Tarihi Seyri İçinde Bektaşilik
Tarihi Seyri İçinde Bektaşilik
Anadolu’ya göç
Türkmenlerin kurduğu Oğuz Yabgu Devleti (h. 624/m. 1002) yılında Kıpçaklar tarafından yıkılmıştı. Oğuzlar’ın Kınık Boyu’na mensup bulunan Selçuk Bey, kendisine bağlı bulunan Oğuzlar’la birlikte Cend Bölgesi’ne yerleşmiş ve burada bir devlet oluşturma gayretlerine girmişti. Karahanlı ve Gazneliler’e karşı mücadele vermek zorunda kalmıştı. Oğuzlar tarafından kurulan Büyük Selçuklu Devleti, kısa zamanda kendisini kabul ettirmiş ve büyük fetihlere girişmişti. Bizans İmparatorluğu’nu yerinden oynatmış, Bizans’la girdikleri savaşlarda onları geri püskürtmüştü. Özelikle Sultan Alparslan, bütün Azerbaycan ve Kuzey Irak ile Suriye’yi birer Türk Yurdu haline getirdikten sonra (h. 449/m. 1071)’de Malazgirt Zaferiyle Anadolu’nun kapılarını da Türklere açmıştı.
Orta Asya’da çıkan karışıklıklar ve Moğol akınları yüzünden Anadolu’ya Orta Asya’dan bir göç dalgası başlamış ve bu XV. yüzyıl başlarına kadar devam etmiştir. Göç edenlerin büyük çoğunluğunu konar göçer halk oluşturuyordu. Bunların arasında Kalenderî, Haydâri, Vefâî ve Yesevî dervişleri de bulunuyordu. Esasen İslamiyet, bu konar göçerler arasındaki varlığını, bu dervişler sayesinde sürdürüyordu.
Karahıtaylar’la Harizmşahlar arasındaki mücadele, Büyük Selçuklu Devleti’nin yıkılması, Moğol İstilası, Anadolu’da geniş ve verimli toprakların Türkler’e açılması ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin ihtişamlı günlerini yaşaması, bu göçlerin ana sebebini oluşturuyordu.
Anadolu Selçuklu Devleti ve Türkmenler
Orta Asya’dan göç eden Türkmenler, Anadolu Selçuklu Devleti’nin yapılanması ve yeni yeni topraklar kazanmasında önemli roller icra ettiler. Savaşcı bir ruha sahip olmaları sebebiyle akınlarda en önde bulundular. Ancak, aralarında okur yazar oranının düşük olması sebebiyle büyüyüp gelişmesine yardımcı oldukları devletin bürokrasisinde yer alamadılar. Bürokraside ikinci sınıf vatandaş muamelesiyle karşılaşan Türkmenler bir yerde kendilerini dışlanmış hissettiler. Ayrıca alışkın oldukları göçebe hayattan bir türlü vazgeçememeleri de, yerleşik halkın tepkilerine sebebiyet veriyordu. Hayvanlarının bağ ve bahçelere zarar verdiği, güvenliğin tam anlamıyla tesis edilemediği gibi gerekçelerle, özgür bir hayata alışkın olan Türkmenler, devlet tarafından iskana zorlanıyordu.
Anadolu Selçuklu Devleti’nde yönetim giderek zayıflamaya başlamış, yolsuzluklar artmış, toprak ve vergi nizamı bozulmaya başlamıştı. Bundan, en çok göçebe olarak yaşayanlar etkileniyordu. Türkmenler, dîni olarak da dışlanıyorlardı. Kitabî bir İslâmî bilgiye sahip olmadıklarından dolayı zaman zaman tepki de görüyorlardı. Özledikleri sâdeliği, Kalenderî, Vefâi ve Yesevî dervişlerinde bulan Türkmenler, müslümanlıklarını bu şekilde yaşatmaya çalışıyorlardı. Eski inançlarını unutmamışlar, onları İslamiyet’le bağdaştırarak yaşatıyorlardı.
Babaîler Ayaklanması
I. Alaeddin Keykubat zamanında Amasya’ya yerleşerek bir zâviye açmış olan Baba İlyas, görüş ve düşüncelerini Türkmenlere, anlayacakları bir biçimde eski Türk gelenek ve görenekleriyle bağdaştırarak anlatıyordu. Zaman zaman onlara yardımcı oluyor, hastalarını tedavi ediyor, onlara yol gösteriyordu.
Türkmenler aradıkları sâdeliği, Baba İlyas da buluyorlardı. Baba İlyas, onlara yabancı olmadıkları bir dilden sesleniyor, ekonomik olarak da kendilerine yol gösteriyordu. Türkmenleri bulundukları durumdan kurtarmak için Selçuklu Hükümeti’ni devirmeyi amaçlayan Baba İlyas, başta Baba İshak olmak üzere diğer bazı şeyhlerin ve Türkmenlerin desteğini alarak isyan başlattı.
Babaîler İsyanı olarak anılan bu başkaldırı, Selçukluları zor durumda bıraktı. Baba İlyas önemli başarılar elde etti. Selçuklu Ordusu Türkmenlere karşı savaşmak istemiyordu. Çünkü, orduda büyük oranda Türkmen asker vardı. Bunun üzerine paralı Fransız askerleri kullanılarak isyan bastırıldı ve Baba İlyas Amasya’da idam edildi (h. 618/m. 1240). Ancak bu olay, dağınık şekilde bulunan Türkmenlerin bir araya gelmesine yol açtı. Bu arada, fikir bazında Türkmenler düşüncelerini oluşturmaya başladılar. Böylelikle Babaîlik bir hareket olarak doğdu.
İsyanı müteakip, Türkmenlerin çoğu kılıçtan geçirilirken bir kısmı da, tutuklanarak cezaevlerine konuldu. Bunlar arasında bir çok Kalenderî, Vefaî, Yesevî ve Âhi bulunuyordu. Âhi Evren de tutuklananlar arasındaydı.
Bektaşîliğin doğuşu ve ilk cem törenleri
Türkmenlerin isyanı sırasında Sulucakarahöyük de bulunan Hacı Bektaş-ı Veli, Baba İlyas ve Baba İlyas’ın şeyhi Dede Garkın’la aralarında hem tasavvufî, hem de hemşehrilik bağı olmasına rağmen böyle bir isyanı tasvip etmediğinden olacak ki, isyana katılmamış ve Selçuklu Kuvvetleri tarafından takibata bile alınmamıştı.
Hacı Bektaş-ı Veli, etrafında toplanan Türkmenlere dîni telkinler veriyor, onlara anlayacakları bir üslupla İslam’ı anlatıyordu. Zaman zaman onlarla sohbetler ediyordu. Sohbetleri açık, kolay, anlaşılır ve net idi. Verdiği örnekler Türkmenlerin akli ve kültürel yapılarına uygundu. Böylece zaman içinde, etrafında Türkmenlerden büyük bir kitle çoğalmaya başlamıştı.
Hacı Bektaş-ı Veli’nin sohbetleri’nde, bütün muhipler bir araya toplanıyor, şiirler okunuyor, zikirler yapılıyor, Kur’an okunuyordu. Böylelikle ilk cem törenlerinin temeli atılıyordu. Hacı Bektaş-ı Veli bu uygulamasından dolayı tepkilerle karşılaşıyordu. Ancak O, anlatımında kolaylığı seçiyor, tepkilere aldırmıyordu. Âhi Evren’le görüşüyor, Mevlana ile haberleşiyordu.
Bektaşîlik ve Yeniçerilik
Türkmenler Hacı Bektaş-ı Veli’nin sohbetlerinden istifade ediyor, İslâm’ı daha kolay anlıyorlardı. Hacı Bektaşi Veli’nin müridleri günden güne artıyordu. Çok sayıda halife yetiştirmişti. Onları muhtelif yerlere gönderiyor, İslâm’ı tebliğ ettiriyordu. Halifelerini gönderdiği yerler, genellikle Türkmenler’in yoğunlukta bulunduğu yerlerdi. Hacı Bektaş-ı Veli, vefat ettikten sonra Abdal Musa başta olmak üzere bir çok halifesi O’nu odak alarak Türkmenler arasında İslâm’ı anlatmaya devam ettiler. Bu esnada Osmanlı Beyliği de, yeni fetihlerle yavaş yavaş topraklarını genişletiyordu. Abdal Musa gibi bir çok Türkmen de Osmanlı saflarında savaşa katılıyorlardı. Abdal Musa, Barak Baba gibi bir çok kimse fetihlere katılmışlar ve gaziler arasında Hacı Bektaş sevgisinin doğmasına sebebiyet vermişlerdi. Yeni teşekkül eden Yeniçeriler arasında Hacı Bektaş-ı Veli sevgisi yayılmaya başlamıştı. Böylece Yeniçerilerin, kendilerini Bektaşî tarîkatıyla özdeşleştirme süreci de başlamış bulunuyordu.
Balım Sultan’a kadar, Hacı Bektaş geleneği hoşgörülü, fazla şekilci olmayan bir durumda devam etti. Türkmenler yine bir araya geliyor, şiirler söylüyor, Kur’an okuyor, zikir çekiyor ve lokma yiyerek dağılıyorlardı. Ancak tam bir İslâmi bilgiye sahip olmadıkları için kımızdan vazgeçemiyorlardı. Zaman zaman bu toplantılarda içki de içiliyordu. Saz eşliğinde nefesler okunuyor ve Allah aşkıyla yanarak sema ediliyordu.
Bütün bu olanlar, ulemâ tarafından sapıklıkla itham ediliyor ve bu toplantılara katılanlar şiddetle eleştiriliyordu.
Mevlid ve Cem Törenleri
Bu esnada Süleyman Çelebi başta olmak üzere bir çok müellif tarafından yazılan mevlidler Peygamberimizin (s.) doğum yıldönümünde ve kutsal günlerde camilerde okunmaya başlamıştı. Bu gün ve gecelerde camilerde toplanılıyor, Kur’an okunuyor ve muhtelif müelliflerin yazdığı divan edebiyatının muhtelif formlarındaki mevlidler okunuyor, ilahiler söyleniyor ve gelenlere lokma kabilinden bir şeyler ikram ediliyordu.
Türkmenler de kanaatimizce, sanki bu toplantılara nazire misali cem adını verdikleri toplantılarında halk edebiyatıyla yazılmış âşık tarzı şiirler okuyorlar, Peygamberimizin (s.) doğumunu ve mirâcını kendilerince kutluyorlardı. Burda da Kur’an okunuyor, ilahiler söyleniyor eski Türk gelenek ve göreneklerinin bir neticesi olarak lokma ikram ediliyordu. Bâzan bu törenlerde kurban kesiliyor, katılanlara ikram ediliyordu. Kopuzu andıran saz, insanları vecde getiriyordu.
Balım Sultan ve Bektaşîliğin Kurumsallaşması
Balım Sultan’ın tarîkatın başına geçmesiyle birlikte, dağınık tarîkat âdet ve görenekleri şekle bağlandı. Balım Sultan, Bektaşîliğin ikinci piri olarak anılmaya başlandı. Cem törenleri ondan sonra daha da şekillendi. Balım Sultan Bektaşîliği; Kalenderîlik’ten, Vefaîlik’ten, Babaîlik’ten daha da belirgin bir hâle getirdi.
Tarîkat, tam bir inanç hâlitası durumundaydı. Fazlullah Hurufî tarafından kurulan Hurufîlik İran’da takibata uğrayınca, Anadolu’ya sığınmıştı. İşte bu tarihten sonra, Hurufîler Bektaşî tekkelerine sızmaya başladılar. Böylece tarîkat, Hurufî etkiyle karşılaştı. Tarîkat bir taraftan Hurufîleri ağırlarken diğer taraftan da Bâtini propagandacılar Bektaşîliğe akın ediyorlardı. Bu durumun oluşmasında, Bektaşîlerin fazla kitabî bilgiye gerek duymamalarının önemli bir rolü vardı. Her türlü etkiye karşı açık ve korunmasızdılar. Tarîkat gelişmelere karşı kendîni tanımlamış ancak bu tanımlama gelişen olaylar karşısında yetersiz kalmıştı. Çünkü daha çok göçebe yaşayan ve genelde de okuma yazma oranının düşük olduğu bir toplumda, dışlanmışlığın da verdiği etkiyle kitabî bilgilere fazla gerek duyulmuyordu.
Osmanlı Devleti’nde Türkmenlerin durumu
Bütün bunlar olurken Türkmenler yine eski göçebe hayatlarını devam ettiriyorlar, hayvancılıkla uğraşıyorlardı. Selçuklu’da başlarına gelen hâdiseler Osmanlı Devletin’de de başlarına gelmeye başlamıştı. Medrese ulemâsı, yine onları sapıklıkla itham ediyordu. Hayvanlarını otlatacak yer bulamıyorlardı. Osmanlı onlara devamlı hareket halinde olduğundan dolayı “yörük” adını takarken onları iskana zorluyordu. Onlar geçim kaynaklarının hayvancılık olduğunu ve yerleşik hayatta bunu yapmakta zorlanacaklarını belirterek göçebe bir hayata tutkuyla bağlanıyorlardı. Ancak, Osmanlı, hayvanların ekili alanlara zarar vermesi ve güvenlik gibi endişelerden dolayı onları sabit yerleşime, Ömer Lütfi Barkan’ın deyimiyle “koloniler” kurmaya teşvik ediyordu. Hatta bu hususta kanunlar çıkarmıştı. Buna göre, hayanlar ekili alanlara zarar verirse sahibine beş değnek vuruluyor ve para cezası alınıyordu. Yine tarih tekerrür etmiş, Türkmenler ikinci sınıf insan olmuşlardı.
Bektaşîler ve Şii propaganda
Osmanlı Sarayı’nda da Türkçe ikinci plana düşmüştü. Bürokrasi, Türkmenleri fazla dikkate almıyordu. Medrese ve Sarayda, Farsça ve Arapça ön plandaydı. Padişahlar, Farsça şiirler yazıyordu. Türkçe geri plana itilmiş, Farsça entellektüel lisan olmuştu. Bu arada İran’da kurulan Safevî Devleti, Osmanlı üzerinde planlar yapmaya başlamıştı. Çünkü, Safevî Devleti de Türkmenlerin katkılarıyla kurulmuş bir devletti. Anadolu Türkmenleri Safevi Devleti’nin kuruluşunda çok önemli roller icra etmişlerdi.
Şiiliğe ifrat derecede bağlı olan Şah İsmail, Anadolu’da Şiiliği yayma gayreti içerisine girdi. Türkmenler üzerinde propagandalarını yoğunlaştırmaya başladı. Osmanlı baskısından sıkılan Türkmenler, bu propagandanın etkisinde kalıyorlar ve kendilerini Şah İsmail’e daha yakın görüyorlardı. Şah İsmail, hem bir tarîkat şeyhi, hem de bir devletin başı olarak işini gâyet iyi yapıyordu. Anadolu’ya gönderdiği halifeler aracılığıyla, Türkmenleri can damarından yakalıyordu. Hatayî mahlasıyla dîni muhtevalı şiirler yazıyordu. Türkmenler, Ahmet Yesevî’de, Yunus Emre de gördükleri bu hikmet geleneğini akıcı ve açık bir Türkçeyle Şah İsmail de buluyorlardı. Şah İsmail, tıpkı Ahmet Yesevî’nin yaptığı gibi İslâm’ı onlara; kolay, anlaşılır ama istediği gibi anlatıyordu. Bu esnada belirtilen baskılardan ve propagandalardan dolayı da Pir Sultan Abdal başta olmak üzere, bir çok halk ozanı Şah İsmail’in etkisinde kalarak onu taklit ediyor, Türkmenleri Osmanlı’ya karşı kışkırtıyordu. Bütün bu gayretler neticesinde, bir çok Türkmen, Şah İsmail’in Erdebil Ocağı’na bağlanmış, ve O’na şeyh olarak biat etmiştir. Böylelikle Türkmenler sistemli bir Şiilik propagandasıyla karşı karşıya kalmış ve Şii motifleri tam anlamıyla olmasa da, Oniki İmam Şiiliği, tevella, teberra, kerbela mâtemi gibi hususları alarak kendi tarihi gelenekleri içerisinde yorumlamışlardı.
Ayaklanmalar
Bütün bu propagandalar etkisini göstermiş ve Osmanlı da ayaklanmalar başlamıştır. Sivas dolaylarında Şahkulu İsyanı çıkmış, ve bu başkaldırı liderinin öldürülmesiyle son bulmuştur (h. 889/m. 1511). Bir yıl sonra, Şah İsmail’in halifelerinden Nur Ali; Tokat, Çorum, Amasya ve Yozgat civarında yine aynı tabana yaslanarak bir isyan başlatmıştır. Şah İsmail adına hutbe okutmaya başlayan Nur Ali üzerine gönderilen kuvvetler tarafından yakalanmış ve ve idam edilmiştir (h. 890/m. 1512). Daha sonra Bozoklu Celal, Süklun Koca ve Baba Zünnun ayaklanmaları başlamış, bunlar da Osmanlı’yı uğraştırmışlardır.
Yavuz Sultan Selim, daha fazla dayanamayarak bu ayaklanmalara katılanları ağır şekilde cezalandırmış ve muhtemel isyancıları da teker teker tesbit ettirerek idam ettirmiştir. Çaldıran savaşında Şah İsmail’i yenerek Safevî Ordusu’nu dağıtmıştır (h. 892/m. 1514). Bu olaydan sonra, Erdebil Ocağı’na bağlı olan Türkmenlerin ocakla bağlantıları kesilmiş, Anadolu’da ihdas edilen ocaklara bağlanarak hayatiyetlerini devam ettirmişlerdir. Yavuz Selim, Bektaşî Tekkesine işlerlik kazandırarak onları yeniden devlete bağlamak istemiştir. Ancak bu çabalar tam anlamıyla başarılı olamamış ve zaman zaman ayaklanmalar olmuştur. Bunlardan birisi de, (h. 904/m. 1526) yılında Kalender Çelebi’nin başlattığı Kalenderoğlu ayaklanmasıdır. Bu isyan da diğerleri gibi bastırılmıştır.
Bütün bu isyan hareketleri, sadece dîni sebeblerden kaynaklanmıyordu. Tımarsız kalan sipahiler, yerleşik halkın yaşadığı ekonomik sıkıntılar başta olmak üzere muhtelif sebeblerden dolayı isyancılara katılıyordu. 1596 yılında Eğri seferi’ne gitmeyen sipahiler hakkında takibata geçilince bunların çoğu celalilere katılmıştı. Alevî-Bektaşî toplumunu biraz daha uca itmiş ve onların merkezden uzak bir hayat yaşamasına zemin hazırlamıştı. Bir kısmı Erdebil Ocağı’na bağlılığını sürdürürken, bir kısmı da, Hacı Bektaş Tekkesi’ne bağlı kalmıştır. Kalender Çelebi ayaklanmasından sonra Hacı Bektaş Tekkesi’ne Sersemî Ali Baba’nın getirilmesiyle (h.929/m.1551) yılında Bektaşîler; Babalar ve Çelebiler kolu olmak üzere ikiye ayrıldılar.
Yeniçeriliğin lağvı Bektaşîliğin yasaklanması
Bu arada Bektaşîlik’le mânevi bir bağı bulunan Yeniçeri Teşkilatı da kan kaybına uğruyordu. Bektaşîliğin itibar kaybından başka, savaşlarda kendisinden beklenilen başarıya gösteremeyen Yeniçeriler, Osmanlı’nın toprak kaybetmesine ve iç isyanların çıkmasına sebeb oluyorlardı. Zaman zaman sarayın icraatlarını beğenmeyen Yeniçeriler ayaklanıyor, bugünün deyimiyle “darbe” girişiminde bulunuyorlardı.
Zamanının önde gelen âlimleri ve devlet adamlarıyla bir durum değerlendirmesi yapan II. Mahmut, 1826 yılında Yeniçeri Teşkilatını lağvederek kaldırdı. Direnmeye çalışan Yeniçeriler cezalandırıldı. Bir kısım Yeniçerilerin Bektaşî tekkelerine sığınmaları üzerine Bektaşî tekkeleri kapatıldı. İcraata gösterilen tepkileri hafifletmek üzere Yeniçeriler ve Bektaşîler aleyhine resmi kampanyalar düzenlenerek bektaşîlere din dışı bir imaj verilme gayretleri içerisine girildi. Bektaşîliğin yasaklanmasının ne kadar hayırlı bir iş olduğu anlatıldı.
Bektaşî tekkelerinin kapatılmasıyla ilgili fermanda Bektaşîler, şer-i şeriften uzaklaşmakla, râfizilik ve şarap içmekle suçlanmışlardı. Yasaklamayla birlikte tekkeler kapatılmış, mallarına el konulmuş ve şeyhleri de sürgüne gönderilmişti. Ancak, şeyhin adına hürmeten Hacı Bektaş Tekkesi kapatılmamış ama buraya da bir Nakşibendi şeyh atanmıştı.
Abdal Musa Kütüphanesi
Bu kapatılan dergahlardan birisi de, Antalyada bulunan Abdal Musa Zâviyesi idi. Abdal Musa Zâviyesi Bektaşîler için önemli bir zâviye olma kimliğini bugün bile devam ettirmektedir. Zâviye’nin günün şartlarına göre önemli bir kütüphanesi vardı. Kütüphanedeki kitaplar incelendiğinde, bunların bir Nakşibendî ya da Kâdirî kütüphanesindeki kitaplardan hiç farkının olmadığı görülecektir. Kayıtlara göre kütüphanede, Kuran-ı Kerim başta olmak üzere, En’am-ı Şerif, Tarih-i Altıparmak, Menafi-i’Nas, Hadika, Tecvid, Sarf Cümlesi, Avamil-i Atik, Şerh-i Avamil, Risale-i Tevhid, Tezkiretü’l Evliya, Şerh-i Mesnevi, Kudûri, Mülteka, Makâlât, Menakıb-ı Hacı Bektaş, Destan-ı Ebu Müslim, Gülistan Şerhi, Bostan, Baharistan, Hutbetü’l Beyân, Tuhfe-i Kebir, Fetava-yı Ali Efendi, Akaid, Risale-i Birgivi, Hikayat-ı Yazıcızâde, Gaybetü’l Beyân, Siyer, Hadikatü’s-Süeda, Miftahü’l- Kulub, Tezkiretü’ş-Şuara, Hilye-i Şerif ve Muhammediye gibi kitaplar bulunuyordu. Bektaşî tekkeleri iddia edildiği gibi dinden uzaklaşmamışlardı. Dine bağlılık açısından, ocaklar için de, durum aynıydı. Tekkelere bağlı olan Bektaşîler de, ocaklara mensub olanlar da dine bağlıydılar. Ancak, icraatın haklı gösterilmesi bakımından böyle bir kampanya yapılıyor ve onların aleyhine kitaplar yazılıyordu. Bu karar, siyâsi bir karardı.
Bektaşîliğin yasaklanması üzerine, Bektaşîlerin bir kısmı gizliden gizliye faaliyetlerini sürdürdü. Alevî adı, resmi olarak bu tarihten sonra kullanılmaya başladı. Bektaşîler, resmî olarak faaliyetlerini Arnavutluğa kaydırdılar. Bu tarihten sonra, Bektaşîlerin önemli merkezlerinden birisi de Arnavutluk oldu.
Vaka-ı Hayriyye’ nin etkilerinin azalmasıyla birlikte, Alevî-Bektaşîler bir toparlanma sürecine girdiler. Bir kısmının da mason localarıyla iş birliğine gittiği görülür. Önemli bazı masonlar Bektaşî, bâzı Bektaşîler de mason olarak görülmeye başladı. Bektaşîlerdeki toparlanma süreci II. Meşrutiyet’le birlikte had safhaya ulaştı. 1925 yılında tarîkatların toptan kapatılmasıyla birlikte Bektaşîlik de kapatıldı. Ancak faaliyetlerini gizli olarak sürdürdü.
Bektaşîler ve Cumhuriyet
23 Aralık 1919 yılında Mustafa Kemal Paşa, Hacı Bektaş Tekkesi’ne giderek postnişin Cemalettin Ulusoy ve dede Salih Niyazi Baba ile görüşerek Kürtuluş Savaşı için Onların desteğini aldı. Neticede Alevî-Bektaşîler Kurtuluş Savaşı’na canla başla katılarak O’nu desteklediler. Cemalettin Çelebi, ilk meclise Kırşehir milletvekili olarak girdi.
Bir kısım Alevîler, Cumhuriyete açık destek verirken Kürt Alevîler, yeni kurulan devlete karşı çıktılar. 1921 yılında patlak veren Koçgiri Ayaklanması, Haziran 1921 yılında bastırıldı. Peşinden bu günkü adı Tunceli olan Dersim’de bir başka ayaklanma başladı. Bu isyan da bastırıldı. Ancak, yeni kurulan Cumhuriyet bu ayaklanmalarla uğraşmak durumunda kalmıştı.
Bektaşîlik Tarîkatı 1925 yılında ülkedeki bütün tarîkat tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla birlikte yeniden kapatıldı. Ancak diğer tarîkatlar gibi faaliyetlerini gizliden gizliye sürdürdü. Bektaşîlik, böylece ikinci yasağını da diğer tarîkatlarla birlikte almıştı. Bu gizlilik dönemleri, her tarîkata olduğu gibi Bektaşîliğe de büyük kan kaybettirdi. Zaten kitabî bilgiden uzak olan Alevîler, kulaktan dolma bilgilerle mevcudiyetlerini sürdürmeye çalıştılar. Zamanla, kendilerini İslam’dan ayrı bir din gibi görme eğilimine giren Alevîler, her türlü din dışı etkiye açık hale geldiler.
Bektaşîlerin yeni arayışları
Bektaşî öğretilerden uzak kalan Alevî toplumu, sol siyasi akımların etkisiyle de değişik arayışlara girdi. Kendilerini temsil edecek parti kurmaya yöneldiler. Bu arada Alevî toplumunun sesi olmayı amaçlayan Birlik Partisi kuruldu. Ancak parti gerekli başarıyı gösteremedi.
Köyden kente göç olgusunun başlamasıyla birlikte, kapalı bir toplum olarak hayatiyetlerini sürdüren Alevîler yavaş yavaş dışa açılmaya başladılar. Birlik Partisi’nin uğradığı başarısızlık üzerine Alevîler, kendilerini değişik sol partiler içerisinde ifade etmeye başladılar.
1980 İhtilaliyle birlikte yeniden bir durum değerlendirmesi yapan Alevîler kendilerini yeniden tanımlama gereği hissettiler. Bu dönemde Türkiye’de yayınlanan Alevî-Bektaşî eserlerinde bir artış kaydedildi.
Televizyonların çoğalması, iletişim ortamının güçlenmesiyle birlikte, Alevîler içerisinde asıl kaynaklara dönüş eğilimi arttı.