İttihat Ve Terakki

Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin Selânik’te Kuruluşu ve Paris Grubu’nun Selanik’le Temasa Geçmesi

Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin Selânik’te Kuruluşu ve Paris Grubu’nun Selanik’le Temasa Geçmesi

 

Terakki ve İttihat Cemiyeti Paris’te senelerden beri çalışmakta iken Selanik’te de bir “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” teşekkül etmişti. Bu Cemiyetin teşekkül sureti aşağı yukarı şöyle olmuştu:

Ahrarane fikirlerinden dolayı Edirne’de hapse mahkum edilen posta memurlarından Talat Bey isminde bir genç hapishaneden çıktıktan sonra Selanik’e gelmişti. Talat Bey Selanik’te dahi hürriyet uğruna çalışmak istiyordu. Fakat kimseyi tanımadığı için buna muvaffak olamıyordu. Talat Bey bu maksadına nail olmak için mevcut bir teşekküle girmeğe karar vermişti. Orada kendisine taraftar kazanacağını ve fikrini daha çabuk ve daha kolaylıkla kabul ettireceğini ümit ediyordu.

Talat Bey’in hatırına gelen ilk zümre Bektaşilerdi. Bektaşilerin hür fikirli insanlardan olduklarını biliyordu. Ondan intisap ederse, Abdülhamid’in istipdadına ve zulmüne karşı mücadeleye girişilecek arkadaşları onların arasında seçmek güç olmayacaktı diye düşünüyordu.

Talat Bey, bu suretle meşgul iken evvelce Paris’te ve Cenevre’de bulunmuş olan bir iki zatı tanımıştı. Bunların içinde bir iki zabitte vardı. Bu yeni arkadaşları Selanik’te askeri rüştiyesi Fransızca Muallimi Kolağası Naki Bey, Sanayi Mektebi Müdürü İsmail Mahir Efendi Avrupa’da bulunduktan sonra Selanik’e avdet etmiş olan Rahmi ve Mithat Şükrü Beyler ve bir de Müftüzade İhsan Beydi. Talat Bey nihayet hem mason olmuş ve hem bu arkadaşlarla anlaşarak “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’ni kurmağa muvaffak olmuştu.

Bu birkaç arkadaş müzakerelerini Selanik’in kule kahvehanelerinde toplanarak icra ediyorlardı.

“Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” Talat Paşa tarafından teşkil olunduğu esnada Selanik’te bulunan bazı zabitler de kendi aralarında gizli bir Cemiyet kurmuşlardı. Bu Cemiyetin ismi yoktu. Yalnız maksadı malumdu. Günden güne devleti uçuruma doğru sürükleyen Abdülhamid’in idaresine bir nihayet verdirmek!

Bir zaman sonra Talat Bey’in teşkil ettiği Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ile zabitlerin kurdukları bu cemiyet birleşmişlerdi. Zabitlerden mürekkep olan Cemiyetin en ileri gelenleri Ömer Naci, Hüsrev Sami, Sapancalı Hakkı Beylerdi. Bu zabitlerin gizli bir Cemiyet kurmalarına evvelce Avrupa’da bulunan ve sonradan Selanik’e gelen Ali Şefik Bey sebep olmuştu.

Ömer Naci Bey bir zaman sonra bu arkadaşlar arasından ayrılarak Paris’e gitmişti. Bu ayrılma bir gün Ömer Naci Bey’le Rahmi Bey arasında çıkan bir ihtilaftan ileri gelmişti. Ömer Naci Bey herhangi bir sebepten dolayı Cemiyetin, bir içtimasında hazır bulunamamıştı ondan sonraki içtimada Rahmi Bey içtimaa gelmediğinden dolayı Ömer Naci Bey’e biraz çıkışmış ve bu tevbih ikisi arasında bazı nahoş sözler söylenmesine sebep olmuştu. Bunun üzerine Ömer Naci Bey darılarak Cemiyetten ayrılmış ve Paris’teki arkadaşlarla beraber çalışmak üzere Selanik’ten Paris’e kaçmıştı.

Selanik’te teşekkül eden bu iki cemiyet henüz birleşmemiş iken Doktor Nazım Bey de Paris’ten Selanik’e gelmiş bulunuyordu. Nazım Bey “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” ile temas etmeğe memurdu. O, Cemiyeti kuvvetli ve muntazam bir halde görürse, bu hususta yazacağı rapor üzerine Paris’teki “Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti” ile Selanik’teki “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” birleşeceklerdi. Nazım Bey, Selanik’te hoca kıyafetinde dolaşıyordu. Selanik’e geldiğini akrabasına bile haber vermemişti. Selanik’ten “Mehmet” imzasile Paris’e yazdığı ilk mektuplarından birisinde zabitler tarafından teşkil olunan komite hakkında diyordu ki:

“Burada sekiz on kişi bir komite tesis etmişler. Efradının içinde bir iki zabıt, Naci’nin tanıdığı bir polis, birkaç ta mülkiye memuru vardır. Biz o komitenin efradından değilken efradının hüviyetlerini biliyoruz. Buna da sebep komitenin ihtiyatsızca hareketleridir. Yarın bunları hükûmette bilecektir. Evrak getirtmek için vasıta gibi kullandıkları adamı dahi hükûmet haber almış. Bizim cemiyetin efradından birisi o adam nezdinde taharriyat yapılacağını bize bildirdi, biz de ihtiyatsız komiteye keyfiyeti bildirdik. Burada politika meselesinden dolayı tevkifat yapılması şimdi bizim işimize gelmez. Cemiyetimizin efradını ve bunlar sayesinde maddi ve manevi kuvvetimizi artırmak devrinde bulunuyoruz. Hükûmetin nazar-ı dikkatini nazarını celbetmeden evvel cemiyet efradını dört, beş yüz kişiye çıkarmağa şiddetle ihtiyacımız vardır. Bu noktaya irişmeden evvel hükûmetin takibatına maruz kalarak vakit kaybetmemeliyiz.

Halbuki bir ihtiyatsız komite üç beş kişiye evrak okutacağım diye hükûmetin dikkat nazarına çarpacak hareketlerde bulunuyor. Geçen gün bir kahvehane masasının üzerine nizamnamenin son sayfasındaki yemin suretini yazıp mazrufen bırakmışlar. Bunu imza ettirmek suretile cemiyete efrat kaydetmek tedbiri burada para etmez ve edemez. Bu usul Türkiye haricinde kalan mahallerde takip edilebilir. Halbuki dahilde hiçbir kimse isminin bir yerde mukayyet olduğunu görmek istemez. Böyle ihtiyatsız çalışan bir cemiyet kimsenin itimadını da kazanamaz.

Velhasıl kardeşim, bu acemi zevatın sellemehüsselam hareketleri bizim cemiyetimizin terakkisine sekte vuracağını nazar-ı dikkate alarak bunlara nasihatte bulununuz, fakat bizim cemiyetin vücudundan harf-i vahit bile yazmayınız. Zira bunların içinde Naci’nin tanıdığı ve maatteessüf cemiyet hakkında malumat edindirdiği o müptezel çocukta var. Bunlara kat’iyen itimat caiz değil.

İçlerinde hamiyetli, namuslu zevat yok değil. Lakin kurunun yanında yaş ta yanar darb-ı meselini hatırdan çıkarma, biz bunlardan işe yarayanlarını biliyoruz. Yavaş yavaşbunları içimize alacağız. Fakat heyet-i umumiyesiyle münasebete girişmek hiç te işimez, menfaatimize gelmez.”

Bu mektuptan anlaşılacağı veçhile gerek “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” gerekse zabitler tarafından teşkil olunan gizli komite birbirlerinin mevcudiyetlerinden haberleri olmayarak Paris ile muhabere ediyorlardı. Osmanlı Hürriyet Cemiyeti tahlif işinde o esrarengiz seremoniye raiyet ettiği halde diğer komite tahlif meselesine ehemmiyet vermiyor ve hatta kahvehanelere bıraktığı yemin suretlerile aza kazanmağa çalışıyordu, Doktor Nazım Bey, Paris’te Bahaddin Şakir Bey’e gönderdiği mektubunun sonunda bu mesele hakkında diyordu ki:

“Sen bunlara icra-yı nüfuz et ve nasihat ver. Onları ihtiyata davet et. Hele yemin suretine imza kondurtmak usulünden behemehal vazgeçirt.

Bura vasıtasile Anadolu işlerine evrak sevkinde bu ihtiyatsız komite size çok hizmet edebilir. İçlerinde fedai varsa, fedakarlık hislerinden bilfiil vatanı müstefid ettirmelerini tavsiye et. Bunların içinde Sapancalı Hakkı Bey namında bir mülazım varmış. Geçenlerde Merkez Kumandanı Nazım Bey hafiyelik hizmetinde kullanmak için mülazım Hakkı Efendi’yi yanına çağırtmış, kendisine namusile kabili telif olmayan bazı talimat vermiş. Hakkı Efendi bundan müteessir olmuş, arkadaşlarından birisine vakayı anlatırken gözlerinden sel gibi yaş akmış. Hakkı Efendi arkadaşlarından birisinin yanında ağlayacağına ya Nazım Bey’i haysiyetşikenane teklifi üzerine öldürmeli veyahut sükut edip Nazım Bey’i aldatmalı ve bir kapana düşürmeliydi. Komitecilikte bazan böyle hileli harekette lazım oluyor.

Bu vakayı seni vaziyetten haberdar etmek için yazıyorum. Bu komitenin hevesini kırmak elbette kar-ı akıl değildir. Fakat onların ihtiyatsızlığı yüzünden, fevkalade terakkiye müstait olan cemiyetimizin durmasına sebep olacak yolsuzlukların tamirine ve tadiline de çalışmak bizim için farzdır. Bunları kullan vesselam!

Ben burada kalmaya kat’iyen karar verdim. Bu hususta buradakilerle de anlaştım. Benim burada bulunmaklığma lüzum kalmadığı taktirde başka bir yere gönderilmekliğim kararlaştırılmıştır.

Ömer Naci Bey benim evimde oturursa fena olmaz. Evin üç aylığı yüz franktır. Üç frank ta bahşiş vardır. Uzun zamandan beri Paris’te görünmemekliğimin şüpheyi davet etmesi muhakkaktır. Bunun için, münasip ise, Şûrâ-yı Ümmet ile aşağıdaki tarzda bir ihtarda bulunmanızı hepinizden rica ederim:

Rüfekamızdan Doktor Nazım Bey açık denizlerde seyrüsefer eden bir vapurun Doktorluk vazifesini deruhte eylediği için, onun uhdesinde bulunan sanduktarlık vazifesi …..e tevdi edilmiştir.

Böyle bir ihtar Paris Sefareti’nde husule gelebilecek şüphelerin bir dereceye kadar izalesine hizmet edebilir. Beni soranlara da, ismini vermemek şartile bir Fransız vapurunun üç yüz elli, dört yüz frank maaşla hekimi olduğunu söylersiniz.

… Beni sorarsa bir aydan beri benden hiçbir haber almadığını ve hatta bir kazaya uğramaklığımdan korktuğunu ima edersin.

İstanbul ne alemde? Oraya gitmekte birçok faydalar görüyorum. Bir ay sonra oraya gidebilirim. Buradan hamiyetperver bir arkadaşla İstanbul’a gitmek mümkün olduğunu hatırından çıkarma.

Paraca nasılsınız? Matbaa işi ne oldu? Terziye borcumu verdin mi? Vermedinse ver ve ne verdiğini bana yaz ki sana göndereyim. Borcum zannedersem otuz beş franktır. Burada rahatım iyidir. İhtiyari mahpusluk ağır gelmiyor. Ahmet Rıza ve Sezai Beylerin ellerinden Naci ve Kenan Beylerin gözlerinden öperim.”

Doktor Nazım, Bahaettin Şakir Bey’e yazdığı üçüncü bir mektubunda da vaziyeti ve Selanik’teki ahval hakkında şunları bildiriyordu.

“Kemal-i istirahatle burada çalışmak için oraca maddi, manevi alakam kesilmek lazımdır. Zengin değilim. Uzunca bir seyahat yaptım. Bu seyahat cebimden on on beş liranın çıkmasına sebep oldu. dişimi sıkarak sana beş, altı lira gönderebileceğim. Bundan başka para yollamak benim için hemen muhal hükmündedir. Gayret et, her şeyi beş altı lira ile tesviye et.

Ailemle eskisi gibi bilvasıta muhaberedeyim. Onların hiçbir kimsenin benim burada olduğumdan haberi yoktur. Herkes eski meşguliyetimde berdevam olduğuna kanidir. Onun için herhangi bir vesile ile olursa olsun, onları mektup yazmaktan çekin.

Her şeyden ziyade sevdiğim milletimin yakından felaketine iştirak etmek benim için en büyük bahtiyarlıktır. Burada kaldığıma memnunum. İşlerim yolunda gidiyor.

Yanya ile münasebetiniz varsa orada Mülazim Yakup Efendi ismindeki zabitin hafiyelik etmek üzere İstanbul’a gitmesine Saray’dan telgrafla müsaade istediğini oradaki arkadaşlara bildiriniz.

Verdiğin müstear namlardan istifade edemiyorum. Zira burada ki Fransız ve Avusturya postahanelerinde öyle memurlar vardır ki beş altı liraya mukabil buradan Avrupa’ya yazılan mektupların adreslerini ve oradan buraya mektupları gelenlerin ikametgahlarını ve hatta mektuplarını hükûmete teslim edecek kadar alçaklık gösteriyorlar.

Merkez kumandanı kaymakam Nazım Bey ki İstanbul’da Çerkes Kabasakal Mehmet Paşa’nın maiyetinde idi, burada bairade bu işlere memur edilmiştir. Bu babta ye’dimizde kat’i delail vardır. Bu zat her ne kadar bizi meydana çıkarmak için öteye beriye baş vuruyorsa da şimdiye kadar bir ipucu elde etmeğe muvaffak olamamıştır.

İstanbul’un umum valilere gönderdiği gayet garip bir tebligatı vardır. Bu tebligatta Jön Türklerin Osmanlı memleketinin her tarafından kesbettikleri kuvvetten ve yaptıkları teşvikattan bahsedildikten sonra bu muzır fırkanın dahilde bu derece ehemmiyet kesbedebilmesi için valilerin ve büyük memurların onlara karşı mümaşatkarane ve hatta tarafgirane hareket etmeleri icap eylediği bir lisan-ı suzişle bildiriliyormuş.

Şimdi siz bütün vilayetlere bu mealde emirnameler gönderildiğini nazar-ı teemmüle alarak umum valilere ve mutasarrıflara ve kumandanlara hitaben cemiyet namına bir mektup sureti kaleme alınız. Bunda yukarıdaki mealde, emirname sudur ettiğini bildirdikten sonra:

“Ey memur efendi, vali veya kumandan paşa, Sultan Hamid’in bir ayağı çukurdadır. Meş’um idare hüzranın pek yakın bir zamanda Sultan-ı hazırın vücudile beraber ortadan kalkacağına ve namuslu bir hükûmetin kaim olacağına şüphe yoktur. Beş, altı ay gibi kısa bir müddet istirahat için bütün istikbalinizi mahvetmek, hatta yarınki hükûmetin pençe-i kahrında ezilmek isterseniz, şimdiki hükûmetin son emirlerine inkiyaden vatanın namuslu ve hamiyetli evlatlarını ezmeğe gayret ediniz.” Mealinde bir şeyler ilave ederek bunu bastırdıktan sonra Paris’in Bonmarşe, Louvre gibi mağazalarına mahsus zarflar içinde vali veya kumandan Paşa’nın refikaları Hanımefendi’ye diye Fransızca adreslerle valilere ve kumandanlara gönderiniz.

Valilerden, kumandanlardan, velhasıl şüpheli olmayan tüccarlardan başka her kime Avrupa’dan bilhassa Paris’ten mektup gelirse, posta müdürü o mektupları açmağa ve muzır evrak çıkarsa yakmağa selahiyettardır. Bu noktayı derhatır ederek beyhude posta masrafı yapmayınız. Fakat her ne tabederseniz behemahal bir tanesini bütün vilayetlere göndermeyi ihmal etmeyiniz. Çünkü posta müdürlerini ve memurlarını bu neşriyattan haberdar etmekte de menfaat vardır. Bunların içinde bazıları hamiyetli, bazıları da boş boğazdır. Ekseriya postahanede açılan bir mektup yahut bir gazete seksen kişinin gözünden geçtikten sonra mahvedilir.

Vilayet salnamesini elde etmeğe çalışınız. Mühim tüccar ve bankerlere kapalı mektup suretinde göndereceğiniz bütün evrak bizim posta memurlarının eline geçmeden sahiplerine varıyor. Fakat bu kaide İzmir, Selanik, Beyrut gibi ecnebi postaları olan yerlere aittir. Bu suretle yüzlerce, belki binlerce Türk’e evrakları okutturabilirsiniz. Bu hususta ayrıca nazar-ı dikkatinizi celbederim. Hele göndereceğiniz zarfların üzerinde bir ticaret evinin adresi bulunursa istenilen kimseye vusul daha kolay olur.”

Dr.Nazım Bey 1907 senesi Temmuzunda Selanik’e gelmişti. Fakat aradan aylar geçtiği halde “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” hakkındaki raporunu Paris’e göndermemişti. Paris sabırsızlanıyor ve Dr. Nazım Bey’den raporun bir an evvel gönderilmesini istiyordu. Başında sarık, arkasında cübbe ve elinde kocaman bir şemsiye olduğu halde uzun sakalı ile Hoca Mehmet Efendi nam-ı müsteazını taşıyarak Selanik’te dolaşan Dr. Nazım Bey bu rapor meselesine dair Paris’e Dr. Bahaettin Bey’e yazdığı dördüncü mektubunda diyordu ki:

“Sabırsızlık etme!” Burada boş durmadığımızdan elbette eminsin.” İşler yolunda gidiyor. Kuvvet günden güne artıyor. Eserlerini henüz görmemekle ataletimize hükmetme. Raporumu yazmağa artık çok kalmadı. On on beş gün sonra raporu alırsın.

Merkez Kumandanı Nazım Bey için tafsilata hacet kalmadı. Müttehizat-ı mülkiyeden bir zatın şifahi tehdidi üzerine İstanbul’a gönderdiği raporunu şu suretle yazdı:

Burada iş’ar buyurulduğu veçhile komite filan mevcut değildir. Muzır evrakta muntazam surette gelmiyor. Ara sıra Atina’dan gelen yolcularla bir iki memnu gazete ithal ediliyor. Fakat bu da o kadar nadiren vuku buluyor ki nazar-ı dikkate alınacak kadar ehemmiyeti haiz değildir.

Mason Cemiyetine gelince, bu cemiyetin, dünyanın her tarafında olduğu gibi Memalik-i Osmaniye’nin büyük şehirlerinde de şubeleri vardır. Fakat Mason Cemiyetleri içtimalarında politikadan ve dinden bahsetmemeyi en esaslı şartlarından addetmişlerdir. Bu cihetle Masonluk meselesinde de telaş edilecek bir nokta yoktur.”

Raporun bu suretle tanzim edilmesi hamiyetten ziyade korkudan ileri gelmiştir. Bir adam bu iklim de her suretle rahat yaşayabilmek için hafiyelik etmemeğe kendisini mecbur görüyor. Nazım Bey de Jön Türklük meselesini tahkik için Mabeyinden emir ve tahsilat almışken ve burada muzır bir iş yapmağa muktedir iken korku saikasile raporunu yukarıda bildirdiğim tarzda tertibe mecbur kalmıştır.

Bu halde Merkez Kumandanı Nazım Bey hakkında kararımız değişmiştir. Valiye gelince o da İstanbul’dan gelen ihtara şu yolda cevap vermiş:

“Bunada Jön Türklük ve Masonluk filan yoktur. Diğer vilayetler de ahalinin Jön Türklük işlerile meşgul olmaması isteniyorsa, muzır evrakın ithal edilmemesi matlubu ali ise, o halde vilayetlere namuslu valiler gönderilsin!”

Vali vakıa hırsız değil, fakat öküz gibi bir adam. Böyle nazik bir vilayete bu kadar iktidarsız, izansız bir valinin nasp ve tayin edilişine hayret etmemek için insan yıldızın ne olduğunu bilmemek lazım!

Burada, işittiklerine nazaran müfettiş Hikmet Paşa tab’an zeki, fakat politika ve hukuk işlerinde pek biçare imiş. Hele hamiyete pek laubali. Sultan Hamid’in küçük bir nümunesi. Kendisini yakından tanıyanlar veçhen de sultan Hamid’e müşabehetini iddia ediyorlar. Postahanelerde hafiyelik edenlerin isimleribizce meçhuldür. Ancak hafiyeliğin yapıldığına kati kanaatimiz vardır.

Yanya’da mülazim Yakup Efendi hakkında bir şey yazmayınız. Yakup Efendi ile sirkat meselesinden dolayı tevkif edildiği için kurtulmak ümid ile Yıldıza o telgrafı çekmeğe mecbur olmuş. Bu gibi hilelere müracaat edenler nadir değildir.

Selanik’te cebinde siyanür taşıyanlar tanıdım. Müşkül mevkide kalacak olurlarsa bununla intihar etmek niyetinde imişler. Siynür gibi eziyet vermeden öldürecek bir zehir tanıyıp tanımadığını benden soruyorlar. Eroin ağızdan alınınca intiharı zahmetsizce husule getirir sanırım. Bu bapta senin daha ziyade malumatın vardır. Sualimi cevapsız bırakma.”

Dr. Nazım Bey’in çok muktesit olduğu malumdu. Selanik’ten Paris’e dönmediği için ev kirasının işlemesine çok canı sıkılıyordu. Osmanlı Hürriyet Cemiyeti namına Paris’te muhabere eden zat Sair Bey idi. Sai, Talat Bey’in kullandığı nam-ı müsteardı. Sai imzasile Paris’e yazılan bir mektupta, Mehmet Efendi’nin (Dr. Nazım Bey’in) hane kirası olarak teraküm eden borcuna verilmek üzere Fransız postahanesine teslimen iki yüz frank namımıza gönderilmiştir. Tabii iktizasını ifa buyurursunuz” deniliyordu. Mehmet Efendi Selanik’te çok gizli yaşadığı için para başkası tarafından yollanıyordu. Dr. Nazım’ın yukarıda bahsettiğimiz mektubunun sonunda bu ev meselesi hakkında Dr. Bahaettin Şakir Bey’e diyordu ki:

“Evi bırakmayı münasip görürsen, mutfaktan itibaren yatak odasına geçerek salondaki hava gazı lambasına kadar uzanan kurşun boruların benim olduğunu ve binaenaleyh onlara çıkartmayı unutma. Zira bunlar için ben yirmi yirmibeş frank sarfettim. Boruları çıkarırken tekerlek tarzında büktür ki sen de kullanabilesin. Hava gazı saatinin üzerinde asılı gördüğün zincir de benimdir. Onu da unutma! Naci Bey’i oraya yerleştirseydin, daha ziyade memnun olurdum. Zira ailem bir gün o adrese bir mektup gönderebilir veya buna benzer bir hadise çıkabilir. Arkadaşlardan biri orada oturunca bu gibi hadiselerden çıkabilecek mahzurları defetmek daha kolay olurdu.

Dr. Nazım Bey’in Selanik’te bulunduğunu birkaç arkadaştan başka hiç kimsenin bilmediğini yazmıştık. Bununla beraber Nazım Bey sokaklardla dolaştıkça ne kadar debdil-i kıyafet etmiş olursa olsun yine görülüp tanınmak tehlikesine maruzdu. Nitekim bir gün böyle bir tehliek zuhur etmişti.

Dr. Nazım Bey’in Paris’ten beri tanıdığı Burla Efendi isminde bir Doktor vardı. Nazım Bey’le Burla Efendi Paris’te beraber tıp tahsil etmişlerdi. Onun için Burla Efendi Nazım Bey’i çok iyi tanıyordu. Burla Efendi tahsilini ikmal ettikten sonar Selanik’e gelerek Doktorluk yapmağa başlamıştı. O, Nazım Bey’in hala Paris’te olduğunu zanediyordu.

Fakat bir gün Selanik’te hoca kıyafetinde bir zatın önünden gitmekte olduğunu görünce yürüyüşünden onun Dr. Nazım Bey olduğunu derhal anlamış ve arkasından;

– Nazım Bey… Nazım Bey… Doktor..!” diye bağırmaya başlamıştı. Doktor Nazım Bey birisi tarafından isminin bağırılarak söylendiğini duyar duymaz fena halde ürkmüş ve tabana kuvvet kaçmıştı.

Doktor Burla kaçan zadın Doktor Nazım Bey olduğuna o kadar emindi ki bunu müşterek bir dosta da söylemişti. Bu dost ta gelip meseleyi tesadüfen cemiyet azasından birisine anlatmıştı. Tabii Doktor Nazım Bey’in Selanik’te bulunduğu o zata karşı derhal inkar edilmişti.

Bununla beraber Doktor Burla’nın susturulması lazım geliyordu. Yoksa o, bir fenalık yaptığının farkına varmadan meseleyi herkese anlatacaktı. Bu vazifeyi Talat Bey üzerine almış ve doğru Doktor Burla’nın muayenehanesine gitmişti. Burla Talat Bey’i tanımadığı için onu bir hasta zannile muayene odasından içeriye almıştı. Talat Bey odaya girdikten sonra kapıyı kapayıp Doktor Burla’ya sormuştu:

– “Doktor Nazım Bey Selanik’te imiş, siz onu görmüşsünüz, öyle mi?”

Doktor Burla hemen cevap vermişti:

– Ya, dün sokakta rastgeldim! Hoca kıyafetine girmişti. Fakat hangi kıyafete girerse girsin, ben eski mektep arkadaşımı hiç tanımaz mıyım? Yürüyüşünden onun Nazım olduğunu derhal anladım. Arkasından bağırınca kaçıp gitti. Bu da isbat eder ki gördüğüm zat Doktor Nazım’dı.”

Bunun üzerine Talat Bey gözlerini açmış, tehdit makamında şehadet parmağını yukarıya doğru kaldırmış ve Doktor Burla’ya demişti ki:

– “Evet, Doktor Nazım Bey Selanik’tedir. Fakat onun burada bulunduğuna birkaç arkadaşından başka kimse bilmiyor. Şimdi bir de siz biliyorsunuz. Şayet Doktor Nazım tevkif edilecek olursa, bu felakete sizin gevezeliğiniz sebep vermiş olacaktır. Onun için Doktor Nazım tevkif edildiği anda siz de kendinizi yok biliniz. Ve Doktor Nazım tevkifhaneye nakledilirken sizin de mezara götürüleceğinize kat’i surette emin olabilirsiniz!”

Doktor Burla hiç beklemediği böyle bir tehdit karşısında fena halde korkmuş ve:

– “Söylemem, söylemem! Neme lazım benim…” diye feryat etmeğe başlamıştı. Doktor Burla aradan seneler geçtikten sonra anlattığına nazaran, Talat Bey’in gözlerini açarak kendisini tehdit etmesinden çok ürkmüş ve Talat Bey muayenehaneden çıkıp gittikten sonra Nazım Bey’in görülerek tevkif edilmemesi için gece, gündüz dua etmekten hali kalmamıştı.

Doktor Nazım Bey’i ikinci bir görülme tehlikesinden kurtaran yine Talat Bey olmuştu. Osmanlı Hürriyet Cemiyeti azası arasında o günlerde kıymetli bir arkadaş daha girmişti. Bu zat Avukat Manyasizade Refik Bey’di. Refik Bey Kavala’da bulunuyordu. Bir gün Talat Bey Drama civarına yaptığı bir seyahatten avdet ederken trende Refik Bey’le aynı kompartımanda buluşmuşlardı. O güne kadar birbirlerini tanımayan bu iki zat birkaç saat devam eden sohbetleri esnasında gayet samimi iki dost olmuşlardı. Talat Bey Manyasızade Refik Bey’in fikirlerini çok beğenmişti. Kendisine Kavala gibi dar bir muhitte yaşayacağından Selanik’e gelmesini ve orada Avukatlık yapmasını tavsiye etmişti. Refik Bey bunun maddeten mümkün olamayacağını anlatınca Talat Bey Selanik’teki arkadaşların kendisine her hususta yardım edeceklerini söylemişti.

Talat Bey Selanik’e geri döndüğü zaman Manyasizade Refik Bey’i tanıdığnı ve kendisine Selanik’te yerleşmesini teklif ettiğini bildirmişti. Refik Bey Selanik’te de tanınmış bir zat olduğundan Selanik’in güzel bir yerinde “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin yardımile bir yazıhane açılmış ve maroken koltuklarla falan döşenmişti. Ondan sonra Refik Bey Kavala’dan Selanik’e nakletmiş ve bu yazıhanede muvaffakıyetle avukatlık yapmağa başlamıştı. Tabii kendisi, Selanik’e geldikten sonra bir akşam merasimle tahlif edilerek Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’ne alınmıştı.

O vakitten beri Talat, Nazım, Mithat Şükrü, Rahmi ve İsmail Canbulat Beyler ve daha sair Cemiyet azası akşamları toplanarak müdavele-i efkar ediyorlardı. Bir akşam böyle içtimadan çıkılmıştı. İçtima mahalli olan dar sokaktan geniş bir caddeye doğru gidiliyordu. Önde Mithat Şükrü Bey yürüyor ve arkadan diğer arkadaşlar takip ediyorlardı. Doktor Nazım Bey en geride idi.

Mithat Şükrü Bey, tam köşeyi dönerek caddeye çıktığı zaman Selanik’li Sabri Bey’le karşılaşmıştı. Sabri Bey Doktor Nazım Bey’in Selanik’te ilk mektepten beri çocukluk arkadaşı idi. Nazım Bey’i görecek olursa derhal tanıyacağına şüphe yoktu. Onun için Mithat Şükrü Bey aralarındaki parolayı kullanarak öksürmek suretile tehlike olduğunu arkadan gelen arkadaşlara bildirmişti. Bunun üzerien Talat Bey hemen ileriye atılmış ve Sabri Bey’i görünce sarhoş taklidi yapmağa başlamış:

– “OOO, Sabri’ciğim, nasılsın, “iyi misin!” diye bağırarak onu kucaklamış ve kafasını koltuğunun altına sıkıştırmıştı.

Talat Bey, sözde Sabri Bey’le bu suretle şakalaşırken Doktor Nazım Bey’e elle işaret ederek hemen geçip gitmesini anlatmıştı. Nazım Bey de, Sabri Bey koltuk altında; “boğuluyorum” yapma birader!” diye bağırırken koşa koşa onların önünden geçip caddenin karşı sırasında bulunan Mithat Şükrü Bey’in evine ilticaya muvaffak olmuştu. Nazım esasen Selanik’te bulunduğu müddet zarfında Mithat Şükrü Bey’in evinde oturuyordu.

Ertesi günü Sabri Bey, dostlardan birisine rast geldiği zaman ona:

– “Dün akşam Talat Bey amma sarhoştu ha! Beni koltuğunun altında az kalsın boğacaktı!” Diye şikayet etmişti.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: Content is protected !!