Şûrâ-yı Ümmet Gazetesi’nin Yeni Yayın Politikası
Şûrâ-yı Ümmet Gazetesi’nin Yeni Yayın Politikası
Cemiyetin kitabet işlerini gören Sami Paşazade Sezai Bey Ahmet Saip Bey’den aldığı bu mektup üzerine kendisine lazım gelen nasihatleri vererek demişti ki: “Elele verelim, açık alınla, gözlerimiz vasi ufuklara müteveccih olduğu halde garaz gibi, hiddet gibi hodestalık gibi yürümemize mani şeyleri çiğneyerek istikbale doğru gidelim.”
Tabii “Şûra-yi Ümmet” gazetesi bir müddet sonra Ahmet Saip Bey’in elinden alınarak büsbütün başka bir şekilde neşrolunmağa başlanmıştı. Doktor Bahaeddin Şakir Bey’le arkadaşları yalnız “Şûra-yi Ümmet” değil, her hangi bir neşriyatı halka okutmak için takip edilecek usul hakkında şunları düşünüyorlardı:
“Şûra-yi Ümmet menfaatperest, insanlıktan mahrum, zalim, mes’ul bir hükûmetin adamlarile mağdur, lakayt, meyüs, cahil bir millet efradına okutturulmak ve her iki tarafı da selamet yoluna sevketmek maksadile neşredildiği için münderecatının mütenevvi olması zaruridir.
Şimdiye kadar çıkan Şûra-yi Ümmet nüshalarında hükûmetin mes’uliyeti, zulmü hakkında uzun uzadıya bahisler cereyan etmiş, lakin o mes’uliyette hisseleri olanların kimler olduğu layıkile tayin edilmemiştir. Padişah zalimdir, memleketi tahrip ediyor. Onu bu zulüm bu tahribe sevk eden sebep nedir? Yalnız Padişah’ın hain olması hükûmetin bu derece tenezzülüne kafi gelir mi? Vükelanın, vüzeranın, mülki ve askeri ricalin ef’al ve harekatı şiddetle muahaze olunmaya layık değil midir? Osmanlı Hükûmeti’nden memnun olmayan Osmanlı tebaasının “biz sultanın ef’alinden ziyade Türk hükûmetinin muamelelerinden müştekiyiz, demelerinde kısmen olsun hakları yok mudur?
Zalim bir padişaha alet olan, hırsızlık eden, sayesinde yaşadığı milletin hakkını gaspeden bir memurun casusluk gibi dünyanın en fena bir mesleğile o zalim hükûmete hizmet eden bir adamın yaptığı şeylerden şiddet müaheze edilmiyor? “Şûra-yi Ümmet”in en mühim vazifesi milli ahlaka hizmettir. Bu hizmeti yapmak için her türlü ahlaksızlık irtikap edenleri terzil ve onlar hakkında herkesin nefretini celbetmekten hiçbir vakit tekasül gösterilmemelidir. Avrupa matbuatının bir cinayete lüzumundan fazla ehemmiyet vermesi caniyi teşhirden ziyade cinayete nefret hissini uyandırmak mülahazasına müstenittir. Bu yolda yazılacak makalelerin tesiri muharririn kalem kuvveti nisbetinde olacağı için heyetimiz her türlü vasıtaya müracaatla büyük ediplerimizin muhabbet ve teveccühünü celbe gayret etmelidir.
Bir memlekette hükûmet zalim olursa millet bittabi mağdur olur. Cehalet ve kayıtsızlık sebebile millet duçar olduğu bu mağduriyetten kurtarmak için tesirli çareleri bildiren makalelerin herkesin anlayabileceği bir surette her nüshaya basılması elzemdir. Bu yolda şimdiye kadar yazılmış olan makalelerin tesirsiz kalmasına başlıca iki sebep vardır. Birisi hükûmetin kasti olarak ilka ettiği meyusiyet fikri, diğeri de tamah hissinden mahrumiyettir. Vatandaşlarımıza istikbal için ümit verilmez ve her türlü terakkiye vasıta olan tamah hissi ilka edilmezse yazılan makaleler ne kadar güzel olsa da hiçbir tesiri görülemez.
İşte bu mülahazaya mebni “Şûra-yi Ümmet”e bir taraftan milletimizin mahvolmak tehlikesinden kolaylıkla kurtulabileceğini, arazimizin zengin, milletimizin zeki ve her türlü fedakarlığa müstahak olduğunu, diğer taraftan da garbin terakkiyatına hizmet eden büyük adamların muhtasaran ahvali tarihiyelerini yazmak icap eder. “milli mefahir” namı altında Osmanlılık aleminde velev ki nadir olsun yetişen hamiyet ve liyakat ashabını misal olarak kaydetmekte elbette fayda vardır. Kemal Bey merhumun “Kanije” seferi hakkındaki eserinin okuyanlar üzerinde bıraktığı tesir inkar edilemez.
“Şûra-yi Ümmet” i okuyanların ekseriyetle memur ve vatan haricinde kalmış Müslümanlar olduğu düşünülürse bunların fikri seviyelerde ahlaklarını yükseltmeğe hizmet edecek makalelerin kaydında birçok faydalar husule geleceği aşikardır.
Şimdiye kadar çıkan “Şûra-yi Ümmet” nüshalarında en ziyade göze çarpan kusur payitaht ve taşra ahvaline ait malumatın, mektupların az olmasıdır. Gerek bu nokta üzerine, gerekse bazı nüshaların baştan aşağı siyasi makalelerle doldurularak yeksenak bir şekil alması üzerine tahrir heyetinin nazarı dikkati celbedilmelidir.”
Yeni tarzda neşri tekarrür eden “Şûra-yi Ümmet”in Türkiye’de valilere, mutasarrıflara, kaymakamlara, müşürlere, fırka kumandanlarına, livalara, ümera-yi askeriyeye, mektep müdürlerine, defterdarlara, muhasebe mümeyyizlerine, mektupçulara, evrak müdürlerine, vilayet idare meclislerine,maarif, belediye ve mahkeme azalarına, müftülere ve daha birçok memurlara gönderilmesi tasavvur ediliyordu. Fakat bu irsalat fazla posta ücretine mütevakkıf olduğu için irsalatın iki kısma ayrılması lazım gelmişti. Çıkan her nüshanın bir miktarı münavebe ile iki ayda bir kere gönderilebiliyordu. “Şûra-yi Ümmet” matbua olarak değil, zarflar içinde gönderildiği için posta ücreti çok tutuyordu. Dahildeki memurlardan maada gazete hariçteki Sefirlerimize ve konsoloslarımıza da yollanıyordu.
Abdülhamid’e karşı yapılan bi neşriyatın tevsii için bir çok yerlere başvurulmuştu. Her şeyden evvel zengin Mısırlılara müracat edilmiş ve onlar tarafından nakti muavenet teminine çalışılmıştı. Neşriyat için fazla para tedariki mümkün olursa bu para ile bir de Arapça gazete çıkarılacak ve Araplarla meskun olan memleketlere ve bilhassa Hacılara dağıtılacaktı. Fakat bu teşebbüs hiçbir netice vermemişti. Deniliyordu ki:
“Mısırlılar evet zengindirler. Sefahatleri için milyonlar sarfederler. Fakat bu nevi Mısırlılardan hiçbir istifade ve muavenet memul değildir. Meşerleri bunu ispata kafidir.
Mısırlıların cahil kısmı ile uğraşmak ise hem kabil değildir ve hem de neticesizdir. Çünkü onlarda akıl yok, para yok, muhakeme yok.
Mısırlıların münevver kısmı kendi dertleriyle, kendi siyasetleriyle uğraşmaktadırlar. Bu da İngilizleri Mısır’dan tardetmektedir. Bu siyaset muktezası, bizim arzumuz hilafına, bilakis Türkiye’ye hilafet makamına ve sultana istimat etmektedirler.
Onun için Mısır’da Osmanlı ve bilhassa Türk alemi – ki ne kadar inkılaplar geçirirsek geçirelim hükûmetimizin, saltanatımızın ruhu, esası bu kavimdir – için yapılacak hiçbir şey yoktur.
Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti’nin Mısır’da değil şube halinde çalışması, belki eğlenmek üzere haftada bir defa üç beş Türk, hatta Mısır’daki bütün Türkler birleşseler bile iyi bir netice elde etmeğe muvaffak olamazlar, işsiz kalırlar.
Aynı sebepten dolayı Arapça neşriyattan da hiçbir fayda çıkamayacaktır. Çünkü bu neşriyatın Arap olmayanlara faydası yoktur. Arapların aşağı tabakasını teşkil edenler o neşriyattan bir şey anlamazlar, yüksek tabaka ise başka türlü bir siyaset derdile meşguldür. Yüksek sınıfı teşkil eden Mısırlılar kendileri için maddi faydalar temin etmek üzere uğraşırlarken hayali ve uzak bir gaye arkasından koşamayacakları da pek tabiidir.
Arapça neşriyat ile değil yalnız Mısır’da, hatta Suriye, Hicaz, Yemen ve Trablus’ta bir hizmet görülmesine imkan yoktur. Çünkü bu havalide yaşayan Araplar gerek Abdülhamid’in fena idaresinden, gerekse milli fikirler beslemelerinden ve ecnebi teşvikatına kapılmalarından dolayı zaten lüzumu kadar Türk hükûmetine düşmandırlar. Onlara hükûmetin ayrı milletin ayrı şeyler olduğunu anlatmak, bu maksatla beyannameler dağıtarak yeni bir cereyan husule getirmek, deveye hendek atlatmaktan güçtür. Onların nazarında hükûmet, saltanat, halife ve hilafet hep aynı şeylerdir.
Hacılara gelince bunların yüzde yetmişi Rusya’lı ve garplıdır. Türk hacılarının yüzde doksanı hazine-i hassanın lütfile seyahat ederler. Geri kalanları da salabet-i diniye sahibi, yani halife ve Abdülhamid muhibidirler….”
Arapça neşriyat hakkında bu neticeye vasıl olanlar diyorlardı ki:
“Türklüğün, saltanatın esası ve ruhu olan Anadolu’da heyecan hususule getirmek herhangi bir teşebbüsten daha ziyade faydalı olur. Onun için bütün gayret ve faaliyet Anadolu’ya tevcih edilmelidir. Oraya muharrik müşevvik göndermeye matuf bulunmalıdır. Şayet böyle yapılacak olursa, iş yalnız “Şûra-yi Ümmet” gibi bir gazeteyi neşre inhisar etmezse, derhal para bulmak kabildir. Buna, bu maksada para hazırdır. Fakat neşriyat ve saire gibi işler için kimsenin para vermeğe arzusu yoktur.
Abdülhamid’i devirmek için bütün Osmanlı İmparatorluğu’nu ayağa kaldırmaya asla lüzum yoktur. Paranın, askerin membaı olan Anadolu işlenmelidir. Şayet burada muvaffak olunursa, o zaman neşriyatı da arttırmalıdır. O zaman bir taraftan teşvikat, diğer taraftan da neşriyat ile hükûmet mütemadiyen iz’aç edilmiş olur. Bizim ailece göreceğiz işlere Osmanlı İmparatorluğu’nun matbu değil, tabi milletleri karıştırılmamalıdır.”
Anadolu’yu ayaklandırmak için ortaya atılan fikir doğru ve muhik olduğu kadar zordur ve tatbiki kabil değildi. Çünkü birçok defalar yazıldığı veçhile kimsenin kimseye itimadı kalmamıştı. En hararetli hürriyet taraftarı ve Abdülhamid aleyhtarı gibi görünen Karadeniz havalisi hakkında bile büyük ümit beslenmiyordu. Yapılacak teşkilat hakkında o havaliden gelen bir mektupta ahalinin halet-i ruhiyesi hakkında deniliyordu ki:
“Hayli zamandan beri sükut edişime kimbilir ne manalar vermişsinizdir. Ben burada istediğiniz gibi bir cemiyet teşkil etmek ve ondan sonra size malumat vermek istiyordum. Fakat maatteessüf muvaffak olamadım, çünkü münferit kaldım. Cemiyetin nizamnamesini birçok kimselere gösterdim ve teşvik dahi ettim. Neticesinin ne olacağı bence malumdu. Çünkü bizim Türklerin hissiyatına ve ahval ve harekatına vukufum vardır. Otuz seneden beri istibdat altında ezilmiş, zulme, hakarete, sefalete tahammül etmeğe alışmış olan bir milletin uyandırılması kolay değildir.
Vatanımızın ruhu demek olan birçok mühim parçalarını düşmanlarımız harpsiz olarak aldılar. Padişah onları babasının malı imiş gibi ötekine berikine bağışladı. Vatanın hakiki sahibi olan millet hiç ses çıkarmadıktan başka, Padişaha her gün duada da kusur etmiyor. Padişah’ın herkesçe malum olan seyyiatını saymağa ne lüzum var? İşte hayli zamandan beri biçare vatan, Padişah’ın çiftlikleri sırasına geçti. Vatansız, milletsiz kalan biçare Osmanlılık heyetinin tutmuş olduğu bu meslekten mazarattan başka ne beklenilebilir?
Abdülhamid ordular besliyor. Fakat bu ordular Abdülhamid’in çiftliği olan vatanı müdafaa etmek için değil, sırf Osmanlılık ittihadını ezmek için besleniyor. Bu hain Padişah’ın vücudunu ortadan kaldırmak her Müslümana farzdır. Buna teşebbüs etmek elzemdir. Hatta bu mukaddes vazife yapılsa bile, millet yine ondan tamamile intikamını almış olmaz. Bununla beraber hiç olmazsa iyi bir tesir hasıl etmiş, uyanık ve canlı olduğunu meydana koymuş olur.
Acaba benim bu fikrimi kabul ve ona iştirak edecek Müslümanlar bulunabilir mi? Ben bundan on sene evvel de bu fikri ortaya atmıştım. Millete hizmet etmek istiyordum. Meseleyi birkaç arkadaşa açmış ve teklif etmiştim. Onları ne kadar teşvike gayret ettimse de, muvaffak olamadım. Yalnız muvaffak olamamakla kalmadım, o arkadaş zannetiğim adamlar beni Abdülhamid’e jurnal ettiler. Buna taaccup edersiniz değil mi? Yalnız siz ve ben değil, beni jurnal edenler bile o zaman benim kurtulabildiğime hayret etmişlerdi. İsbatlar, deliller ve müteaddit şahitler olduğu ve Padişah’ta benim kendisine karşı suikast yaptığıma kanaat getirdiği ve tevkifimi emrettiği halde bir gün sonra tahliyem emrini vermişti. Öyle zannediyorum ki ben o zaman bu tehlikeden hüsn-ü niyetim sayesinde kurtulmuştum.
Bunları size uzun uzadıya anlatmaktaki maksadım, buradaki adamlarla ittihat ederek bir cemiyet teşkilinin imkansız ve faidesiz olduğunu size izah etmektir. Bugün öyle bir zamandan bulunuyoruz ki baba oğluna ve oğul babasına emniyet edemiyor. Şayet burada biz ittihat edecek olursak ve Abdülhamid’de bunun farkına varırsa, netice ne olacak bilir misiniz? Birçok Türkler haklı haksız, Abdülhamid tarafından telef ettirilecektir ve bizim arkadaşlar buna karşı yerlerinden bile kımıldamayacaklardır.”