Türk Solu Örgüt İçi İnfaz

VATAN PARTİSİ ÖRGÜT İÇİ İNFAZ

VATAN PARTİSİ ÖRGÜT İÇİ İNFAZ

Vatan Partisinin eski ve yeni yöneticileri arasında çıkan kavgada Doğan Terlemez adlı genç öldürüldü.

Vatan Partisi 21 Ocak 1975’de Doktor Hikmet Kıvılcımlı’nın görüşlerini benimseyen sosyalistler tarafından kuruldu. Kurucuları arasında Kıvılcımlı’nın eşi Emine Kıvılcımlı ile 29 Ekim 1954’de Dr. Hikmet Kıvılcımlı tarafından kurulan ilk Vatan Partisi kurucuları ve üyeleri de vardı.

Vatan Partisinin dışında da kendilerini “doktorcu” olarak nitelendiren Hikmet Kıvılcım’ın görüşlerini savunan akımlar da vardı. Bunlardan biride Vatan Partisinin kuruluşundan önce 1974 yılının Mart ve Nisan ayında 6 sayı yayınlanan “Kıvılcım Gazetesi” etrafında yer alan çevreydi. Kıvılcım çevresi 12 Mart sonrası ilk kurulan yasal parti TSİP’in kuruluş çalışmalarına önce karşı çıkarlarken daha sonra bu partiden bir kısmı kurucu üye oldu ve TSİP’e katıldılar.

Kıvılcım gazetesi çevresindekiler TSİP’i önce eleştirdikleri halde daha sonra davranışça katılarak meşrulaştırmışlardı. Kıvılcımdaki teorik belirsizlikler burjuva sosyalizminin ideolojik savunucuları dediği TSİP’e teslim olmalarıyla sonuçlanacaktı.

TSİP’in kurulmasından bir süre sonra “Vatan Partisi”ni kuran Hikmet Kıvılcımlı’nın görüşlerini savunan bir başka Doktorcu kanat ise hem TSİP’e hem de TSİP’e katılan Kıvılcım çevresine ağır ideolojik suçlamalarda bulunmuştu. Vatan Partisi tarafından çıkartılan “Sosyalist Gazetesi”nin 1975 başlarında çıkan 4. sayısında TSİP kurucuları arasında CIA ajanları ve polis işbirlikçilerinin olduğu TSİP’in bir “CIA ve MİT tezgahı” olarak kurulduğu yazılıyordu.

Vatan Partililer TSİP’e yönelik “küfür edebiyatı”nda sınır tanımıyorlardı. TSİP’in kurulmasına “TSİP kerhanesi işletmeye açıldı” yorumunu getiriyorlardı. İşte Vatan Partisinin yayın organı Sosyalist Gazetesinin 7 Nisan 1975 tarihli 31. sayısında TSİP’e yönelik suçlamalar:

Mauv Mauv kedisi CIA sosyalizmi, 12 Mart kan cümbüşü içende cinayet sidiğiyle yeni baştan yıkana yağlana iyice dolaplaştırıldı. Politika kiremitliğine salıverildi. Aynı kan cümbüşü içinde kurdurulan Bis–Alaman ortamında Sömürge Faşizminin TSİP kerhanesi işletmeye açıldı. (…) İşçi sınıfımızın –tam 51 yıl kan kusarca emek vererek biriktirdiği biricik miras TSİP kerhanesinde ‘kurucu, kurdurucu, kurulucu, yönetici…’ sermaye olarak işletilen Karakter ve beyin fahişelerinin ellerine tutuşturuldu.

VP’liler 4 sayı çıkan Sosyalistin ilk sayısında TSİP’i en kısa zamanda büyük kongresini toplamaya ve kendini fesh edip Vatan Partisine katılma kararı almaya çağırması da ilginçti. VP’liler 3 sayı sonrası bu sefer TSİP üyelerine şu ültimatomu verir:

TSİP ile bir yol ilişki kurmuş, herkes en geç 30 Nisan 1975 akşamına kadar Vatan Partisine kaydını yaptırmadığı takdirde ileride üyeliğe kabul edilmesi büyük kongre kararına bağlıdır.

VP’liler önce CIA ve MİT tarafından kurdurtultuğunu söyledikleri TSİP’i daha sonra partilerine çağırmaları sol gruplar içerisindeki ideolojik ve siyasi hattın nasıl bir seyir izlediği konusunda herkese bir ipucu veriyordu. VP’lilerin bu çağrısına ilk cevap daha önce TSİP’e katılan Kıvılcım grubundan geldi. 1976 sonlarında Kıvılcım grubu Vatan partisine girerken bu grubun görüşlerini savunan Kıvılcım yayınları tarafından “TSİP olayı parti yapıcılığı ve çok partili ortamımız” başlıklı bir kitap yayınlar. Bu kitapta TSİP’in Kıvılcım grubunca 3 ayrı dönemde 3 ayrı konumca yapılmış 3 ayrı eleştirisi vardı.

Kıvılcım grubunun Vatan Partisine katılmasından sonra Vatan Partisi içerisinde hizipleşmeler meydana gelir. Kıvılcım grubu kısa bir süre içerisinde partinin bir çok yönetim kadrolarını ele geçirdi. VP’nin Ocak 1977’de yapılan 1. Kongresinden önce başta İstanbul ve Ankara olmak üzere bir çok il kongrelerini TSİP’ten ayrılarak VP’ye katılan grup kazanmıştı. Parti içindeki çekişmeler daha sonra Ankara’da kanlı bir cinayete de sebep olacaktı.

15–16–17 Ocak 1977’de İstanbul’da yapılan Vatan Partisi 1. Olağan Kongresinden 2 ay önce bir çok il ve ilçede olduğu gibi Ankara’da da parti içinde çekişmeler vardı. TSİP’den kopan Kıvılcım kanadı Ankara ve İstanbul’da partiye hakim olmuştu. Kıvılcım kanadı Ankara’da Vatan Partisinin eski yöneticilerinden eski il başkanı Orhan Aydın ve bir grup partiliyi tüzüğü ihlal ettiği gerekçesiyle partiden ihraç etmişti. 16 Aralık 1976 günü Vatan Partisinin Rüzgarlı sokak Fazilet Han’daki ilçe başkanlığına gelen ihraç edilen eski üyeler yeni yönetim kurulu üyeleriyle tartışmış, çıkan silahlı çatışmada üç yerinden vurulan Doğan Terlemez adlı genç aldığı kurşun yaraları neticesinde olay yerinde ölmüştü, 6 kişide ağır yaralanmıştı. Polis her iki tarafa mensup 10 kişiyi göz altına almıştı. Polis tarafından göz altına alınanlar arasında Kıvılcım kanadına muhalif eski yöneticilerden Orhan Aksungur, Erdal Aksungur’da vardı. Doğan Terlemez’i öldüren Orhan Aydın’da polis tarafından yakalanmıştı.

Kıvılcım kanadına mensup Vatan Partis

inin Ankara İl Başkanı Ahmet Kale bu cinayetten 25 yıl sonra yayınlanan “Kuvay–i Milliye” dergisinin Eylül – Ekim 2002 tarihli 26. sayısında yakından tanıdığı parti içi çatışmada öldürülen Doğan Terlemez cinayetini şöyle anlatıyordu:

Üyesi olduğum siyasi partinin örgütlenme çalışmalarına yardımcı olmak için 1975 yılında geldiğim Antep’te tanımıştım onu.

Parti bürosunda, dar kapsamlı toplantılar düzenleniyor, yapılacak işleri planlıyorduk. Siyasi ilişkilerin oldukça yoğun yaşandığı, her gruptan bir çok örgüt, dernek, sendika vs.nin olduğu Antep gibi bir yerde programımız ve amaçlarımızı anlatmaya, fazla tanınmayan partimizi örgütlemeye çalışıyorduk. İşimiz zordu.

Parti irtibat bürosunda geçen zamanlarımın dışında, ya şehri dolaşıyor yada birlikte çalıştığımız fotoğrafçı Hüseyin’in dükkanına uğruyordum. Kimi günler, Hüseyin ile birlikte kenar mahallelere ve yakın köylere kısa ziyaretler yapıyorduk.

İşçilerin, köylülerin evlerine misafir oluyor, ortaya atılan tabakalardan kaçak tütün sarıp acı kahve içiyorduk. Arkadaşlarına ve ilişkilerine genellikle gizemli bir hava katmayı pek seven Hüseyin, bu sohbetlerde çevresine topladığı insanlarla, dışarıdan bakınca oldukça önemli olduğu izlenimini veren görüşmelerde bulunuyordu. Sonra dönüyorduk. Ben de o yöre insanı olduğumdan, ara sıra ilçelere ziyaret yapıyor, tanıdığım insanları bizimle birlikte olmaya ikna etmeye çalışıyordum.

Hüseyin’in dükkanına kaçıncı gidişimdi bilemiyorum, bir gün, stüdyonun karanlık odasından ufak tefek, sarışın denebilecek kadar açık kumral bir delikanlı çıktı. Hüseyin ile bir fotoğraf üzerine birkaç laf edip geri odasına girdi. Bana da bir “merhaba” demişti.

Parti örgütlenmesinde, özellikle işçi gençlerin ne kadar önemli olduğu herkesçe malumdur. Öğrenci gençliğin sayısal fazlalığına karşın işçi gençliğinin azlığının hem teorik hem de pratik bir çok yetersizliklere neden olduğunu da görüyorduk.

– “Hüseyin, bu delikanlı nereden çıktı? Daha önce var mıydı?! Dedim.

– “Evet” dedi ve devam etti: “Bu bizim Doğan. Epeydir burada çalışıyor. Ama genellikle karanlık odada olur. Büyütülmesi istenen fotoğrafların rötuşlara işlerini yapar. Eli çok yatkındır. Çok da terbiyeli ve efendi bir çocuktur. İlerde parti çalışmalarına katacağımız kadar da bize yakındır.” Dedi.

İzin alarak karanlık odaya girip çalışmalarını izledim. Agrandizörden yayılan küçücük bir ışığın altında, birkaç santimetre boyunda uzatıp iyice sivrilttiği rötuş kalemleri ile bir portre üzerinde çalışıyordu. Alabildiğine titiz, dikkatli ve işinin ehli bir uzman olduğu belliydi. Çalışırken işine hakimiyeti, ona yetişkin bir işçi, bir adam görünümü veriyordu. İşi ile ilgili sorularıma çok kısa ama saygılı yanıtlar verdi. Konuya teorik olarak da hakimdi.

O gün öğlen yemeğini yandaki çorbacıda birlikte yedik. Yemek boyunca, mümkün olduğu kadar sıkmamaya çalışarak sorular sordum. Hemen hiç yüzüme bakmadan , kesik kesik cevapladı sorularımı. Kendisi ile ilgili sorularıma bir türlü açık yanıt alamıyordum. Ailesi, kaldığı yer gibi sorularımı hep geçiştirdi. Orta okulu terk ettiğini, bu stüdyoda fazla para almadığını, ama Hüseyin abisini çok sevdiğini, paraya da çok fazla ihtiyacının olmadığını söyledi.

Çocuksuluktan yeni kurtulmuş yüz ifadesi, yeni yeni terleyen ince, delikanlı bıyıkları, çok az konuşması, karşısındakinin yüzüne bakamayışı, tokgözlülüğü ile bu alçak gönüllü işçi genç dikkatimi çekmişti.

Hüseyin’in evinde kalıyordum. Antep’in eski bir mahallesinde, bir birinden bağımsız odaların geniş bir avluya baktığı bir evdi. Hüseyin burada yaşlı annesi ve daha sonra partimizin il başkanı olacak olan abisiyle birlikte kalıyordu. Biz eve çok geç gelip çok erken çıktığımız için yaşlı anneyi hiç görmedim. Mevsim kış, odamız buz gibi soğuktu. Herhangi bir ısıtma aygıtımız olmadığından, hemen küçük tüpü yakıp koca bir çaydanlık su kaynatıyorduk. Uzun süre kaynattığımız suyun buharı, odanın soğuğunu biraz olsun kırıyordu. Sonra, ısıttığımız o suyu, çatlatmadan cam şişelere doldurup, yatağa girince ayaklarımızı dayayıp ısınmak üzere, şişeleri dikkatlice yorganın altına yerleştiriyorduk.

Gene böyle bir gece Hüseyin’e sordum:

– “Bana biraz Doğan’dan bahseder misin?”dedim.

– “Anlatacak fazla bir şey yok, Allah’ın bir garibi işte. İşinde çok iyi, bize sığındı biz de onu aç bırakmamaya çalışıyoruz, o kadar.” Dedi.

– “Bırak şu esrarengiz havaları Hüseyin. Bu çocuğun olumlu özelliklerinin olduğunu sen de fark ediyorsun. Üstelik, ileride çalışmalarımıza katılabileceğini sen söyledin. Hem neden çalışmalara şimdi değil de daha sonra katılacakmış? Bak Hüseyin, şurada birlikte bir çalışma yürütüyoruz, birbirimize karşı açık olmak zorundayız.” Dedim.

– “Peki haklısın” dedi. “Çok kişisel bir mesele olduğu için anlatmak istemiyordum. Ama bu çocuk hep bizim çevremizde olacak. Senin de daha iyi tanımanda yarar var.” Dedi ve yine biraz sustuktan sonra;

– “Doğan aslında Antepli değil.” Dedi. Bunu ben de fark etmiştim. Antep şivesi ile konuşmaya çalışıyordu ama zorlama olduğu hemen belli oluyordu.

– “Doğan buraya Zonguldak’tan gelmiş. Ben tanıdığımda, ortaokulu terk etmiş, iş arıyordu. Güzel resim yapıyor, rötuşlaşmada işime yarar diye yanıma aldım. Birkaç yıldır yanımda. Bu arada, kendisinin anlattığı bölük pörçük bilgiler var. Şimdiye kadar herhangi bir tanıdığını ve akrabasını hiç görmedim ve duymadım. Annesi buranın genelevinde çalışıyor. Çok havalı bir kadın. Buraya gelirken Doğan’ı da yanında getirmiş. Çocuğa, köhne bir otelde bir oda tutmuş. Yıllardır orada kalır. Annesi, otelci kanalıyla harcadığını ve giysilerini temin etmiş. Bazen, işlerimizin yoğun olduğu günlerde dükkanda yatar.”dedi ve;

– “Ortaokulda bir iki yıl okuyabilmiş. Arayan soran kimsenin olmayışı müdürün anlayışına karşılık, bazı öğretmenlerin ve sınıf arkadaşlarının imalı, alaylı tavırlarına ve horlamalarına, ufak tefek olmasının da etkisiyle olsa gerek, itilip kakılmalara dayanamayarak okulu terk etmiş. Annesi okulu terk etmesine tepki göstermemiş, otel parasını ve harçlığını vermeye devam etmiş.” Diye Doğan’ı anlatmaya devam etti;

– “Benden fazla para talep etmez. Daha doğrusu, hiç para talep etmez. Parça başı hesaplayarak veririm ücretini. Hiç bakmaz bile. Genellikle yemeklerini ben veriyorum. Yandaki lokantaya; ‘ne isterse yesin ben vereceğim’ dedim. Ama kaç yıl oldu, bir kere kendiliğinden yemeğe gittiğini görmedim. Hep benim söylememi bekler.” Dedi.

– “Çok ilginç, annesi dışında, hiçbir yakınından bahsetmedi mi?” diye sordum Hüseyin’e.

– “Hayır, annesinden de kendisi bahsetmedi ki. Otelci söyledi bana. Yanımda çalışmaya başladığını duymuş, beni aradı, kısaca bahsetti. ‘Bu çocuğu kolla’ dedi. Bir abisi varmış intihar etmiş. ‘Bu çocuk çok çekecek hayatta. Bari sen ona iyi davran, ağabeylik yap’ dedi. Doğan ile ilgili anlatacaklarım bu kadar, zaten daha fazla da bir şey bilmiyorum.” Dedi.

– “Düzeyi nasıl kitap okuyor mu?” diye sordum.

– “Biz bir şeyler okutmaya çalışıyoruz. Ama iyi bir dinleyicidir. Siyasi sohbetlerimizi dinler. Kısa sorular sorar. Bir şeyler aldığını zannediyorum.”

Bu konuşmalardan sonra, bir müddet daha kaldım Antep’te. Doğan ile birkaç kez daha karşılaştık. Pek konuşmadık. Sonra ben Ankara’ya , evime ve işime döndüm. Üniversite öğrencisiydim ama, okula gittiğim yoktu. Gönüllü olarak bütün zamanımı parti çalışmalarına veriyordum. Ailemden gelen çok az bir miktar para ve öğrenci kredimle çok yoksul bir hayat yaşıyordum. Üç yıldır Ankara’daydım. Değişik semtlerde, değişik öğrenci arkadaşlarla bekar evlerinde kalmıştım. O yıl Yenimahalle’de, bahçeli üç katlı bir evin en alt katında oturuyorduk. Evimiz aşırı nemli, Ankara soğuktu. Gece gündüz kaçak elektrikle bütün odalarımızı ısıtmaya çalışıyorduk ama nafile. Kendimiz donuyorduk, giysilerimiz ıslaktı. Öyle ki yere serdiğimiz kilimleri havalandırmak istediğimizde, yerden kaldıramıyorduk, tuttuğumuz parça elimizde kalıyordu.

Evde, aynı siyasi partiden iki arkadaşımla birlikte kalıyorduk. Oldukça iyi anlaşıyorduk. Parti genel merkezine muhalif olduğumuzdan, aynı düşünceleri paylaşan arkadaşları Yenimahalle ilçe örgütüne sürmüşlerdi. Biz burada yarı özerk bir biçimde çalışıyorduk. Çok da iyi çalıştığımızı söyleyebilirim.

Bekar evini paylaştığım arkadaşlardan birisi Ankara Eczacılık. Diğeri ODTÜ Kimya’da okuyor. Arkadaşlarım okullarına da zaman ayırabiliyorlardı, ama ben tam gün parti mesaisi yapıyordum. Evimiz, parti binasına yakın tek bekar evi olduğundan, partili gençlerle dolup taşıyordu. Sürekli kalabalıktık.

Ankara’ya döndüğümden beri eski hızımla parti çalışmalarını sürdürüyordum ancak aklım da Doğan’a takılı kalmıştı. Doğan’ın durumundan ve hallerinden çok etkilenmiştim. Abisinin intihar ettiğini de düşündükçe, onu Antep’ten mutlaka uzaklaştırmak gerektiğine inanmaya başlamıştım.

Gene bir parti işi miydi, yoksa ailemi ziyaret için miydi hatırlayamıyorum, birkaç ay sonra yolum gene Antep’e düştü. Önce Hüseyin ile konuştum:

– “Hüseyin, bu çocuk için çok kaygılanıyorum. Sen de uygun görürsen Doğan’la konuşup onu Ankara’ya gelmeye ikna etmek istiyorum, ne dersin?” deyince, o da;

– “Valla bence de çok iyi olur. Burada gittikçe içine kapanıyor. Bazen sabahtan akşama kadar karanlık odadan çıkmadığı oluyor. Benim için çok iyi bir yardımcı, ama ben de senin kaygılarını taşıyorum. Ancak, kabul edip etmeyeceği konusunda bir şey diyemem.” Dedi.

Öğlen yemeği için Doğan’la birlikte yine yandaki çorbacıya gittik. Israrıma rağmen, sessizce, en ucuz yemekten bir kap istedi ve başını hiç kaldırmadan, sessizce yemeğe başladı. Hal hatır sormalarıma bir iki kelimelik cevap veriyor, yüzüme bakmamaya çalışıyordu. Bu saf, temiz, iyi niyetli genci üzmeden, rencide etmeden konuyu nasıl açabilirim düşüncesi içinde ben de yemeğimi çok ağır yiyordum. Bir an;

– “Bak Doğan!” diye söze başladım; “Sen buralarda kalmaması gereken iyi bir arkadaşsın. Daha büyük bir şehirde, hem fotoğrafçı olarak, hem de devrimci olarak kendini daha çabuk geliştirebilirsin. Benim Ankara’da arkadaşlarımla beraber kaldığım bir bekar evim var. Her zaman fazladan bir iki kişiye yetecek yemeğimiz ve yatağımız bulunur. İstersen benimle gel, bundan böyle Ankara’da yaşa. İstersen birkaç gün düşün. Ben dönerken yine Antep’e uğrarım. O zaman cevap verirsin.” Dedim.

Bu konuşmayı yaparken, onun bana, Ankara, evimiz, arkadaşlarım, geçimimiz konularında sorabileceği sorulara karşı kendimi hazırlamaya çalışıyordum.

Doğan yemeyi kesti. Elindeki ekmeği döndürüp ufalamaya başladı. Bense öneriyi yapmış olmanın rahatlığı ile onu izliyor, mimik ve hareketlerinden düşüncelerini anlamaya çalışıyordum.

Gözlerini önündeki tabağa dikmişti. Birden bana döndü, gözleri dolmuştu, gizlemeye çalıştığı heyecanından titreyen dudaklarından, ağlamaklı bir sesle;

– “Sağ ol, gelirim tabi” sözleri döküldü.

Hakkında bazı bilgiler edindiğimi anlamıştı. Minnetle bakıyordu yüzüme. Ama ne o zaman ne de daha sonra, onun geçmişi ile ilgili hiçbir şey konuşmadık. Ne Hüseyin ne de ben bu konuyu hiç kimse ile paylaşmadık.

Birkaç gün sonra yeniden görüştüğümüzde, Hüseyin ile konuştuğunu ve olurunu aldığını söyledi. O akşam döneceğimi, hazırsa birlikte gidebileceğimizi söyledim.

– “Hazırım ama ben yarın yola çıksam olur mu?” diye sordu usulca.

Ankara’da nasıl buluşacağımızı konuşup ayarladık.

Doğan, yıllardır yaşadığı Antep’i bile doğru dürüst bilmiyordu. O yüzden, benim Ankara’daki adres tariflerimi de pek anlamamıştı. Garajlarda buluşmayı kararlaştırdık.

Daha sonra Hüseyin’den duymuştum. Doğan, Antep’teki son gün, sabah, küçük bir çantayı ancak dolduracak birkaç parça eşyasını toplayıp otelle ilişkisini kesmiş. Dükkanın önünde, küçük hasır sandalyesinin üstünde saatlerce, hiç konuşmadan, sigara içerek oturmuş. Daha önce hiç görmemiş gibi insanların yüzüne bakmış. Hüseyin;

– “Gidişine memnun muydu, değil miydi bilemiyorum. O gün benimle de hiçbir şey konuşmadı. İyice içine kapanmıştı. İşe bak ki o sessiz kalmak istedikçe, önünden geçenlerden belki yirmi kişi adres sordu. Çocuk hepsini de ben yabancıyım bilmiyorum diye cevapladı. Akşam üzeri otobüs terminaline birlikte yürüdük. Yine konuşmadı. Ben havadan sudan bir şeyler geveledim. Otobüse binmeden önce şöyle bir yüzüme baktıktan sonra, sımsıkı sarıldı bana. Ağladığını fark ettim. Benimde gözlerim doldu. Karşılıklı el salladık. Gitti.” Diye anlattı o günü.

Doğan’ın Antep’te neler bıraktığını bilmiyordum. Annesi ile konuşup vedalaşmış mıydı? Bilmiyorum. Ama hayatının birkaç yılını geçirdiği bu kentte yine de bir tam gününü ayırıp gözleriyle de olsa oranın insanlarıyla vedalaşmıştı işte. Nitekim daha sonra, bir daha Antep’i ziyaret etmeyi düşünmediği gibi çok fazla da lafını etmedi.

Ankara’ya gelişimin ertesi günü, garajdan alıp evimize götürdüm onu. Ev arkadaşlarıma her hangi bir açıklama yapmadım. Onlar da hiçbir açıklama beklemeden, sevgiyle kucak açtılar Doğan’a.

Evin yaşça en küçüğü olduğundan, bütün bakkal–Pazar işlerini üslendi hemen. Zaten evin yemek işlerini ben yürütüyordum, Doğan da hemen yardımcım oldu. ayrıca parti binasının da devamlı elemanı gibi davranmaya başladı. Binayı açıyor, temizliyor ve çay–kahve içmelerine bakıyordu. Evimizin küçük bütçesinden ufak tefek harçlıklar vererek, parasız bırakmıyordum onu.

Giderek açılmaya, dillenmeye başlamıştı. Okuyor, eskiye oranla daha çok soruyor, öğreniyor, konuşuyor hatta zaman zaman kahkahalarla gülüyordu bile.

Doğan’ı herkes sevmişti. O da bizleri benimsemişti. Ailesi olmuştuk onun. Sıkı sıkıya bağlıydı bize. Daha gelir gelmez ona bir yatak ve giysiler uydurmuştuk. Bizim yoksul hayatımıza sessizce katılıverdi o da.

Evimiz hep kalabalık olurdu. Bizim gibi genç ve partili olan bekar arkadaşlar doluşurlardı hanemize. Kalabalık sofralar, bağırışlı çağırışlı kalabalık tartışmalar. Demlik demlik çay, paket paket sigara. Teypte Ruhi Su’dan bir kasbet. Bazen hep bir ağızdan eşlik ediyoruz ustaya. Doğan da katılıyor bize. Sesi çekilebilir ama kulağı hiç yok. Bütün türkülerin kafasını gözünü yarıyor. Üstelik “r” harfini de tam çıkaramıyor. En sevdiği türkü Orta Anadolu’dan; hani,

Çamdan sakız akıyor,

Kız nişanlın bakıyor,

Koynundaki memeler,

Turunç olmuş kokuyor,

Diye giden türkü. Biz de çok seviyoruz. Hep birden söylüyoruz. Doğan kendini iyice kaptırıp sesini yükseltince, biz birdin bire susuyoruz. Doğan yalnız başına bağırıyor:

Koynundaki memeleğ

Tuğunç olmuş kokuyoğ…

Biz hep birden makaraları koyuverince, kızgınlık ve utançtan kıpkırmızı kesiliyor. ‘Fiske vursan kan damlar’ derler ya aynen öyle.

En yakınındakini sarılıp biraz boğuşuyor. Biraz bağırıp çağırıyor. Ama sevildiğini biliyor.

Grup olarak siyasi yalpalanmalar geçiriyorduk. Önce topluca içinde bulunduğumuz partiden ayrıldık. Bir süre sonra, başka bir küçük siyasi partiye katıldık.

Yeni katıldığımız partide, henüz bir iki ay geçmeden İstanbul’daki başka bir grupla birleşerek partinin bütün yönetim organlarını cebren ele geçirdik. Ben hem merkez yönetimine girdim, hem de Ankara İl Başkanlığı’na getirildim. Bütün bu giriş çıkışlarımızda Doğan benim yanımdan hiç ayrılmadı. Artık eski, içine kapalı Doğan değildi. İnsanlarla konuşuyor, tartışıyor, şakalaşıyordu. Birlikte olduğumuz süre boyunca benimle olan saygı ilişkisini hiç bozmadı. Benim yakınlaşmalarıma, şakalaşmalarıma bile hep minnetle karışık bir saygıyla karşılık verdi. Ondan ne istesem, ona ne söylesem hep yumuşak bir şekilde başını eğerek ‘Olur Ağam” dedi. O hep saygı ve minnetle bana ağam diyordu. Bense bu hitabı, Antepli bir hemşeri hitabı olarak alıyordum.

Yönetimini, biraz da bilek gücüyle aldığımız partide bizi bir çok sorun bekliyordu. Öncelikle, yönetimi birlikte devraldığımız grupla anlaşamamıştık. Yaptığımız ‘darbe’nin ertesi sabahı, ilk merkez yönetimi toplantısında, İstanbul grubuyla hemen hiçbir konuda anlaşamadığımız ve anlaşamayacağımız ortaya çıkmıştı. Çok yakın bir gelecekte toplantıyı kararlaştırdığımız Büyük Kongre’de çok yoğun bir teorik hesaplaşma yaşayacağımız kesindi.

Bu arada, partilerini bize kaptıran grup Ankara’ya yığılmıştı. Karanlık tiplerle, partiyi basıp binayı elimizden alacaklarına dair haberler yollayıp sinirlerimizi bozuyorlardı. Bizler, hem parti binasını günde 10–15 saat koruyor, ondan sonra da birkaç kişi toplanıp, geç saatlere kadar kongre için teorik hazırlık yapıyorduk. Bir ayı aşkın bir zaman süren bu tempo, bizleri ruhen ve bedenen çok yıpratmıştı. En çok yıprananlardan biri de Doğan’dı.

Ben bu süre içinde evlendiğimden, artık birlikte kalamıyorduk. Ancak yine de aramızdaki bağ sürüyordu.

Sabah 06:30 gibi bizimle beraber gelip partiyi açıyor, akşama kadar, peynir, helva, ekmek yiyip, çay, sigara içerek, tedirgin ve gergin sohbet edip bekliyorduk. Sık sık ‘bu gece parti basılacak’ haberlerini de artık kanıksamıştık.

Giderek kongre de yaklaştığından, biz birkaç kişi, akşamları daha erken ayrılıyor, kendimizce çalışmalar yapmak için bir eve kapanıyorduk.

Ankara’nın buz gibi soğuk bir Aralık günüydü. Yerde dört parmak buz vardı. Bıyıklarımız buz tutarak, sabahın erken saatlerinde ‘nöbet’imize gelmiştik. Gün olağan. Soğuktan büzüşerek oturuyorduk. Kimimiz okuyor, kimimiz uyukluyordu. Her günkü gibi, akşama kadar gelip gidenler oldu. doğan hep orada; çay yapıyor, helva ekmek alıp geliyordu. Hepimiz gibi o da yorgun, bitap. Gülmesi, şakalaşması kalmamıştı. O gün yine, akşam partinin basılacağı haberi gelmişti. Artık umursamıyorduk. Akşam yine, kongre için çalışmamız gerekiyordu. Birkaç kişi tam partiden ayrılacağımız sırada, sendikalaştırdığımız bir grup metal işçisi ziyaretimize geldiler. Onlarla oturup birer çay içtik. Biz izin isteyip kalkarken, Doğan’a ‘işçiler gider gitmez sizde çıkın, oyalanmayın’ dedim.

Bir arkadaşımızın evinde toplanmak üzere çıktık. Eve varmamızdan 15 dakika kadar sonra kapı çalındı. Partide bıraktığımız arkadaşlarımızdan Atilla kapıda. Nefes nefese, ağlamaklı;

– “Partiyi bastılar! Silahlar patladı! 5–6 kişi yaralı, Doğan’ın durumu çok ağırdı. Birkaç kurşun yarası aldı. Korkarım kaybedeceğiz.” Dedi.

Yenimahalle son duraktaki evden Hacettepe Hastanesi’ne neredeyse uçarak ulaştık. Daha kapıda acı gerçeği öğrendik. 5 arkadaşımız ağır yada hafif yaralıydılar. Doğan ise daha merdivenlerde can vermişti.

Bizim partiden ayrılmamızın ardından metal işçileri de kalkmışlar. Orada kalan 10–15 arkadaşımız toparlanmış çıkacakken baskına uğramışlar.

Arkadaşlarımızın anlattıklarına göre; silahlı 5–6 kişi olan baskıncılar da müthiş bir panik yaşıyorlarmış. Silahları çekilmiş durumda, abuk sabuk konuşup küfürlerle arkadaşlarımızı bir köşeye yığmışlar. Oradaki en kıdemli arkadaşımız olan Atilla, ortalığı sakinleştirmek için konuşmaya başlamış. Tam da başarı sağlayıp konuşma ortamı yaratmaya doğru giderken ve namlular aşağı doğru inerken, bizimkilerden biri fırlamış; “erkekseniz vurun ulan” türünden laflar etmiş. Bunun üzerine zaten panikte olan adamlar silahlarını ateşlemişler. Doğancık, en yakındaki silahın üzerine kapanarak bütün kurşunları almış vücuduna. Tamamı göğsünden 3–4 kurşun yarası. Neredeyse cansız kalana dek de silahın üzerine kapanmış.

Hepimizi sarstı Doğan’ın ölümü. En yakını bendim onun. Çok severdim. Cenazesine katılma direncini bile gösteremedim. Öylece kalakalmıştım. Bir yandan, böyle güzel bir insanı tanıdığıma seviniyor, öte yandan, kaybettiğimize çok üzülüyordum.

Aslında, Doğan’ı ne kadar tanıdığım da tartışılırdı. O zamanlar bende 21–22 yaşlarında bir gençtim. Bir insanın psikolojik durumundan sonuçlara varma tecrübem de yoktu. Hele bu insan Doğan gibi, sıkı sıkıya kapalı bir kutu gibiyse onu tanımak daha da zor olurdu. Bugünkü yaşım ve deneyimlerimle, Doğan gibi birini tanısam ne yapardım? Onu da söylemek zor.

Olayı basından öğrenen Hüseyin, Annesini bulmuş. Annesi ve 1–2 kişi –belki de akrabalarıydılar– cenazeye katılmış. Hiç kimseyle hiçbir şey konuşmadan, bir köşeden töreni izleyip sessizce ayrılmışlar.

Doğan’ın içinde, hangi gürültülü fırtınaların koptuğunu kimse bilememişti. Bizim bildiğimiz; onun sessizce yaşayıp sessizce gittiğiydi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: Content is protected !!