Türk Solu Örgüt İçi İnfaz

Politik açmaz yada şiddet Fetişizminin sonuçları üzerine

ÖDP taraftarı YENİDEN Dergisi: “Politik açmaz yada şiddet Fetişizminin sonuçları üzerine”

ÖDP’de yer alan ve bu partinin ana gövdesini oluşturan Devrimci Yol çevresi tarafından çıkartılan Yeniden Dergisinde de TKP(ML) TİKKO tarafından infaz edilen Behzat Yıldırım ve Devrim Yasemen Ildırten’in infazlarından bahsediliyordu. Yeniden Dergisine göre ÖDP üyesi olan iki devrimcinin öldürülmesinin hangi gerekçeyle olursa olsun kabul edilemezdi. Yeniden Dergisini 1 Haziran–Temmuz 1997 tarihli Özel Sayısında yapılan yorum aynen şöyleydi:

Son yıllarda, kimi devrimci çevrelerde yerli yersiz, ilkesiz ve hukuksuz bir şiddet giderek artmaktadır. Bu sorunun arkasında ideolojik–politik ve örgütsel sorunlar yatmaktadır.

Haziran ayı içerisinde İstanbul Kadıköy ÖDP üyesi iki kişi (Behzat Yıldırım ve Devrim Yasemin Ildırten) öldürüldüler. Daha sonra TKP (ML) isimli örgüt bunu üstlendi. TKP (ML), iki sayfalık (ve bir buçuk sayfası ne kadar güç koşullar altında mücadele yürüttüklerini izah etme çabalan ile doldurulmuş) bildiride, Behzat ve Devrimi hangi gerekçe ve “kanıt”lara dayanarak öldürdüklerini açıklamaya çalışmış.

Gerekçe: Benzer durumlarda olduğu gibi yine ‘ajan’, “işbirlikçi” ve “hain” olmaları!

Kanıt: Altı ay boyunca sorgulanarak öldürülen (kendi ifadeleriyle) bir grup karşı devrimci hücre elemanının “ayrıntılı ifadeleri”.

Baştan sona kadar, kuru iddialar ile dolu bildiride, yer yer (Devrimin cinselliğini kullandığı gibi) düzeysizlik örneklerine de sık sık rastlanmaktadır

Öte yandan aynı bildiride. ÖDP’nin Behzat ve Devrime sahip çıkması da “devlete yaranmak” olarak değerlendirilmiş

Açık ki, Behzat ve Devrimin öldürülmeleri özelinde tartışılması gereken bir çok husus Var. (TKP/ML’nin iddialarının doğruluğu, bunların ne tür somut kanıtlara dayandırıldığı vs)

Bunları önümüzdeki günlerde (veriler daha berraklaştığı ölçüde) ayrıntısıyla tartışacağız. Öte taraftan bu sorunun salt kınanarak, eleştirilerek asılamayacağı çok açık. Yapılması gereken bu yaşananlara kaynaklık eden gerçek nedenlerin üzerine cesaretle gitmektir.

Türkiye devrimci solunun bir bölümü son birkaç yıldır akıl almaz bir batağın içine saplanıp kalmıştır. Bu batak en yalın ifadesiyle örgüt içinde muhalif olanların yada ayrılıp ayrı bir örgüt kuranların ajan işbirlikçi, hain suçlamalarıyla infaz edilmesidir.

Merkezi politikalara itiraz edenlerin, yöneticileri eleştirenlerin çeşitli yöntemler ile susturulmaları, hatta (kimilerinin yaptığı gibi, yıllar sonra itibarları iade edilse bile) ölümle cezalandırılmalarını yada bu örgütten ayrılarak ayrı bir örgütlenmeye gidenlere, bırakın siyaset yapma yasakçılığını, yaşama haklarının dahi tanınmamasını siyasetin merkezine koyan bir tarz, devrimci çevrelerde giderek yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Örneğin DHKP–C’nin kendisinden ayrılan Devrimci Çözümcüleri, MLKP’lilerin yine kendilerinden ayrılan Halkın Birliği taraftarlarını öldürmesi, onlara siyaset yaptırmamaya çalışması hep aynı suçlamalar ile gerekçelendirilmiştir.(1)

“Hain ve ajanların” her koşulda öldürülmelerinin gerekip gerekmediği tartışması bir yana, bugün yaşananlar artık işin çığırından iyice çıktığının açık kanıtları olarak görülmelidir. Çünkü gerçekleştirilen bu infazların mesnetsiz gerekçelerine değil devrimci kamuoyu, kendi taraftarları bile artık inanmakta zorluk çekmektedirler, hatta inanmamaktadırlar. “Ne yapalım, bunlar savaşın gerçekliği, mücadele koşulları bunu gerektiriyor” gibi sebepler ile bu durum aklanamaz.

Kaldı ki, eğer gerçekleştirilen bu tür infazların (ve yerli yersiz kullanılan şiddetin) geniş emekçi kitleler içerisinde devrimci örgütlere ve devrimci mücadeleye sempati kazandırdığı. düşmana da korku saldığı falan düşünülüyorsa ciddi bir politik yanılgıya düşülüyor demektir. Bunun içinse öyle uzaklara gitme–ve gerek yoktur. Devrimci yapıların geniş emekçi kitleleri içerisindeki siyasal etkinliklerinin sonuçlarına bakmak yeterlidir.

Artık bunun herkes tarafından anlaşılmış olması gerekir diyoruz, bir de bakıyoruz her şey eski tas eski hamam!

Evet ne yazık ki. DHKP–C’den TİKB’ye, MLKP’den. TKP (ML)’ye (ve uzun yıllardır bu tarzı sürdüren PKK’ya) kadar bir geniş yelpazede, özellikle son birkaç yıldır kullanılan şiddet yoğun biçimde “içeriye” yönelmiştir.

Gerek örgüt içine gerekse de solun kendi ilişkileri içine. Ve ne gariptir ki, her defasında da aynı gerekçeler ileri sürülmektedir.

Ajan, polis, hain vs.

Öte yandan iş bugün öyle bir noktaya gelmiştir ki, öldürülenlerin ajan yada işbirlikçi hain olduklarının açık ispatı(2) adeta bir teferruat haline gelmiştir. Kişilerin öldürülmeleri neredeyse ajan, işbirlikçi olduklarının yegane kanıtı olarak algılanmaya başlanmıştır. Eğer örgüt öldürmüşse bir bildiği vardır. (Öyle ya örgütün hikmetinden sual olunmaz!).

Ancak örgütün ‘bildiğini” ne yazık ki, “kul” bir türlü öğrenememektedir.

Açık ki, yaşananlar esas olarak ideolojik–politik gerilik, kitlelerden tecrit olma, daralma, politikasızlık vs. gibi siyasi nedenlerden kaynaklanmaktadır.

Şimdi, ne kadar “sıkı disiplinli”, “çelik çekirdek” bir örgüt olduklarını her fırsatta döne döne anlatıp duran, bunu esaslı bir “siyasal ayrım” konusu haline getiren bu örgütlerin içerisinde nasıl oluyor da bu kadar çok polis. işbirlikçi, ajan, kontrgerilla elemanı ve hainin (hem de kimi zaman merkez komite düzeyinde) çıkabildiği tartışmasına hiç girmeden esas olarak, Türkiye devrimci solunda son yıllarda yoğunluk kazanan bu “örgüt içi infaz” ve “sol içi şiddete” kaynaklık eden kimi ideolojik–politik nedenler üzerinde duralım.

1– Son yıllarda yoğunlaşan “devrimci şiddetin yerli yersiz kullanımı, “örgüt içi infaz”lar ve “sol içi şiddet”; ideolojik–politik açmazın bir sonucudur!

Genel olarak devrimci sol grupların dünyada ve Türkiye’de yaşanan gelişmeler karşısında kendilerini ideolojik politik (ve örgütsel) olarak yenilemedikleri bir gerçek. 70’li yılların dünyası ve Türkiye’si koşullarında geliştirilen ideolojik–politik hatlarda en küçük bir değişme yaşanmadan bugünün dünyasında devrimcilik yapılamayacağı açıktır. Değişen dünya ve Türkiye koşullarında eski referanslar üzerinden politika yapmaya çalışmanın sonuçları, elbette ki salt, geniş kitlelerden tecrit olma, etkili bir devrimci siyaset geliştirememe ile sınırlı kalmamaktadır. Aksine bu süreç, kendi kendini bitiren bir başka sürece ebelik yapmaktadır. Siyaseten yaşanan tıkanıklık, geniş kitleler ile bağ kuramama nerede ve kime yöneleceği belli olmayan büyük bir “ötke” yaratmakta, diğer yandan Böylece “acelecilik” eğilimlerini güçlendirmektedir. Böylece karşılaşılan her sorun karşısında, aşın bir şiddet kullanımı ve kestirmeden (bir an önce) sonuç almayı(!) amaçlayan hamleler, tek çözüm yolu olarak görülmektedir. Böylesi bir süreç kaçınılmaz olarak başarısızlığın sorumluluğunu da kişilere, muhaliflere, siyasal hasımlara, ajanlara vs. bağlayacaktır.

Öyle ya, ideolojik–politik hatta bir sorun yoksa, sorun insanlarda, örgütsel ilişkilerde ve devletin saldırılarındadır. Böylesi mekanik, anti–Marksist bir yöntemin sonunda gelip. kendisini vurması kadar doğal bir sonuç olamaz. Başarısızlığın nedenlerini “içerde”ki teknik süreçlerde arama sonucu olarak “içe kapanma”; “yaşananlardan kişisel sorumlu arama” ve kendi kuyruğunu kovalayan kedi misali teknik meseleler etrafında dönüp durma bu sürecin en belirgin özelliklerinden birisidir. Elbette ki böylesi bir süreçte sorunlara neden olan çeşitli “kurbanlar bulmak ve sorunların yükünü bunların sırtına yüklemek en kestirme ve en kolay yoldur. Bu durum en özlü ifadesi ile, Nasrettin Hoca’nın bodrumda kaybettiği yüzüğünü bahçede aramasından başka bir şey değildir.

Hayır, yaşanılan sorun zannedildiği gibi, salt kişilerden, ilişkilerden yada (yaygın deyimle) “karşı devrimci güçlerin” “içerden” çökertme operasyonlarının pratik işleyişi engellemesinden kaynaklanmamaktadır. (Elbette bunların da önemli bir payı olduğu doğrudur en esas neden bu değildir).

Pratik işleyişte herhangi bir aksama yaşanmasa bile böylesine dogmatik, böylesine şematik bir politika yapış biçimi ve bugünü karşılamaktan uzak bir ideolojik–politik hat ile yarılabilecek bir yerin olmadığı (en azından devrimler tarihinde) görülmüştür.

Örneğin 25 yıldır dağda gerilla mücadelesi yürüten bir siyasi hareket olmakla övünen bir yapının, bugün Türkiye’nin en azından onda birinde (hadi yüzde birinde olsun) “kızıl iktidarları” çoktan kurmuş olması gerekmez miydi?

Yada kendini onlarca yıldır proletaryanın ve emekçi halkların öncü gücü, müfrezesi, partisi vs. görenlerin bugün örgütleyebildikleri, şu yada bu düzeyde mücadeleye sevk edebildikleri milyonlar var da biz mi bilmiyoruz? Açık ki, ortada dergilerde büyük büyük laflarla söylenip durulan o şeyler ile gerçek yaşam arasında (görmek isteyen her gözün görebileceği genişlikte) bir uçurum var. Ve bu uçurum öfke nöbetleri geçirerek, acele ederek, teknik sorunlar halledilerek aşılamaz. Dolayısıyla böylesi bir politik açmazın içerisinde karşılaşılan sorunların gerçek nedenlerinin üzerine cesaretle gitmek yerine “kestirme” yollara başvurulmasının bir anlamı yoktur. Kaldı ki, örgütsel sorunların, karşı devrimci güçlerin saldırıları ve sızma girişimlerine karşı elbette ki önlemler alınacaktır. Ancak bu sorun esas olarak ‘ajan ayları” ile değil, aksine geniş’ kitleler ile buluşabilen etkili bir devrimci siyaset geliştirilerek sağlanabilir. Teknik önlemler bu sürecin sadece ayrıntı noktalandır.(3)

2– Bugün yerli yersiz şiddet kullanmak, kan üzerine politika yapmak, kimi siyasetler için ayakta kalabilmek için tek varlık nedeni haline gelmiştir!.. Bu açmazın diğer bir yönü de karşılaşılan sorunların “keskinlik” gösterileri ile çözülebileceğini sanmaktır. Devrimin şiddet yoluyla gerçekleştirileceğine ilişkin politik tespitin dogmatik ve yanlış bir tarzda kavranması her durumda mutlaka şiddet kullanılması gerektiği eğilimlerini güçlendirmiştir. Her türlü politik etkinliğin merkezine şiddeti oturtan ve bunu teorileştiren (bunu kadrolarına, sempatizanlarına böyle kavratan) bir anlayışın sürekli tırmanan, yoğunlaşan bir şiddete başvurması bu sürecin kendi doğal gelişim seyridir. Oysa ki, devrim durumunun eylem çizgisi olan bu tarz doğru değildir. Diğer siyasetlerden farklılığını kullandığı şiddet ve dozajının yoğunluğu ile açıklamaya çalışmak, kitlelerde (özellikle genç unsurlarda) hakim olan şiddet kültürünün pekiştirilmesinden başka bir sonuç doğurmamaktadır. Dolayısıyla şiddet kullanımı bir dönem sonra mevcut taraftarları bir arada tutan yegane şey haline gelmektedir. Açık belirgin bir politik hatta dayanmayan bir şiddet kullanımının fetişleştirilmesi, karşı devrimci güçlere vurulamadığı zaman şiddetin kendi içine dönmesine yol açmaktadır. Çünkü bu örgütlenmeler devrimci mücadelenin tek kanıtını şiddet kullanılıp kullanılmadığına bağlamışlardır. Şiddet kullanıyorsan devrimcisin, kullanmıyorsan değilsin biçimindeki kaba bir indirgemecilik bir süre sonra her koşulda, her durumda şiddet kullanılmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Çünkü şiddet kullanımının devrimciliğin tek kriteri haline getirilmesi bir siyasal bumeranga dönüşmektedir (Elinizdeki tek araç çekiç ise çevrenizdeki her şeyi çivi olarak görürsünüz)

“Savaşıyoruz”, “mücadele ediyoruz”un taraftarlara ispatlanabilmesi ancak “şiddet” kullanımı ile olanaklı hale gelmiştir (Çünkü gözle görülür hissedilir başka bir politik faaliyet yoktur). İçeriye yada dışarıya dönük şiddet kullanılması bir süreliğine de olsa durdurulduğunda, mevcut bütün sorunlar hızla gün yüzüne çıkmakta ve örgütte çözülmeler yaşanmakta, bağış, yardım vs. durmakta ve örgütlenme ciddi bir yok olma sorunu ile karşı karşıya kalmaktadır. Bu yüzden de şiddet kullanımı belirli bir politik hattın gerçekleştirilmesine hizmet edecek tarzda yani bir araç olarak değil doğrudan doğruya bir amaç olarak görülmektedir. Bu yüzden de şiddet kullanmadan çözümlenebilecek en küçük bir sorun dahi yada şiddet kullanılmadığı durumlarda daha etkili sonuçlar alınabilecek bir politik çalışma, “uysa da uymasa da” misali illa ki şiddete bulaştırılmaktadır. Açık ki bu salt örgüt içi infazlarda yada sol içi çatışmada karşılaşılan bir durum değildir. En basit bir barışçıl gösteride dahi şiddet kullanmayı marifet sayan bir kafa yapısı bugün bir çok sözde “devrimci” çevreye hakimdir.

Defalarca kez yazdık. Önemli olan devrimci bir eylemin politik sonuçlarıdır. Yoksa şiddet kullanılıp kullanılmadığı değil. Ancak politik olarak ciddi bir açmaz içinde olan bir çok devrimci çevrenin bugün varlığını sürdürebilmesi, ayakta kalabilmesi ne yazık ki, sürekli şiddet gösterileri yapmasına, kan dökmesine yada kanının dökülmesine bağlı hale gelmiştir. Böylesi bir kısır döngü içerisine hapis olmuş bir faaliyetin hiçbir başarı şansı olmadığını söylemek için kahin olmak gerekmiyor. İlkesiz. amaçsız şiddet kullanımı, kör bir şiddetten başka bir şey değildir. Devrimciler kör şiddeti kesinlikle reddedenler.

3– Bu tutum, aynı zamanda mahkum edilmesi gereken bir “sosyalizm” anlayışının ürünüdür!

Sol içi şiddetin ve “cezalandırmanın” tarihi yeni değil kuşkusuz. Bu sadece geri kalmış bir sol kültünün değil aynı zamanda bir sosyalizm anlayışının da sonucu. Kendisi gibi düşünmeyenlerin, örgüt yada parti içinde iktidara muhalif olanların, fikirlerinin devrime zarar vereceği düşünülenlerin karşı devrimci yada burjuva işbirlikçisi olarak nitelendirilmesi ve cezalandırılması çok eskilere dayanıyor. Sovyet devrimini birlikte yapanların daha sonra kendi aralarındaki iç hesaplaşmaları, Moskova Mahkemeleri’nde pek çok devrimcinin ölüme mahkum edilmesi, Troçki Olayı, sol muhaliflerin yollandığı toplama kampları hala belleklerde. 1917’den bu yana yapılan pek çok devrimde de benzer süreçler yaşandı. Bir sosyalist özgürlük ve demokrasi anlayışını kendi içerisinde geliştiremeyen örgüt ve partilerin nerelere kadar gidebileceğini sosyalistler çok acı deneyimlerle gördüler, yaşadılar. Kamboçya ve Pol Pot, bunun en uç ve en vahşi örneğidir. Milyonlarca insan “batı ajanı olduğu” gerekçesiyle katledildi. Türkiye’de de kimi siyasetlerin sahiplendiği ve öykündüğü Peru’daki Aydınlık Yol’un eylemleri ve örgüt içi demokrasi anlayışı da bu tarza bir başka örnek.

Bu tarz bir “devrimci” siyasetin emekçi halklara verebileceği aydınlık ve güzel bir gelecek umudu olamaz. Böylesi bir kafa yapısının kuracağını iddia ettiği “yeni” toplum, sosyalist değil, herkesin birbirine korku ile baktığı, her apartmana bir “devrim muhbirinin” yerleştirildiği, baskı ve korkunun kol gezdiği, en küçük bir muhalefete dahi tahammül etmeyen baskıcı bir rejim olabilir ancak. Bunun ise sosyalizm ile bir alakasının olmadığı açıktır.(4)

4– Devrimciler her koşul altında ilkeli ve açık bir hukuka sahip olmalıdırlar!

En geri burjuva devletinin bile bir hukuku vardır. Hukuk alanı aynı zamanda bir mücadele alanıdır. Burjuvazi, kendi yasaları kendisini engellediği zaman başka araçları devreye sokan: gizli servisler, kontrgerilla örgütlenmeleri, gözaltında kayıp, faili meçhul vs. Ancak en gözü kara devlet bile yaptığı işi halkın gözünde meşrulaştırmaya çalışır. Bu meşruluk bir yanılsamadır ama yine de halkın onayını alma ihtiyacını hisseden.

Sosyalistlerin ise çok uzun zamandan beri kendi içlerinde bir hukuk anlayışlarının kaldığı su götürün. En geri tavırlar, en zararlı eylem biçimleri, halkın gözünde hiçbir meşruluğu olmayan “politikalar” bugün devrimcilik adına savunulabilmektedir. Oysa ki, devrimciler her koşul altında ilkeli olmalı ve sadık kalacakları açık bir hukuka sahip olmalıdır. Devrimcilik iddiası devrimcilere keyfi davranabilme hakkını vermez. Keyfiyet devrimcilere değil ancak burjuvaziye özgü bir tutumdur. Devrimciler attıkları her adımın hesabını halka açıkça verebilmelidirler. Kendinden menkul bir meşruluk anlayışını devrimciler savunamaz. Hele hele “ben devrimciyim, ben yaparım olur” mantığı devrimciler tarafından kesinlikle reddedilmelidir.

Bu durum insan hayatı söz konusu olduğunda iki kere böyle olmalıdır. Devrimciler yeni bir yaşam kurmak için yola çıkarlar. Bu yeni yaşamın öznesi ise insandır. Bu devrim sonrası için olduğu kadar devrim öncesi mücadele koşullarında da böyledir.

Aksi takdirde devrimciler keyfi davranışları ve hukuksuz tavırları yüzünden geniş emekçi kesimlerinden dışlanacaklardır. Öte taraftan da ilkesizlik. hukuksuzluk bir gün dönüp kendilerini de vuracaktır.

Bu tartışma bitmez…

Evet bu tartışmanın bitmeyeceği açık. Bitmesi de doğru değil. Aksine bu tartışmanın yaygınlaştırılması ve derinleştirilmesi gerekir. Çünkü bu yaşananlar, “münferit” yada sadece muhataplarını ilgilendiren bir sorun olarak değerlendirilemez. Sorun politik bir sorundur, dolayısıyla çözümü de politik olmalıdır. (Elbette bu kimi somut pratik adımların atılmayacağı anlamına gelmez)

Bugün etkili, güçlü bir devrimci hareketin olmadığı koşullarda sapla samanın, doğru ile yanlışın birbirine karışmasından bu tür sonuçlar doğmaktadır. Bu yarılışların en etkili panzehiri de yine bir devrimci harekettir. Devrimciler ile geniş emekçi kitleleri arasında zaten var olan güvensizlik ilişkilerini pekiştiren böylesine dar bir “devrimci siyaset” anlayışının bir an önce terk edilmesi salt kendileri açısından değil, bütün devrimciler açısından son derece önemlidir.

Bunun yolunun ise, bir yandan yoğun bir ideolojik mücadele geliştirirken diğer yandan doğru bir devrimci siyaseti geniş emekçi kitleleri içerisinde örmekten geçtiği ise unutulmamalıdır.

Yazının Dipnotları:

(1) 80 öncesi sol içinde yaşanan çatışmaların devrimci mücadeleye verdiği telafisi mümkün olmayan zararların nelere yol açtığı hala belleklerde olmasına rağmen, bu tarzın, üzerine yeni bir cila çekilerek aynen sürdürülüyor olması hayret vericidir.

(2) Nasıl ispatlasınlar ki birçok durumda ellerinde doğru dürüst somut delil bulunmamaktadır. Hangi yöntemlerin kullanıldığı bile belli olmayan, adına “sorgulama” dedikleri (zaman zaman sorgulananların öldükleri) bir süreç sonunda verilen hüküm gereği öldürülen onlarca insanın gerçekten ajan olup olmadıkları çoğu kez açık ve net olarak anlaşılamamaktadır.

(3) Cezalandırma ise (etkisiz kılınması için bütün yollar denendikten sonra başka bir seçeneğin kalmadığı koşullarda) çok istisnai bir durum olarak kavranmalıdır.

(4) Elbette bu tür anlayışları savunan yada devrimcilikle alakası olmayan eylem biçimlerine yönelen örgütlerin arkasında duranlar, ne devrimi yaptıktan sonra idam cezasını kaldıran Sandinistleri, ne elçilik baskınında rehineleri öldüremeyen MRTA militanlarını, ne kent gerillasının en önemli örneklerinden olmalarına karşın hiçbir eylemlerinde bomba kullanmayan, onca eyleme karşın sadece –birisi çatışma sırasında– iki kişiyi öldürmüş olan Uruguay’daki Tupamaroları anlayabilirler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: Content is protected !!