Pazar
Pazar
Her gün akşam kaldırılıp her sabah yeniden kurulan pazar, Türkistan ekonomisinin günlük faaliyetlerinin en yoğun olduğu yerdir. İstasyon mahallesinden şehre gelen cadde üzerinde bulunan bu pazar, Türkistan’ın en önemli merkezlerinden biri. Her türlü yiyecek içecek, giyim eşyası, kitap hatta bazı elektrikli ve elektronik aletlerin bulunduğu kısacası her türlü ihtiyacı için halkın uğradığı yerdir burası.
Pazar, “Yeni Türkistan’la” İstasyon Mahallesini birleştiren ve bugünlerde şehrin en hareketli caddesi durumundaki yolun üzerinde kurulur. Bu cadde ile Yesevî Türbesi arasında ise Ruslar gelmeden evvelki Türkistan yerleşimi bulunur. “Eski Türkistan” evlerinin Yesi mahallesinden esas itibariyle çok farkı yoktur. Yalnız buradaki sokaklar daha bakımlı, yeni genişleyen Yesi’ye göre evler daha muntazamdır.
Aslında şehirde buradan başka 7–8 pazar daha bulunmaktadır ama en büyük ve kalabalık pazar burası olduğu için halk arasında “pazar” dendiğinde, hemen burası akla gelir.Türkiye’de belediyelerin düzenleyip işlettikleri pazar yerlerini burada özel teşebbüs kurup işletiyor. Hayvan pazarı, araba pazarı hep özel teşebbüsün işlettikleri yerler.
Pazar yerine yaklaşılmasıyla birlikte artan araba trafiği ve bu şehirde pek görülmeyen park yeri probleminin başlaması, bu mekanda yaşanan canlılığın da ilk işaretleridir.
Bazı tezgahlar, pazar yeri olarak çevrilen alanın dışına, yolun kenarına kadar taşmıştır. Bunların başında pazar girişindeki kitapçı tezgahları gelir.
Eskiden şehirde birkaç kitapçı dükkanı varken şimdilerde hepsi kapanmış ve Türkistan’ın kültür, edebiyat ve bilim dünyasına açılan pencereleri yalnızca pazar kenarında kurulan bu kitapçı tezgahları olarak kalmış. Buradan alabileceğiniz kitaplar yalnızca tezgahın üzerindekilerle sınırlı değildir. Eğer aradığınız bir kitabın künyesini tezgahtara verme imkanınız varsa, bir hafta on gün içerisinde size kitabı temin edebilirler. Elbette bu özel siparişlerin maliyeti de müşteriye biraz pahalıya mal olur.
Bu kitapçı tezgahı üzerine, bir ara Almatı’da “Jas Türkistan” (Genç Türkistan) Dergisi tarafından, Fadıl Ali’nin redaksiyonu ile yayınlanan “Atatürk” kitabını Türkistanlıların ilgisine sunmuştuk. Mustafa Çokay Vakfı tarafından çıkarılan Jas Türkistan Dergisinin, Türkistan Şehri temsilcisi olduğumdan “Atatürk” kitabıyla da ilgilenmek bana düşmüştü.
“Atatürk” kitabı, Kazak dilinde yayınlanan ve Atatürk’e, Türkiye gözüyle bakan ilk ve tek kitaptı. Böylelikle kitabı okuyanlarda, Atatürk hakkındaki izlenimleri de takip imkanımız oluyordu.
Cumhuriyetimizin kurucusunu anlatan eseri, önce ücretsiz Türkiye ile Kazakistan arasında ortak üniversite olan Yesevî Üniversitesinde bazı idareci ve öğretim üyelerine dağıtmıştık. Ama halkın arasında da Atatürk hakkında bilgi edinmek isteyenler olabilirdi ve bizim onlara ulaşma imkanımız çok sınırlıydı. İşte bu amaçla çok cüzi bir fiyatla, Atatürk kitaplarını pazardaki kitapçı tezgahına bıraktık. Artık halk arasında ilgilenenler varsa buradan alabilirlerdi.
Bir ay gibi bir sürede otuz kitabın bu mütevazı tezgahtan okuyucuya ulaşması konuya ne kadar büyük ilgi olduğunu göstermişti bizlere. Belki elimizde kitap olsa, ilerleyen zamanlarda daha fazlası da satılacaktı. Ama elimizdeki kitaplar bununla sınırlıydı.
Kitabı okuyanlardan bazıları yorumlarını da bize ulaştırıyorlardı. Atatürk hakkındaki en büyük şaşkınlıkları, onun cephelerde bizzat savaşmış olmasına idi. Türkiye Cumhuriyetinin kurucusunu, Sovyetlerin kurucusu Lenin’le özdeşleştirmeye alışmış zihinler, Atatürk’ün bilfiil savaşmış olmasına hayret ediyorlardı. Çünkü Lenin yalnızca ihtilâl merkezinde bulunarak liderliğini sürdürmüştü. Bu fark Kazak kardeşlerimizce Atatürk’ün lehine yorumlanıyor ve “biz bunu bilmiyorduk” ifadeleriyle karşılanıyordu.
“Atatürk” kitabı bize bir şeyi, tekrar hatırlatıyordu: “Kardeş halkların birbirlerini yeterince tanımadıklarını ve bu handikabı ortadan kaldırmak için ne kadar az şey yapıldığını!”
Kitapçılardan sonra ekmek, gazete ve dondurma satan tezgahlardan geçerek pazarın içerisine girilir.
Pazarın içindeki daha kalabalık ekmek tezgahlarından ekmek almayı unutanlara, pazar çıkışında, alışverişlerini yapma imkanı sağlayan buradaki birkaç ekmek tezgahında bulunan ekmekler, kepeği iyice alınmış buğday unundan yapılırlar. Tezgahtarların “nan bar nan” diye satmaya çalıştıkları bu ekmeklerdir. “Nan” sözü, genelde ekmek anlamına gelirse de pazarda, özellikle bu ev yapımı pideleri anlatmak için kullanılır. Halkın genellikle, lezzetini sevdiği ekmek, budur. Diline daha fazla Rusça kelime yerleşmiş olanlar, nar gibi kızarmış ve görenlerin iştahını kabartan bu ekmeklere“ lipoşka” da derler. Bazı tezgahlarda görülebilen diğer bir ekmek ise, adı da pişirme şekli de Rusya’dan gelmiş olan “baton”dur. Baton ekmekler, fırınlarda pişirilir ve Türkistan’da çalışan fırın bulunmadığı için, 30 km uzaklıktaki Kentav şehrinden getirilir. Bir kiloluk zeytinyağı tenekelerine benzeyen kalıpların içine hamur dökülerek pişirilen batonların, unu daha kepekli olduğu için renkleri de nanlara göre esmerdir. Hazım problemi çekenler, özellikle bu ekmekleri tercih ederler. Hamurlarına su, tuz ve mayadan başka katkı maddesi katılmayan her iki ekmek çeşidi de özlü ve lezzetli olurlar.
Pazar yerinin kemerli kapısından girmekle birlikte, müzik kaseti satan tezgahlardan yükselen velvele ortalığı hareketlendirir. Bazen Türkiyeli pop müziği sanatçıları Tarkan ve Mustafa Sandal’ın parçalarının da çalındığı bu tezgahlarda, hareketli Özbekçe şarkılar veya Kazakça “termeler” en sık çalınan müziklerdir. Tezgahlardaki kasetlerin hemen tamamına yakını satıcısı tarafından evlerde çoğaltılmışlardır.
Tezgahtarların Özbek şarkılarının hareketli ve ritmik olanlarını çalmaları boşuna değildir. Bu bir yandan halkının yarısına yakını Özbek kökenli olan Türkistanlıların, ilgisini çekmek, diğer yandan düğünlerde, toylarda oyun havası müzik kaseti ihtiyacı olan Kazak müşterilere hitap edebilmek içindir. İlginç olanı Kazak halk müziği olarak icra edilen türkülerin içinde, oyun havası niteliğinde bir müzik olmayışıdır. Bu sebeple Güney Kazakistan’da yaşayan Kazaklar, düğünlerinde (toylarında) Özbek parçaları ile oynar ve eğlenirler. Son yıllarda bu Özbek oyun havalarının arasına Türkiye’den giden ezgiler de katılmaya başlamışlar. Herhalde 90’lı yıllarda, bu şehirde yapılan hemen hiçbir düğün yoktur ki, Mustafa Sandal’ın “Onun arabası var güzel mi güzel” parçası çalınmamış olsun. Pek çok Orta Asyalı gencin bildiği Türkçe müzik, o yıllarda yine “güzel mi güzel”di.
Tezgahlardan yükselen Kazakça müzikler ise genellikle, sözleriyle sosyal ve kültürel hayatın meselelerini işleyen ve halka öğütler veren halk ozanlarının “terme” denen türküleri veya yine aşık yarışmalarında kaydedilen atışmalardır. Aşık atışmaları, Kazakistan’da bugün bile en çok izleyici çeken organizasyonlar olma niteliğini sürdürmektedirler. Halkın bu ilgisi kaset satışlarına da yansımaktadır.
Gazete namına Türkistan pazarına ulaşan yayınlar o devlet adamlarının icraatları ile ilgili haberlerin verildiği hatta yeni çıkan kanunların da yayınlandığı “Kazakistanskaya Pravda”, yarı magazin türü “Karavan”, edebiyat gazetesi “Kazak Edebiyatı” ve Güney Kazakistan’da dağıtımı yapılan “Aygag” gazeteleridir. Bazen tezgahlarda düzensiz olarak yayınlanan “Türkistan” şehir gazetesinin sayılarına da rastlanır. Bu arada düzenli olarak takip edilebilecek bir diğer gazeteler ise, haftalık olarak yayınlanan “Jas Alaş” ve “Kazakistan Zaman”. Sarı saman kağıda siyah–beyaz baskılı bu gazeteler, Türkistan’ın yazılı basından alabildiği nasibidir. Bunların dışında yayınlanan gazete ve dergileri okuyabilmek için abone olmak gerekmektedir. Fakat burada ilginç olan, ekonomik sıkıntılarla az gazete ve derginin yayınlanabildiği ve yayınlananlardan da çok azının genel dağıtıma verilebildiği bir ortamda Kazak Edebiyatı Gazetesinin, ülkenin çok tirajlı yayınları arasında yer alabilmesi olsa gerek. Kazak yazarların şiir, hikaye, deneme tarzında yeni edebi ürünlerine ve sanat edebiyat haberlerine yer veren bu gazetenin satış rakamlarının yüksekliği, halkın sanat ve edebiyata olan yatkınlığının da bir göstergesi.
Pazar yerinde biraz ilerleyince, üzerinde ithal deterjan kutularının sıralandığı tezgahlarla yine ithal markaların ağırlıkta olduğu sigara tezgahları karşı karşıya dururlar. Bu tezgahlarda Amerikan ve İngiliz markalar ağırlıktadır. Deterjanların üzerinde, orijinal markalarının Kril alfabesiyle yazılı ve Rusça açıklamaları olanlar varsa da, revaçda olanlar orijinal yabancı dilde yazılı olanlarıdır.
Sigara tezgahlarında da durum farklı değildir. Malboro, Kent, Magna markaları beğenilen ürünlerdir. Hele bunlardan Magna’nın bizim için ayrı bir önemi vardır. Bu marka ile aynı şiirin mısrası içinde yer almak gibi olağan dışı bir yakınlığımız oluşmuştu. Şair Ali Akbaş Ağabeyim, Türkistan’da bulunduğumuz uzun müddet, birbirimize ikram ederek içtiğimiz ve her nefesiyle efkar dağıtmaya çalıştığımız anları hatırlayarak:
“Hadi ağay, hadi Yakup,
Bir Magna daha yakalım.
Yakıp dumana bakalım.
Bu yanan servetimizdir,
Bu servet yemekle bitmez
Bu servet derya denizdir
İnekler soylu ve sağmal
Koyunlar saf ve temizdir.
………………….”
Diyerek bizi ve elimizden hiç düşmeyen Magna’yı bir şiirde bir araya getirivermiştir.
Tütün bahsi geçmişken, Türkistan’da tütünün tüketimi yalnızca sigara içiciliği ile değildir. Anadolu’da belki de, yalnızca Kahraman Maraş yöresinde bulunan “ot atma” alışkanlığı, çok yaygın olmasa da Türkistan’da da vardır. Ön kesici dişler ile dudak arasına koyulan, meşe külü ile karıştırılmış ve toz haline getirilmiş tütün yaprağı, suyu tükürükle karışır ve nikotin ağız kılcallarından emilir. Alışık olmayanların ağız içini, bir anda yara edecek kadar sert olan bu karışım tiryakilerince, sigaraya tercih edilir. Bu çok ilginç ve dünyanın pek az yöresinde bulunan alışkanlık, Maraşlılar ile Türkistanlılar arasında bir irtibat olup olmadığını düşündürüyor, insana.
Çay paketlerinin üzerindeki markalar da, yabancılık bakımından sigaralara benzer. Yalnızca Semerkant’tan gelen kök çayların (yeşil çaylar) üzerinde Özbekçe ifadeler bulunur. Diğerleri, kakülleri görünür şekilde üzerlerine bir örtü almış Hintli kızların resimlerinin bulunduğu seylan çaylarıdır ve makbul olanları Hindistan’dan gelenleridir. Bu işin ustaları, yani hanımlar bir bakışta bu farkı ayırt edebilirler.
Geniş bir alana kurulan pazar, ilk gidenler için karmaşık görülse de, kendi içerisinde bir düzene sahiptir. Mesela; meyve sebze satanlar bir bölüm, et reyonları ayrı bir bölüm, tekstil, elektronik eşya, zahireciler,kuruyemişçiler, kullanılmış eşya satanlar ve hatta salatacılar ayrı bölümlerde yerleşmişlerdir. Ve elbette ayaküstü döviz bozan seyyar döviz büfeleri. Bunlar, pazara gelen Türklerin hemen hepsini tanırlar. Çünkü Türkiyeliler, onların en iyi müşterileridir. Hatta herkesin genellikle ayrı dövizcisi vardır. Onu özellikle arar bulurlar. Bazen müşteri kapma yarışında kavgaların çıktığı bile görülür.
Müşterileri kendilerine çekmek için birbirleriyle yarış içinde olmak genellikle Kazak pazar esnafının bir tavrıdır. Özbek satıcılar bu konuda ayrı bir terbiyeye sahiptirler. Sıralar halinde duran tezgahlar üzerindeki mallar, birbirlerine karışacak derecede yakın dururlar. Bir malla ilgilenirken malını öven satıcı, müşterisi, yanında duran aynı cins bir malla ilgilenmeye başlayınca hemen susar ve o andan itibaren komşusu size malına anlatmaya başlar. İşte bu davranışı gösteren satıcı büyük ihtimalle Özbek’tir. Özbek satıcılardan hiçbirisi asla komşusunun malı ile ilgilenen müşteriyi kendi tezgahı önüne çekmek için mallarını övme gibi bir davranışa girmez.
Pazar yeri davranışlarından, ilk öğrenilmesi gereken ise “Kaş! Kaş!” (Kaç! Kaç!) nidası duyulduğunda en yakın tezgahın kenarına sıkışmak gereğidir. Yoksa birileri sizi itekleyerek, arkalarında sürükledikleri arabalarıyla geçerler. Arabacılar ücreti karşılığı, pazardan alınan malzemeleri taksilere veya özel araçların yanına kadar taşırlar. Kazakça’da araba sözü, yalnızca bu taşıyıcıların kullandıkları el arabaları ve bir de at arabaları için kullanılır. Türkiye’de otomobiller için kullandığımız araba yerine ise “maşina” sözünü kullanırlar.
Türkistan pazarının en ilgi çekici bölümlerinden birisi de, hayvansal gıdaların satıldığı kapalı bölümdür. Bu yüksek yapılı, fabrika atölyelerini andıran binanın girişinde yumurtacılar ile başlar seremoni, sonra bal satanlar ve içeride et ve süt satanlar dizilmişlerdir. Karşı taraftaki çıkış kapısı ise ithal tavuk etlerinin satıcıları tarafından işgal edilmiştir.
Yumurtacıların önlerinde duran yumurtaların üzerleri küçük damgalarla süslü ise bu, onların çiftlikten geldiğinin işaretidir. İstisnasız her yumurtanın üzerinde gömlek düğmesi büyüklüğünde siyah renkli mühürler bulunur. Köy yumurtalarında ise bu mühür yoktur ve onlar diğerlerinden her zaman biraz daha pahalıdır.
Balcılar, kavanozlara doldurdukları süzme balları sıra sıra tezgahlarının üzerine koyarlar. Bunlardan kavanozunun içinde şeker beyazlığında görünenleri pamuk çiçeğinin ballarıdır. Pamuk tarlalarının yakınında tutulan arılar, bu beyaz çiçeklerden, yine onların renginde ak ballar yaparlar. Fakat maalesef şifalı olması ile meşhur olan bal, pamuk ziraatında aşırı kullanılan yaprak dökücü ilaçlar ve kimyasal gübrelerin kalıntıları ile bulaşık hale geldiğinden insan sağlığı için riskli bir yiyecek haline geliverir. Bu ayrıntıyı bilenler, pamuk ballarını tercih etmezler. Diğerleri ise altın renginde çiçek ballarıdır ve üretimi yaygın olduğundan her mevsimde bol ve ucuz bulunur.
Bu büyük binanın genel görüntüsüne bir kısmı beton tezgahların üzerinde bulunan bir kısmı da tezgah arkalarındaki çengellere asılı duran etler hakimdir. At ve koyun etleri, en sevilen etlerdir. Sığır ve keçi etleri ise daha ucuz ve fakirlerin tükettikleri etlerdir. Pazar esnafının erkek ağırlıklı olduğu tek bölüm, işte bu et reyonlarıdır. Diğer kesimlerin hemen hepsinde satıcılar, genellikle orta yaşın üzerindeki kadınlardır. Bu yaş grubu kadınlar giyim kuşamlarından çok işleriyle ilgilidirler. Fakat aralarında yer alan genç kızlar, yazları yürüyen insanların ayaklarından tozların kalktığı, kışın soğukların kol gezdiği pazar ortamında dahi makyajlarını tazelemeden tezgahlarının başına geçmezler. Soğuktan üşümüş ve titreyen elleriyle, tezgahın arkasında rujunu tazelemeye çalışan genç kızların bu hali, doğrusu hüzün vericidir.
Her pazarda olduğu gibi bu pazarın da vazgeçilmez bölümü sebze ve meyve reyonlarıdır. Yüksek sundurmaların altındaki bu bölüm, Türkiye pazarlarına alışanlar veya Taşkent pazarlarını görenler için bütün vazgeçilmezliğine rağmen çeşit bakımından pek zengin değildir. Patates, havuç, soğan, sarımsak gibi yer altında yetişen sebzeler oldukça boldur. Bu türler öbek öbek yığılırlar pazarın kenarına. Lahana, patlıcan, biber ve domates yer üstünde yetişen sebzelerin bulunabilenleridir. Bir de çok nadiren, Taşkent taraflarından gelen karnıbahar, arzı endam eder tezgahlarda. Ama bunların arasında biber, kendisi hakkında birkaç söz söylemeyi hak ediyor. Türkiye’de Arnavut biberi, halk arasında bazen acılığının gücünü ima niyetiyle cin biber denilen türe benzer küçük biberlerdir bunlar. Ancak bunların acısını tadanlar, Türkiye’dekilere “cin biber” demekle haksızlık ettiklerini hemen anlayacaklardır. Çünkü cin biberlerin acısı, bunların yanında melek huylu kalır. O derece acıdırlar ki, çorbaların içine parça halinde atılmazlar. Acı sevenler bu biberlerin kurusunu, bütün halinde çorbalarının suyunda bir iki saniye daldırıp çıkararak istedikleri lezzeti temin ederler. Bunları beş saniyeden fazla tutmak, çorba içeni kan ter içinde bırakacak kadar acı yapar.
Meyve çeşidi bakımından da pek fazla seçenek yoktur: Elma, kaysı, armut, nar ve iri hurma en bol bulunan meyvelerdir. Bir de mevsiminde çilek ve vişne. Narenciye, muz, kivi gibi lüks meyveler hep dışarıdan gelir ve oldukça pahalıdırlar. Bir de bol bulunan meyve üzümdür. Üzüm çeşidi bakımından Özbekistan kadar zengin olmasa da yazın başında erken olgunlaşan türlerden başlayarak pek çok çeşidini tatmak mümkündür. Ama en asili hiç şüphesiz kişmiş denilen çekirdeksiz kara üzümlerdir ki, bu türünde kendi içinde irisi, ufağı, daha şekerlisi gibi onlarca çeşidi vardır. Bol bulunan bu meyve kurutularak her mevsim satılır ve halk yoğun şekilde tüketir. Adettendir, Türkistan’da kurulan her sofrada , bir tabağın içinde mutlaka kişmiş kurusu, renkli kağıtlara sarılmış şekerlemeler ve kaysı çekirdeği içi birlikte bulunur. Zaten cevizi de ilave edersek, en yaygın bulunan kuruyemişler de bunlardır. Kişmiş tabağında bazen kaysı kurusu da yer alır.
Kurutulacak kadar bol yetişen bir diğer ürün ise kavundur. O da üzüm gibi, yazın başında erken yetişen türleriyle pazara girmeye başlar ve bundan sonra kavun kokusu şehirden hiç eksik olmaz. Bu güzel meyve ana vatanı olan Orta Asyayı, burası benim vatanım dercesine boydan boya kendi kokusuyla kaplar. Her yerde ona eşlik eden karpuz da aynı ölçüde bol bulunan meyvelerdendir bu civarda.
Orta Asya’nın elbette bir başka vazgeçilmezi de hiç şüphesiz pirinçtir. Akmercan pirinç türünün makbul tutulduğu bu grubun onlarca çeşidi vardır. Orta Asya’da bulunan pirinç türünden daha fazla sayıda da pilav çeşidi vardır. Bu diyarda adeta her şehrin, her kasabanın kendine has pilav pişirme usulleri vardır. İyi bir uzman, yediği pilavdan onu pişirenin nereli olduğunu tahmin edebilir. Ayrıca diğer yemekleri pişirme işi kadınların olsa da, özellikle Özbeklerde pilav pişirmek erkek işidir. Orta Asyalı erkeklerin hemen tamamı pilav pişirmeyi bilirler. Koyun eti, havuç ve kuyruk yağının pirinçlere verdiği lezzet, gerçekten Türkistan pilavının dünyadaki şanına layıktır.
Pirinç pilavını bu kadar yaygın yaparken, Orta Asyalılar bulguru hiç tanımamışlardır. Belki, bulgurun yerine Sovyet döneminde gelen gruşa adlı bir tahıl geçmiştir dense yeridir. Buğday ile yulaf arası bir bitki olan gruşa’dan yapılan pilavlar ve değişik yemekler, sevenleri için pirince tercih edilir..
Pazarın ilgi çeken bölümlerinden birisi de, giysilerin bulunduğu kısımdır. Paltodan çoraba, kalpaktan çocuk kıyafetlerine kadar her türlü giyim eşyası burada birlikte satılır.Fakat bu eşyaların büyük çoğunluğu kadınlar için getirilmişlerdir. Bu bölümde alıcıların da satıcıların da büyük ekseriyeti kadınlardan oluşur. Bu coğrafyada cins–i latif, en ağır ekonomik zorluklar içerisinde dahi letafetini korumak için olacak, giyimine kuşamına çok özen gösterir. Eğer bir yabancı, yalnızca kadınların kıyafetlerine baksa ve diğer yerleri görmeden ayrılsa bu şehirde ekonomik sıkıntı yok zannederdi. Orta yaş ve üzeri yaşlardaki hanımlar için bu durum biraz değişse bile diğerleri için fazlasıyla geçerlidir.
Her kıyafetin, her giyim tarzının bir modası olsa da, buralarda modası hiç geçmeyen itibarlı giyecekler kürk manto ve kalpaklardır. Tilki derisinden tavşan kürküne kadar kürklü giyim eşyalarının her türüne rastlamak mümkündür ancak en itibarlılar, vizon ve karagül diğer adıyla astragan kürklerinden yapılanlardır. Bunların kalite ve renkleri, kişinin sosyal statüsü ile uygun olmasına özellikle dikkat edilir.
Dünyada yalnızca bu coğrafyada üretilen astraganlar, karagül koyununun kuzularının derilerinde üretilirler. Astraganların görünüşlerinin bütün asaleti ve güzelliğine karşılık, üretim şekli son derece rahatsız edicidir. Astragan üretimi için doğan kuzular, hemen aynı gün hatta aynı saat içinde kesilerek derileri çıkarılır. Çünkü doğumdan sonraki her geçen saat deri üzerindeki yumuşak yünlerin bukleleri açılmaya ve rengi matlaşmaya başlar. Astraganların, bukleleri küçük ve rengi parlak olanları makbuldür. Bunu daha iyi temin etmek için, kuzunun daha doğum başlamadan ana karnından sezeryanla alınması yoluna bile başvurulur. Astraganların en yaygın rengi siyahtır, daha sonra gri olanlar gelir. En seyrek rastlanan ve dolayısıyla en kıymetli sayılanı ise “altınsur” denilen altın rengindeki postlardır. Bu kalpaklardan hemen her türünü Türkistan pazarında bulmak mümkündür.
Her kalabalık mekanın değişmez unsurlarından birisi olan dilenciler, Türkistan pazarının da değişmeyen elemanlarıdır. Türkistan pazarında dilencilik yapanlar, Tacik kökenlilerdir. Bir Kazak’ın dilencilik yapmasına asla müsaade edilmez. Bunu yasaklayan devlet değil bizzat Kazak halkının kendisidir. Bir Kazak, kazara dilenecek olsa, onu ilk gören Kazaklar tarafından tartaklanarak oradan uzaklaştırılacağı kesindir. Kazaklar arasındaki aile bağlarının güçlü oluşu ve yardımlaşma duygusunun hâlâ çok yaygın olması, dilenmeye zaten pek ihtiyaç bırakmaz.
Dilencilerin bir bölümü, insanların merhamet duygularını harekete geçirecek kılıklara girerek ve yine aynı istismara açık ses ve edalarıyla Allah rızası için sadaka isterler. Diğer bir grup ise, hizmeti karşılığı para alırlar. Bunlar ellerinde ağaç bir sap takılmış tenekelerin içinde yaktıkları üzerlik otlarını yakarak, çıkan dumanla insanları tütsülerler. Efsun–tifsunu kovacağına inanılan bu işlem sonrasında da muhataplarından ücret talep ederler. Bu işi yapanların tamamı da Taciklerdir. Satışları iyi olmayan pazar esnafından varsa nazar ve sihri bozsun diye tezgahlarını tütsületenler de vardır.