Türkistan’da Misyoner Faaliyetleri
Türkistan’da Misyoner Faaliyetleri
ve Börübek
Gaziantep doğumlu bir İngiliz’le Türkistan Şehrinde karşılaşabileceğimi, bütün hayal gücümü kullansam yine de düşünemezdim. Zaten Gaziantep doğumlu, kaç İngiliz vardır ki dünyada? Ama birisi buradaydı. Kendi dinlerini Orta Asya’da yaymak için faaliyet gösterenlerin arasında çalışıyordu. Türkistan’daki sayıları tam olarak kaç kişiye ulaşıyordu bilmiyorum ama bıraktıkları etkiye bakılırsa 10 kişiden az olmamalıydılar. Antepli İngiliz’den başka lisede İngilizce öğretmenliği yapan, 20–25 yaşlarındaki iki genç kızı tanıyordum. Antep’linin eşi vardı. Onların evine çok sık gelip giden 4–5 kişiden daha bahsediliyordu.
Türkistan’a geldiğim ilk günlerden itibaren onların faaliyetleri hakkında pek çok şey duyuyordum. Gerek duyarlı Kazaklar gerekse Türkiye’den giden arkadaşlarımız, bu faaliyetlerden rahatsızlıklarını anlatıyorlardı. Gençleri telkinle, ekonomik sıkıntıda olan insanları maddi yardımlarla kendi dinlerine geçirmeye çalışıyorlardı. Misyonerlerin tarih boyunca kullandıkları bütün metotların denendiği kesindi. Çok büyük başarılar kazanamasalar da kendi yanlarına çektikleri birkaç kişi dahi toplumda büyük rahatsızlık uyandırmıştı. Bu mesele yalnızca Türkistan şehrinin değil bütün Orta Asya’nın problemiydi aslında ama Türkistan’a özel önem verdiklerini söylemek de mümkündü.
Eski İstanbul’da, gayri Müslim komşuları olan ailelerin, ilişkilerinden çok memnun olarak “çok iyi insanlar, keşke Müslüman olsalar da ahretleri de güzelleşse!” dediklerine dair rivayetler anlatılır. Elbette her insan kendi dinini, en doğru inanç sistemi olarak düşünür. Böyle olmasa, zaten o dinde kalmaz. Bu sebeple, başka insanların da “bu doğruları” görmelerini ve onların da “kurtuluşa” ermelerini isteyebilir. Buraya kadarki hale saygı duymak mümkün ama kendi dinini, ekonomik zorlukları olan insanların sıkıntılarını istismar ederek yaymaya çalışmak kabullenilebilir bir şey değil.
“Ne yapmalı?” diye, şuurlu bir genç olan Dinislam başta olmak üzere, birkaç arkadaşımla beraber düşünüyorduk. En son, içinde ismi geçenleri aşağılayacak, komik duruma düşürecek fıkraların hepsini misyonerlerin üzerine uyarlayıp halk arasında yaymamaya karar vermiştik. Böylelikle, halk misyonerleri gördüğünde, onların telkinlerini dinlemek yerine fıkraları hatırlayıp gülecekti. Kimsenin burnu kanamadan Türkistan’ı, misyonerlere dar edecektik. Epeyce fıkra da uyarlamıştık. Doğrusu, pek çoğu berbat şeylerdi. Fakat henüz, halk arasında anlatmaya başlamamıştık.
Bir akşam, saat on suları, çalışma odamda oturuyorum ki, Dinislam, Noyabır ve Jipek’inde aralarında bulunduğu altı öğrenci arkadaşım yanıma geldiler. Gerginlikleri her hallerinden belli oluyordu. Önce kendi aralarında bir mesele olduğunu ve beni hakem tutmaya geldiklerini düşündüm. Daha sözün başında “nasılsınız” soruma “iyi değiliz” diye cevap verdiler. “ Çok kötü bir haber aldık” diyorlardı.
Yesevî Türbesinin tam karşısında, eski bir otel binası vardı. Yıllardır boş duran bu binayı misyonerler satın almak istiyorlarmış. Üç katlı ve büyük bir yapı olan bu yerin, ilk katlarını ana okulu, bir bölümünü ise kiliseye çevireceklermiş.
Duyduklarım doğru olamazdı. Yer seçimine bakınız, cürete bakının! Tam Yesevî Türbesinin karşısına kilise kurmak! Bu provakatif niyetin, bütün Kazakistan’da ve hatta bütün Türk dünyasında oluşturacağı çalkantıyı düşünmek bile istemiyorum.
Her ne sebeple olursa olsun, bugün burada yaşayanları, bu olayın gözleri önünde cereyan etmesine seyirci kalanları, tarih affetmezdi.
Bilginin doğrulanmaya ihtiyacı vardı. Nereden öğrendiklerini ayrıntılı şekilde sordum. Anlattıklarından ben de ikna olmuştum. Yarın sabah 10.30’da valilikte görüşmeleri olacak ve arkadaşların bilgilerine göre binanın satış sözleşmesi imzalanacaktı.
Ne yapmayı düşündüklerini sordum. Önce öğrenciler arasında imza toplayacaklarını söylediler.
Tepkisiz kalmaktan iyiydi elbette, ama imza toplayarak bu olaya engel olmak mümkün değildi.
“Başka ne yapabiliriz” dedim.
Aralarından birisi “Valilik önünde miting yapmak aklımızdan geçiyor ama…” dedi. Halinden benim bu fikre karşı çıkacağımı düşündüğü çok belliydi. Benden her zaman ki gibi, “hiçbir arkadaşımızı sıkıntıya sokacak bir şey yapmayın” gibi sözler bekliyorlardı.
“Kaç kişi toplayabilirsiniz” dedim. 300–400 den aşağı düşmeyeceğinden emindiler. “Haydi öyleyse neler yapacağımızı planlayalım”.
Yüzleri birden açılmış, gönülleri coşmuştu.
İlk işimiz, idarî olarak bana bağlı olan öğrenci yurdu müdürlerine bu gece yurda hiç uğramamalarını söylemek oldu. Bakımı geciken jeneratörlerimizin, dinlenmeleri için yaptığımız öğrenci yurtlarında, gece elektrik kesintisi de bu gece uygulanmayacaktı. Yurtlar, öğrencilere teslimdi.
Bir grubumuz da ertesi gün sabaha yetişmesi gereken pankart ve plaketleri hazırlayacaktık. Bunlar için gerekli karton, bez ve çıtaları Vecih Ağabey temin ediyordu. Gece 12’de açılan atölyeler de gençlere teslimdi.
Erkek yurdunda toplantı için en uygun alan teraslardı. Öğrencilerin hepsi buraya çağırılmış ve kendi arkadaşları tarafından onlara misyonerlerin cüreti ve yarın ki eylem kararı anlatılıyordu. Tertemiz gönüllü Kazak gençleri heyecanlanmışlardı. Bu eylemin, babalarının yaptığı Jeltoksan olaylarına da benzer yanları vardı. Kazak gençleri arasında, galeyana gelince slogan atma geleneği pek bilinmediğinden gençler, heyecanlarını “Allah u Ekber” diye bağırarak ifade ediyorlardı.
Bu sesler, yakındaki kız yurdunda da heyecanı bir anda yükseltmişti. İki yurttan seslerin yükselmesi, tansiyonu iyice artırıyordu.
Eylem planımız belliydi: Sabah saat 10’a gelirken herkes, okula gidiyormuş veya oradan geçiyormuş gibi Valiliğin önündeki Esim Han Meydanının etrafındaki sokaklarda olacaktı. Tam saat 10’da biranda meydana inilecek ve pankartlar plaketler açılacaktı.
Bu telaşın arasında, Türkiye tarafından Rektör Yardımcılarından Ziya Başkan Bey’i bulmuştum. “Ağabey sana yurtlar tarafından bir pas atsam, göğüsler misin?” Cevabı kısa ve netti: “At, senden gelen her şeyi göğüslerim.” Ziya Bey’le bütün konuşmamız sadece bu kadardı. Valilik ve Rektörlük aynı meydanın kenarında yan yana durduklarından, Kazakistan’ın ilk izinsiz mitingi, Ziya Beyin odasının penceresinin tam önünde olacaktı.
Ertesi gün saat ona yaklaşıyor ve ben yerimde duramıyordum. Benim eyleme katılmam doğru olmazdı ama bulunduğum yerden de olup bitenden haber almam zordu. İki arkadaş bana haber getireceklerdi ama onlar da eylem bittikten sonra gelirlerdi. Saat 10’u 5 geçiyordu ki, beklediğim haberi Doğan Bey getirdi.
Yurtların teknik işlerine bakan arkadaşımız, tesadüfen meydanın yanından geçerken öğrencileri görmüştü. “Hoca! Hoca! Meydan çiçek açmış. Bizim öğrenciler, ellerinde pankartlar misyonerleri protesto ediyorlar.” Allah’a çok şükür, başlamışlardı. Artık gerisi gelirdi. Allah yardımcıları olsun. “Ben hemen kamerayı alıp gidiyorum” dedi Doğan. Doğan Bey, omzundan düşürmediği kamerasıyla Türkistan’da önemli gördüğü her olayı çekerdi. Zaten, geliş sebebi de kamerasını almakmış. “Dur!” dedim. “Ne yapıyorsun? Polise, KGB’ye kendi elimizle belgemi temin edeceğiz. Olmaz. Kendin gidiyorsan git. Ama bu sefer kamera yok!” Anlamıştı ne demek istediğimi, beklettiği taksiye binerek tekrar meydana koştu.
Eylemin gerisini Ziya Bey anlatıyor: Misyonerler eylemden paniğe kapılmışlardı. Yalnızca misyonerler mi? Valilik, rektörlük, polis ve şehrin bütün ileri gelenleri telaş içindeydiler. Rektör yardımcıları, öğrencilerden dağılmalarını istiyor ama kimse geri adım atmıyordu.
Şahit olanlardan öğrendiğimize göre, misyonerlerin heyeti 10.30 Valinin odasına sinirli bir şekilde girerek, yüksek sesle; “Dışarıda olanlar ne?” diye çıkışmışlar. O zamana kadar kim bilir hangi etkinin altında kalarak onlara ters cevap veremeyen Türkistan Valisi; “Yesevî toprağında kilise açacaksınız da sizi gülle mi karşılayacaklardı. Çıkın dışarı!” diyerek bunları odasından kovmuş. Hatta Türkiye Türkçe’siyle aynı şekilde söylenen ve Kazak erkeklerinin pek çoğunun gayet iyi becerdiği sin–kaflı cümlelerden de epeycesini yüzlerine karşı ve arkalarından savurmuş.
Hasılı Misyonerlerin Valiliğe girmeleri ile çıkmaları bir olur. Onların Valilikten çıktığını görünce eylemi sonlandırmak Ziya Bey’e düşer. Biraz önce şehrin ileri gelenlerinin sözüne itibar etmeyen öğrenciler, Ziya Beyin “Tamam arkadaşlar maksat hasıl olmuştur!” sözüyle sessizce dağılırlar.
Bu eylemden sonra, Türkistan’da misyoner faaliyetleri bıçak gibi kesildi.
Eylemin üzerinden altı aya yakın bir zaman geçmişti ki, Ankara’da bir sempozyumda, “Orta Asya’da misyoner faaliyetleri” hakkında bildiri sunan bir Doçentimizin, Türkistanlı gençlerin bu tepkilerinden bahsettiğini öğrenmek beni çok mutlu etmişti. Mutluluğum eylemimizin bilimsel tebliğlere geçmesinden çok, aksini düşündüğümde duyduğum rahatlamadandı: Ya o bildiride eylem yerine, Yesevî Türbesinin tam karşısına kilise açıldığından bahsediliyor olsaydı? Nasıl bakardık milletin yüzüne, nasıl söylerdik biz o tarihlerde Türkistan’daydık diye.
Misyonerler bütün adamlarını Türkistan’dan çekmişlerdi, Antepli hariç. Bir o kalmıştı. Eşini de göndermiş yalnız yaşıyordu. Onu da uzaktan takip ediyorduk, görebildiğimiz hiçbir faaliyeti yoktu. Altmış yaşının üzerindeki bu adam, ağarmış sakalıyla ara sıra ihtiyaçlarını karşılamak için şehre çıkıyor, genellikle evinde kalıyordu. Ev işlerini yapan aileden başka pek gelip gideni de yoktu.
1997 Ekiminde yaptığımız bu eylemin üzerinden üç yıl geçmiş ve Türkistan’da misyoner faaliyetleri duyulmaz olmuştu ki; Antepli, 2000 yılı Mayısında tekrar gündemimizin tam merkezine yerleşiverdi.
Türkiye’den gelen işgüzar bir tarih Doçentimiz, Antepliyi keşfetmişti. Ama ne keşif, bizim Anteplinin ne değerli bir bilim adamı olduğundan bahsediliyordu. Meğer Antepli bu süre içerisinde “Türkistan’da İslam” konulu bir kitap hazırlamakta imiş. Onun araştırmacı bir yanının da olduğunu doğrusu biliyorduk. Bu ilerlemiş yaşında Kazakistan’da bir doktora çalışmasına başlamış ve tezini Kazakça olarak savunmuştu. Tezinin redaksiyonu için yardım istediği Kazak edebiyatçılar, hayranlıkla “tezde bir tek bile Kazakça gramer hatası bulamadıklarından” bahsediyorlardı. Ben bu durumu çok mübalağlı buluyor ve tezini bir Kazak’a yazdırmış olabileceğini düşünüyordu.
Bu arada Kazaklar kendi aralarında Antepliye bir Kazakça isim de bulmuşlardı: Börübek. Ancak bu kadar olurdu, tam da “börü”yü bulmuşlardı! Börü Kazakça, bozkurt anlamına geliyordu. “Börübek” ise “Bozkurtbey”.
“Türkistan’da İslam” çalışması ise yeniydi. Bunu İngilizce olarak hazırlıyor ve İngiltere’de yayınlamayı planlıyormuş. Bu büyük araştırmacıyı keşfeden işgüzar tarihçimiz, yine tarihçi olan Türkiyeli Rektör yardımcısını da ikna ederek, Mayıs 2000 de, Börübek’e Üniversitede bir konferans ayarlamışlardı.
Olamazdı böyle bir şey! Yıllardır mücadele ettiğimiz adamı, kürsümüze çıkarıp meşrulaştıracaktık. Tahammül etmemiz mümkün değildi. Elimizden gelen her şeyi yapıyor, dilimizin döndüğünce anlatıyor ama anlamak isteyen kimseyi bulamıyorduk. Hâlâ diğer Rektör Yardımcılığı görevini sürdüren Ziya Beye “Ne yapıyor bu adamlar?” diye soruyordum. Ellerini iki yana açıp, çaresiz boynunu büküyordu. I. Rektör Yardımcısı, belki biraz da bize inat yaptırmaya kararlıydı bu konferansı.
Nihayet, konferans günü geldi ve gördüklerim beni çok üzdü: Artık üzüntüm Börübekin konferans verişine değildi, ondan daha çok konferans verilecek kültür merkezi çalışanlarının Börübek’i karşılamalarındaki hallerine idi: Müstahdemler, memurlar, teknisyenler her biri kendi çalıştıkları mekanı “ şereflendiren Sayın Börübeki” küçük de olsa hediyeler sunarak, saygıyla ve tazimle karşılıyor ve hoş geldin diyorlardı. Bu manzarayı seyretmek doğrusu çok ağır gelmişti. Gerçekçi olmak gerek, bu konferansı tertipleyen I. Rektör Yardımcısı, yetkileri ve gücü üzerindeyken dahi üniversitenin hiçbir biriminde, Börübek’e gösterilenin yarısı kadar bile saygıyla karşılanmazdı.
Börübek’in konferansı başladığında, doktora tezinin dili hakkında söylenenleri hatırladım: Börübek kusursuz Kazakça konuşuyordu. Bu salonda Kazakça’yı iyi bilen Türkiyelilerden birisi bendim ki, Börübek’in kullandığı Kazakça benimkinden çok iyiydi. Hatta Kazakçayı bu derece iyi kullanabilen Kazak dahi az bulunur dense abartmış olmayız. Öte yandan konferansın tertibine sebep olan işgüzar Doçentimizin, bütün ısrarlarımıza rağmen vaz geçmeyen I. Rektör yardımcısının ve salondaki pek çok Türkiyelinin, kürsüde söylenenlerin belki onda birini anlayabilecek seviyeleri ya var, ya yoktu.
Fakat konferansı dinleyen üniversiteli Kazak öğrenciler sıkıntılıydılar. Konferans bitiminde anlatılanlara itirazları oldu ise de sıkıntıları daha fazlaydı. İçlerinden bir kaçı “bu adam, Kazakları ilkel toplumlarla bir tuttu, dinimizi, kültürümüzü aşağıladı. Neden bunu konuşturdunuz” diye bize sitemde bulunuyorlardı.
O yıl Börübek de, ben de Türkistan’dan ayrıldık. O tekrar geldi mi oralara bilmiyorum. Ama doğrusu Börübek, seni taktir etmemek mümkün değil! Keşke, bizim de, Türk kültürü için senin kendi misyonun için gösterdiğin gayret kadar, gayret eden Börübeklerimiz olsa!