alternatiflerden biridir. Onun olmaması için bir sebep yok”141 dedi. Öyle ya Erbakan Hoca’nın Demirel’den ne eksiği vardı ki! Tecrübeyse tecrübe, yaşsa yaş… Cumhurbaşkanı olamamışsa da Başbakanlık yapmıştı!
*
**
Ombudsman: Halk ile devlet arasında hakem yani kamu hakemi. Başba bir deyişle, “aracı”. Halka karşı devletin, devlete karşı da halkın menfaatini koruyacak kişi. Türkiye’de devleti halka karşı korumayı gerektirecek bir durum olmadığını gözönüne aldığımızda asıl korunması gerekenin devlete karşı halk olduğu ortaya çıkar. Ombudsman, halktan yana olmalıdır, halkın menfaatini kollamalıdır, halkın üzerine yürüyen güçlere karşı durmalıdır. Çocukluk yıllarından itibaren yaşadığı onur kırıcı durumlara, insanın kişiliğine saldırı niteliğindeki “aşağılamalara” sessiz kalan, ruhunda en ufak bir isyan kıpırtısı olmayan, baş eğip susan, çıkarına zarar getirecek çıkışlardan hayatı boyunca uzak duran142, “Verdimse ben verdim, ne olmuş yani…”, “Evet, 28 Şubat sürecini ben başlattım…”, “İşte çağdaş Türkiye tablosu bu… ” (Beethoven’in 9. Senfonisi’ni ilk kez uyuklamadan sonuna kadar dinleme başarısını gösterdiği gün), “Bana inanan insanların yüzünü yere baktırmadım” diyen bir insan, halkla devlet arasında hakem olacaktı!
Devletle vatandaş arasındaki uzlaşmazlıklarda, tavrını sürekli “devlet”ten yana koymuş, uysal, müeddep, otoriteye bağımlı, yeri geldiğinde “şapkasını alıp gitmesini bilmiş” biri, şimdi ne olduysa olmuş halkın çıkarlarının koruyuculuğuna soyunuyordu!
Her davranışıyla “itaat” ve “teslimiyet” telkin eden, halkı hiçbir zaman “maceraya”, “huzursuzluğa”, üzerinde yüzyılların biriktirdiği ölü toprağını silkmeye çağırmayan, kendisine inananları kahverengi–sepya baskı fotoğrafilerin dünyasına, o her türlü hak talebinin devlet ruhsatına tabi olduğu 70’lerin ağır, hantal, yoksul, arkaik Türkiye’sine mahkum eden Demirel, nasıl olacaksa, halkın çıkarlarını koruyup gözetecekti!
Hulâsa, “halkın babası” olmayı başaramayan Demirel, pekâla devletin “ombudsman Baba”sı olabilir, devletle vatandaş arasındaki olası ihtilaflarda, ağırlığını, her zaman olduğu gibi, güç merkezlerinden yana kullanabilirdi…143
Peki Demirel, ombudsmanlık” teklifini nasıl karşılıyordu? Demirel, bu konuya iki yıl öncesinden hazırlanmıştı. 1998 yılında “Parlemento ve Devlet Başkanlığı Adına Yapılan Denetim Sistemleri ve Türkiye’deki Uygulaması” adı altında Devlet Denetleme Kurulu’na 119 sayfalık bir rapor hazırlatmış, gerekli hazırlıkları yapmıştı. Fakat kamuoyunun karşısına her zaman olduğu gibi “kendim için istiyorsam!” yaklaşımıyla çıkmalıydı ve çıktı da.
Gazeteciler, “Ombudsmanlık teklifini nasıl değerlendiriyorsunuz?” şeklinde bir soru sordu. Baba, o engin makyavelist yaklaşımıyla ayet hükmünde bir cevap verdi:
“Ne demişler? İnsanlar arasında adaletle hükmediniz, emaneti ehline tevdi ediniz…”
Adaletle hükmetmek, emaneti ehline tevdi etmek… Uygulandığında, uygulayanı gerçek devlet adamı yapacak, üzerinde uygulanan geniş kitleleri de rahata ve refaha kavuşturacak ilahi düsturlardı. Ne var ki, 40 yıl bu söylemi tekrarlayıp, içeriğine bir türlü nüfuz edemeyen Makyavel Baba, ombudsman oldu diye nasıl olacak da adeletle hükmedebilecekti!
Örneğin, gündemde olan bir hortum olayı vardı. Olayın baş aktörü de Murat Demirel’di. Milletin her ay düzenli olarak ödediği vergiler, yeğen Demirel’in içini boşalttığı Egebank’ı kurtarmak için sarfediliyordu. Demirel, ombudsman olarak, devletle vatandaş arasında “ihtilafa” neden olan işbu “irtikap davası”nı nasıl çözmeyi düşünüyordu? Murat Demirel’in tecziyesini isteyebilecek miydi? Bunu gerçekten yapabilecek miydi?
Demirel’in, “adeletle hükmet” gibi bir ölçütü gerçekten olsaydı, o meşhur gidip–gelmeleri yaşamasına gerek kalmazdı zaten. Haksızlığı sindirememek gibi bir erdeme sahip olanların yaptığını yapar, giderdi. Veya Türkiye ombudsmanlık sisteminin hakkıyla uygulanabileceği bir ülke olsaydı, Demirel tipi politikacılar ülkenin vazgeçilmezleri olamazlardı. Bu tip politikacılar kalmakta ısrar etse bile, sistem onları çoktan hak ettikleri yere gönderirdi. Tıpkı şu misallerde olduğu gibi:
“Yer Washington, yıl 1982.
Başkan Reagan’ın Milli Güvenlik Danışmanı, yani Amerikan yönetiminin en güçlü üç dört adamından biri istifa etmek zorunda kalıyor.
Niye?
Japonlar’dan hediye saat kabul ettiği için…
Yer Washington, yıl 1991.
Başkan Bush’dan sonra Beyaz Saray’ın iki numarası istifa etmek zorunda kalıyor.
Niye mi?
Eşini dostunu birkaç kez devletin resmi uçaklarından yararlandırdığı için…
Yer Washington, yıl 1993.
Başkan Clinton, Adalet Bakanlığı’na bir aday gösteriyor. Amerikan tarihinde ilk kadın aday bu. Ama bir süre sonra adayını geri çekiyor.
Neden mi?
Peru’lu bir çifti kaçak olarak evinde çalıştırdığı ve daha sonra da sigortasını gecikmeli ödediği için…
Yer Bonn, yıl 1994.
Başbakan Kohl’un Ekonomi Bakanı istifa etmek zorunda kalıyor.
Niye mi?
Ekonomi Bakanı özel bir şirkete özel bir mektup yazıyor. Ama özel mektubunu ‘Ekonomi Bakanlığı’ antentli kağıda yazıyor. Bir akrabasının sahip olduğu fabrikada imalatın kaliteli olduğunu, satın alabileceğini söylüyor. Mektubun basına yansıdığı gün Alman Ekonomi Bakanı istifasını veriyor.
Yer Almanya, yıl 1999.
Almanya’daki eyalet başbakanlarından biri aniden istifa ediyor.
Neden mi?
Bir: Kendi düğününe kendi seçim bölgesindeki imalatçıların gönderdiği bedava kahve ve biraları kabul etmek gafletinde bulunduğu için… İki: Yeni evlendiği eşini, ülkenin en önde gelen turizm şirketlerinden birinin özel uçağıyla bedava olarak Kahire’ye tatile gönderdiği için…
Yer Almanya, yıl 1999.
Alman siyasetinin efsane lideri Helmut Kohl’un başbakanlığı döneminde siyasal partilere bağışlarla ilgili yasayı çiğnediği ortaya çıkıyor.
Neden mi?
Bir: Kendi düğününe kendi seçim bölgesindeki imalatçıların gönderdiği bedava kahve ve biraları kabul etmek gafletinde bulunduğu için… İki: Yeni evlendiği eşini, ülkenin en önde gelen turizm şirketlerinden birinin özel uçağıyla bedava olarak Kahire’ye tatile gönderdiği için…
Yer Almanya, yıl 1999.
Alman siyasetinin efsane lideri Helmut Kohl’un başbakanlığı döneminde siyasal partilere bağışlarla ilgili yasayı çiğnediği ortaya çıkıyor.
Ne yapmış Kohl?
1993 ve 1998 yılları arasında 2 milyon Alman markını beyan etmemiş, parti kayıtlarına geçirmemiş, gizli banka hesaplarında tutmuş… Bomba patlayınca, itiraf ediyor ve yargı mekanizması harekete geçiyor.144
*
**
Baba’nın Köşk’ten inmesinin henüz üçüncü ayında alıp başını giden ombudsmanlık tartışmaları, onun tecrübelerinden optimist bir yaklaşımla istifade edilmesi maksadına matuftu kuşkusuz. Tekavüte ayrılan nice tecrübe sahibi devlet büyükleri vazifelirinden ayrıldıktan sonra unutulup gidivermişti. Demirel’den önce de 7 yıllık görev süresini doldurup görevini haleflerine teslim eden Cumhurbaşkanları vardı. Örneğin Kenan Evren, Cumhurbaşkanlığı görevinden ayrıldıktan sonra bir kampanya havasında birileri oturup da “ne yapsak da Emekli Cumhurbaşkanımıza ağırlığına uygun bir vazife icad etsek” diye kafa yormamıştı. Şimdi bu yapılıyorsa elbet bir sebebi vardı! Çift yönlü bir sebep. Hem Demirel için, hem de ona bir vazife uydurma sendromu yaşayanlar için. Demirel, yeni bir vazifeyle etkinliğini sürdürecek, ona yeni bir vazife armağan edenler de, onu bu sayede etkisizleştirecekti. Ombudsman Baba, her zaman için Aktif Siyasetçi Baba’dan daha iyiydi. Sağı bir çatı altında toplamaya kalkışacak bir Demirel, Çiller’e de Yılmaz’a da kabus gibi geliyordu.
*
**
Baba, ombudsman olurdu olmazdı denirken, kamu denetçiliği yasataslağı hazırlandı. Taslağa göre, “Başhakem’in hukuk, siyasal bilimler ya da maliye mezunu olması şartı getiriliyordu. Başhakem adayı Demirel ise, mühendislik fakültesi mezunuydu. Yani Baba’ya ombudsmanlık yolunda ciddi bir hukuk engeli çıkıyordu. Bu tartışmaların eksenine oturtulan Demirel, gerçekten ombudsman olmak istiyorsa veya Demirel gerçekten ombudsman yapılmak isteniyorsa “görünürdeki bu engel” sözkonusu olamazdı.
Eylül 2000 tarihinde toplanan Bakanlar Kurulu’nda, kamu denetçiliği kurumu kanun tasarısının hukukî ve malî yönlerinin araştırılması amacıyla Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk’ün başkanlığında 5 kişilik komisyonca incelenmesi kararlaştırılırken işin ciddiyetinin olmadığı da anlaşılıyordu. “Zaten işin ciddiyetsizliğini anlamak için—Süleyman Demirel başombudsman yapılacak diye—o makamın sahibinden hukuk tahsili isteme şartından vazgeçip mühendislere kılıf gibi uyacak dört yıllık yüksek tahsil şartıyla yetinilmesi alaturkalığına bakmak yeterli değil miydi?
Ama burası Türkiye’dir ve burada daima “beterin beteri” vardır.
Başombudsman diye—yaşasaydı—başka bir eski Cumhurbaşkanı, Celal Bayar düşünülebilirdi ve o zaman kanuna “özel tahsil” şartının konulmasıyla yetinilebilirdi.”145
Baba’nın ombudsman olamayacağı anlaşılmıştı artık. Ama olsun. Ombudsmanlık olmasa bile çalışma azmiyle “ben burdayım, hazırım!” diyen birine vazife mi yoktu! Çoktu. Demirel’e yeni bir “tarihi görev” bulunmakta gecikilmedi. 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, 2008 Olimpiyatları’nın İstanbul’da yapılması için oluşturulan Tanıtım Komitesi’nin başkanlığına düşünüldü. Spordan Sorumlu Devlet Bakanı Fikret Ünlü’nün “Komite’ye başkanlık eder misiniz?”önerisini tereddüt etmeden kabul eden Demirel, böylece tarihi bir görev daha üstlenmiş oldu. “Tıpkı, AGİT zirvesindeki mükemmel organizasyonuyla bir dünya kenti olduğunu kanıtlayan İstanbul’un 2008 Olimpiyatları’na ev sahipliği yapması sadece prestij kazandıracak bir imkan değil, aynı zamanda ekonomik ve siyasi açıdan da önemli artılar bırakacak bir uluslararası platform olacaktı. Dünya liderleriyle geliştirdiği sıcak ilişkiler, bölgede taşıdığı ağırlık ve Türkiye’nin ulaştığı olanaklar dikkate alındığında Tanıtım Komitesi Başkanlığı önerisinin 9. Cumhurbaşkanı Demirel’e bugüne kadar yapılan en anlamlı öneri olduğu söylenebilirdi. Demirel’in başkanlığındaki komitenin olimpiyatların İstanbul’da yapılmasını sağlaması, tarihi bir başarı olacaktı”.146 Olabildi mi? (… !!!)