Hacı Bektaş-ı Veli

Sünnîlik – Şiilik

SÜNNÎLİK-ŞİİLİK

Sünnîlik, Şiilik, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, Alevîlik gibi tabirler günümüzde ve tarihte müslümanları anlatmak için kullanılan sıfatların başında gelmektedir.
Söz konusu sıfatların İslamiyet’in aslında olmadığı, sonradan çıkan bazı akımları anlatmak için, kullanıldığı bilinen bir gerçektir. Ancak bu vasıflamaların ait olduğu akımı isimlendirmenin de ötesinde, zaman zaman münte-siplerini küçümsemek ve aşağılamak için de kullanıldıkları gözlemlenmektedir.
Konumuz ile ilgili olarak yaptığımız alan araştırmalarında Sünnîlerin olduğu kadar Alevîlerin de kendi aralarında hoşa gitmeyen bir davranış gördüklerinde: “Sünnî”, “Sen Sünnî misin?”, “Sünnîlik yapma” gibi tâzirlerde bulunduklarını müşahade ettik.  Aynı durumun Sünnî olarak tabir edilen kesim için de geçerli olduğu bilinmektedir.
Sünnî tâbirinin hicri ikinci ve üçüncü asırlarda kullanılmaya başlanıldığını görüyoruz söz konusu tâbirlerin ortaya çıkışları ile ilgili olarak yapılmış ciddi çalışmaların bir elin parmakları kadar az olduğu da ayrı bir müşadahe konusudur.
Bu konuda yapılmış olan ilk ciddi çalışma, Montgomery Watt’a aittir. Watt, “İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri” isimli kitabında Sünnî ve Şii mevhumları üzerinde durmuş, söz konusu kavramların ortaya çıkışlarını tarihi referansları ile aydınlatmaya çalışmıştır.  Watt’ın adı geçen eserini Türkçe’ye çeviren Ethem Ruhi Fığlalı da “Çağımızda İtikâdi İslam Mezhepleri” isimli kitabında konuyu ayrı bir başlık olarak ele almış ve aydınlatmaya çalışmıştır.  Ancak bahsedilen eserde, Fığlalı’nın refaranslarının da Watt’ın referanslarıyla aynı paralelde olduğu görülmektedir. Bu hususta, Fığlalı Montgomery Watt’la aynı görüşleri paylaşmaktadır.
Watt ve Fığlalı’ya göre” Sünnî” ve “Sünnîlik” mefhumlarının belirgin bir şekilde ortaya çıkışları hicri üçüncü asırda olmuştur. Watt bu hususta, İbni Batta el-Ukberi’nin El- İbane’sindeki bir rivayeti delil gösterir.
İbn Batta el-Ukberi (387/997), el-İbane adıyla meşhur olmuş Kitabu’ş-Şerh ve’l-İbane alâ Usuli’s-Sünne ve’d-Diyane adlı eserinde Sait B. Cübeyr (95/714)’den şu rivayette bulunur: “Benim için tam anlamıyla fâsık bir sünnî ile dostluk, ibadetlerine düşkün ama bidatçı olan biriyle dostluktan daha iyidir.”
İbni Batta’nın hicri üçüncü asırda yaşamış olması, Watt tarafından sünnî tabirinin ilk defa bu dönemde kullanıldığına delil olarak gösterilir. Ancak Hayri Kırbaşoğlu Watt’ın bu görüşüne katılmamaktadır. Kırbaşoğlu, Ehlu’s-Sünne tabiri gibi Sünnî tabirinin de hicri ikinci asrın başlarından itibaren kullanılmaya başlanıldığını söylemektedir. Kırbaşoğlu, bu iddiasına delil olarak, İbn Batta’nın rivayetindeki ibarenin Sait b. Cubeyr’e ait olduğunu, Sait b. Cübeyr’in de hicri ikinci asırda yaşamış olduğunu gösterir: “Her ne olursa olsun, bizce önemli olan Sünnî tabirinin de hicri ikinci asrın başlarından itibaren kullanıldığı görülen Ehlu’s-Sünne, tabirine bağlı olarak, aynı tarihlerden itibaren kullanılmaya başlanıldığıdır.”(34)
Söz konusu rivayetten anlaşıldığı üzere, Sünnîlik sünnetten sapmalara bir tepki olarak doğmuştur ve karşısında sadece Şiilik yoktur. Sünnî tabir edilen grup bidatçı tabir ettiği bütün kesimleri karşısına almaktadır.
Şiiliğin ortaya çıkışı da hemen hemen aynı tarihlere rastlamaktadır. “Terim olarak Şia, Hz. Peygamber (s. )’in vefatından sonra, Hz Ali ve Ehl-i Beyt’ini halifelik, “İmamet” için en layık kişiler olarak gören ve onu nass ve tayin ile meşru halife kabul eden ondan sonraki halifelerin de onun soyundan gelmesi gerektiğine inanan toplulukların müşterek adı olmuştur.”(35)
Sünnîlik gibi Şiilik kavramının da doğuşu ile ilgili tam bir tarih vermek fevkalede zordur. “Ancak Şia, Şia’nın fırka olarak zuhuruna kadar ‘taraftar’ anlamında, Arap dilinde sık sık kullanılmış bir kelimedir. Genel anlamda bu kullanılış, Hz. Hüseyin’in 10 Muharrem 61/10 Ekim 680 tarihinde Kerbela’da hunharca şehit edilişinden sonraya kadar devam etmiştir. Bu hâdiseden kısa sayılabilecek bir müddetten sonra Şia, bir terim olarak Emeviler’e karşı Hz. Hüseyin’in intikamını almak ve bu arada Hz. Ali ve Soyu’nun haklarını aramak, onun soyuna yardım etmek için toplananları ve onlara taraftar olanları ifade etmeye başlamıştır denebilir. Bu aynı zamanda ilk şii fırkalarının siyaset sahnesinde yavaş yavaş vücut bulmaya başlamalarının da en erken tarihidir.”(36)
Tevvâbûn Hareketi ve Muhtar es-Sakafi Hareketi Şia’nın oluşmasında önemli rol oynamıştır. (37) Bunlardan sonra Emeviler’e karşı Ehl-i Beyt adına ayaklanan ilk şahıs Hz. Hüseyin’inin torunu İmam Zeyt b. Ali b. el-Hüseyin (122/740)’dir. O’nun Hişam b. Abdülmelik zamanındaki hareketi başarıya ulaşmamışsa da fikirlerini devam ettiren oğlu Yahya (125/743) ile birlikte Zeydiyye vücut bulmuştur. Bugünkü İmamiyye Fırkası’nca altıncı imam olarak bilinen Cafer es-Sadık’ın ölümünden sonra Ehl-i Beyt’e bağlananlar arasında ihtilaf çıkmış, bir kısmı Cafer es-Sadık’ın büyük oğlu İsmail’i imam tanıyarak ayrılmışlar ve böylece İsmailiyye vücut bulmuştur. (38)
Alevîlik konusuna gelince, durum değişmektedir. Ethem Ruhi Fığlalı, Alevîliğin İslam düşünce tarihi araştırıcısı için en karmaşık konuların başında geldiğini hatırlatarak, karmaşıklığı doğuran konuların başında, isim konusunun geldiğini kaydetmektedir. (39)
Alevî kelimesi, “Arapca Hz. Ali isminin nisbesidir. Hz. Ali’ye mensup olanlara denilmektedir.”(40) Mezhep ve tarikat edebiyatnda Hz. Ali’yi sevmek ve saymak “Alevîyat” ve alevî kelimeleri ile ifade edilmiştir. (41)
Hz. Ali’yi sevmek ve ona tabi olmak manasında olan alevî kelimesi uygulamada bir birine zıt oldukça uzak ma-nalara bürünür. Bazen bu kelime ile, Hz. Ali’yi ilah tanıyan bir zihniyet, bazen da mâsum bir Ehl-i Beyt sevgisi kendisini ele verir. Bazan alevî kelimesinin şia kelimesi ile eş anlamlı olarak da kullanıldığını görüyoruz. Türkiye’de Alevî olarak tabir edilen kesime baktığımızda karşımıza yoğun bir Hz. Ali ve Ehl-i Beyt sevgisi ile birlikte uygulamada Hanefi ve Şafi mezheplerine tabiiyet çıkıyor. Bu durumda Türkiye Alevîliği Şia’dan ayrılıyor.”Ayrıca bugün bile İslam milletlerinden her birinin Hz. Ali sevgi ve bağlılığını ortaya koyuş şekilleri de birbirlerine göre küçümsenmeyecek farklılıklar gösterir. Mesela Yemenli ve Kuzey Afrikalı Alevîliği ile Iraklı, İranlı, Pakistanlı Alevîliği, hele Türk’ün Alevîliği arasında kıyaslanamayacak derecede farklı özellikleri vardır. Nitekim bir Zeydî, hatta bir Sünnî Türk, Hz. Ali’yi sevme ve sayma ve ona bağlı olma anlamında Alevî oldukları halde, kesinlikle İranlı veya Iraklı bir Alevî ile yan yana düşünülemez; Çünkü bu sonuncular meseleyi mücerret sevgi, saygı bağlılık anlayışının ötesinde ayrı bir fırka olarak ele almak durumundalar. Bu sebeptendir ki, özellikle Türk kültüründe Hz. Ali ve Ehl-i Beyt Sevgisi ve Saygısı bütün canlılığı ve ihtişamı ile yaşamasına rağmen siyasi bir fırka hüviyetinde olan Şia itibar görmemiş ve taraftar bulamamıştır.”(42)
Hz. Peygamberi her işte örnek almak O’na tabi olmak din işlerinde O’nu şaşmaz ve değişmez tek örnek almak olarak yorumlanan Sünnîlik ile Hz. Ali’ye ait olmak şeklinde açıklanan Alevîlik, çağların akışı içerisinde yan düşünceler ile beslene beslene bir toplum görüşü bir yöntem biçimi özelliği kazanmıştır. (43)
Bir birlerine zıt gibi gösterilmek istenen bu iki akım aslında aynı akımdan başka bir şey değildir. Hz. Ali’nin yolu hiç şüphesiz. Hz. Peygamber’in yoludur. Hatta Peygambere tabi olanlar arasında, onun yolunu, düşüncesini en iyi bilen ve uygulayanların başında Hz. Ali gelir. (44)
Hz. Ali, Hz. Peygamber’in izindedir. O’nun yolunu, getirdiği dini bir bütün olarak benimsemiş ve hayatını peygamberin getirdiği öğretiye göre şekillendirmiştir. Bir din deyimi ile söylemek gerekirse, Hz. Ali bir “Sünnî”dir. (45)
Ülkemizde yaşayan bir çok Alevî vatandaşımız da bu şekilde düşünmektedir. “Alevî İslam İlmihali” isimli kitabın yazarı Seyyit Veysel Semih Şeker, Sünnîlik’le Alevîliğin kaynak itibarıyla bir olduğunu vurgulayarak, (46) Sünnîliğin Alevîlikten doğduğunu savunmaktadır. Ona göre Hz. Ali’ye tâbi olan herkes Alevîdir. Nitekim bütün Sünnîler de Hz. Ali’yi büyük ve saygıdeğer birisi olarak bilmektedirler. (47) Ayrıca Ülkemizde Sünnî tabir edilen vatandaşlarımızla Alevî olarak vasıflanan vatandaşlarımız ibadetlerini de aynı şekilde yapmaktadırlar. İslamın beş şartını oluşturan ibadetlerde önemli bir farklılık göze çarpmamaktadır. (48)
Türkiye’de alevî tabiri; bektaşî, kızılbaş, tahtacı, sıraç gibi tabirler ile eş anlamlı olarak kullanılmıştır. (49)
Abdulkadir Sezgin, alevî tabirinin ülkemizde son 170 yıldır kullanıldığını söylemektedir: “Alevî sözü her ne kadar Arapça ve beyn’el İslam bir kelime ise de, devletimizin tarihinde yenidir. Osmanlı Devleti, tarihi boyunca bektaşî deyimi kullanılmıştır. 1826 yılında yeniçeriliğin kaldırılması ile birlikte Bektaşîliğin yasak dönemi başlamıştır. İşte bu yasak döneme kadar kullanılan Bektaşî kelimesi yerine aynı şeyi ifade etmek üzere yasaklanmamış olan alevî deyimi kullanılmaya başlanılmıştır.”(50)
Netice olarak diye biliriz ki; Hurufîlik, Batinîlik gibi hârici unsurları bir tarafa bırakacak olursak Oniki İmam kültü dışında Şii motiflerinin fazla ağırlıklı olmadığı Anadolu Alevîliği’ni Sünnîliğin tam olarak karşıtı, ya da Şiiliğin bir alt kolu olarak göremeyiz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: Content is protected !!