Yaşam

Törenin Gücü

Törenin Gücü

Evdekiler köpeklerin gürültüsüne uyanmış olacaklar ki, bir ışık belirdi ve kapı açıldı. Evin müsait olup olmadığını bilmiyorduk ama yine de bir muhatap bulmak, yarı yarıya da olsa, rahatlatıcıydı.
Abay, arabanın camını açarak selam verdi. Ev sahibi Abay’ı tanımıştı. Yanında genç biri daha belirdi. Beraberce gelip köpekleri etkisiz hale getirerek bizi buyur ettiler. Geleneğin gücünden başka bir şey değildi bu: Ev sahiplerimiz, Tanrı misafiri karşılamanın onuruyla bizleri buyur ediyorlardı. Merdivenlerden evin eyvanına çıkıp, mavi renkli kanatlı kapıdan içeri girdik. Burası evin salonuydu. Salondan perdeyle ayrılmış bir kapıdan bizi odaya aldılar. Çadır geleneği bu kapılara asılan perdelerden devam ediyordu; salondan odalara açılan kapılar tıpkı çadırın kapısındaki gibi bir perde ile örtülüydü.
Abay bizi ev sahibi ile tanıştırıyordu. Uzunca boylu, iri yapılı adeta bir destan kahramanını andıran bu orta yaşlı adamın, yüzüne mimiklerine dikkat kesilmiştik. Gece yarısı gelen beklenmedik misafirleri acaba nasıl karşılayacaktı? Hiç alışkın olmadığımız emri vakiimizden kendimizde son derece rahatsızdık. Adının muhtar olduğunu öğrendiğimiz ev sahibine “çocuklar yok mu” diye sordu Abay. Evde bizi karşılayan iki kişiden başka kimse yoktu. Muhtar, “köyde bir düğün olduğunu hanımının ve kızların oraya gittiklerini” söyledi.
Evde hanımların olmayışı nispeten bizi rahatlatmıştı. Hiç değilse üniversite öğrenciliğimiz sırasında bekar evlerine yaptığımız ani ziyaretlerle bir benzer yön vardı. Aslında bu benzerlikten çok, Muhtar’ın yüzünde en ufak bir memnuniyetsizlik belirtisi yakalayamayışımızdı bizi rahatlatan. Abay’la dostluklarının eski olduğu davranışlarından anlaşılıyordu. Girdiğimiz oda geleneksel Kazak usulüyle döşenmişti. Kapının bulunduğu taraf hariç diğer duvarlara büyük Kazak halıları asılmıştı. Bu, Türklerin çadırda yaşadıkları dönemlerden kalma bir gelenekti. Bugün de Kazaklar “jurt” dedikleri çadırlarını kurunca, çadırının duvarlarını halılarla kaplıyorlar. Halı dışardan gelecek sıcak ve soğuğu engellediği gibi çadırın içine de güzel bir dekor sağlıyor. Çadırdan; kurulu evlerde yaşanmaya geçildiğinde ise halı yerini koruyup bu kez de evin duvarlarını süsler olmuş. Kazaklar arasında olduğu kadar yaygın olmasa da Anadolu’da da, duvara halı asan köylere rastlamak mümkündür. Duvarların dibi ise bir metreden biraz genişçe, “körpeşe” denilen pamuk minderlerle çevrilmişti. Odadaki televizyon,ortamın dekorundaki geleneksel bütünlüğü bozan tek unsurdu. Ev sahibimiz, ilk şaşkınlığı tamamen üzerinden atmış, sanki beklediği misafirler gelmişçesine sıcak tavırlarla bizi oturtuyordu.
Ali Ağabeye eliyle işaret ederek baş köşeyi gösterdi. Sohbette oturuş düzenin Kazak töresinde çok önemli olduğu biliyorduk. Kazaklar baş köşeye “tör” diyordu ve o sırada en yaşlı kim varsa o, töre otururdu. töre oturan, bir anlamda o meclisin idarecisi de seçilmiş sayılırdı. Zaten Kazakça’da başkan manasına “töre ağa” deniyordu. Töre, töreyi uygulayanın oturduğu yerdi. Muhtar, Ali Ağabeye “töre çıkınız” dedi ve daha oturur oturmaz, körpeşelerin üzerinde duran geniş yastıklardan dirseğimizin altına koymamız için ikişer tane birden uzattı. Kendisi kapıya en yakın yere oturmuştu. Kazak töresinde ev sahibi asla misafirden yukarıya oturmazdı.
Abay Mirza bizleri tanıştırırken Muhtar’ın Kazakistan’ın çok ünlü sanatçılarından Bavurjan’ın ağabeyi, bu evinde Bavurjan’ın baba ocağı olduğunu söyledi. Şu talihe bakın; demek biz ünlü sanatçının köyündeki evine misafir oluyorduk. Bavurjan, ünü bakımından Türkiye’de Levent Kırca ile mukayese edilebilirdi. Ali Ağabeyin de benim de çok sevdiğimiz sanatçılardandı. Onun oyunlarının video ve teyip kasetlerini her kasetçide bulmak mümkündü. Halk çok seviyordu. Hatta bir kasetini de Ali Ağabeyle almış ve zaman zaman arabada dinliyorduk.
Bagurjan skeçlerinde güncel meselelere de yer veriyordu. Rüşveti hicveden skecine Ali Ağabey ile çok gülüyorduk: “Kazaklar büyük bir bina yaptırmaya karar vermişler. Türk müteahhit üç milyon dolara yaparım demiş. Ardından İngiliz firması gelmiş ve altı milyon dolara işi yapacağını söylemiş. En son Kazak firması gelmiş ve iş için dokuz milyon dolar istemiş. İhaleyi takip eden idareci şaşırıp demiş ki; Türkler üç, İngilizler altı milyon istediler. Sen niye dokuz diyorsun? Teklifi veren Kazak gülmüş. Ağa demiş, ne var bunda anlamayacak; üç milyon sana, üç milyon bana, kalan üç milyon da Türk kardeşlerimize verip işi bitireceğiz.”
Bavurjan, daha iki hafta önce Türkistan şehrinin kuruluşunun 1500. yılı kutlamaları münasebetiyle Türkistan’a gelmiş ve iki gösteri yapmıştı. Üniversitenin Kültür Merkezi Müdürü olarak benim de bu gösterilerin Türkistan’a gelmesi ve Türkistan’daki bazı meselelerin hallinde katkım olmuştu. Tiyatro grubunun menajerinden bahsettim. “O benim büyük oğlum” dedi Muhtar. Hemen sıcak bir ortam doğuvermişti. Hatta ben ev sahibine “Muha” o da Ali Ağabeye “Aleke” demeye bile başlamıştık. Kazaklar kendilerine yakın gördükleri büyüklere adının ilk hecesini ardına “Ağa” sözünün kısaltılmışı–a veya yine “ağabey” manasına gelen –eke ilave ederek samimiyetlerini ifade ederler. İsmin ilk hecesindeki ünlünün yuvarlak veya düz oluşuna göre bunu ayarlarlar. “Muha”, Muhtar Ağa; Aleke ise Ali Eke anlamına geliyordu. Bu beklenmedik tesadüften, her halde en fazla Abay Mirza memnun olmuştu. O sıralar ortalıkta pek gözükmeyen genç ev sahibimiz, kaşla göz arasında çay suyunu kaynatmış; bal, tereyağ, ceviz, fıstıkla beraber servise hazırlanıyordu. Bu da bir Kazak adetiydi; evde sohbet edilirken mutlaka orta yere bu tip ikramlar konurdu. Tabi ki kımızda.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: Content is protected !!