Vefa Duygusu
ASKERLİĞİ bitirmiş, memleketimde baba mesleği olarak Maliyede ilk memuriyete başlamıştım. Devlet memuru havasına bir türlü girememiştim. Aslında bir şeyler yapmak; içimdeki duyguları, düşünceleri satırlara dökmek, kitap yazmak istiyordum.
Özetle şiire, hikaye ve romana doğru ciddi adımlar atmak niyetindeydim. Bu, bana büyük bir zevk veriyor hem de taşra memuriyetinin sıkıcılığını üstümden atmama yarıyordu.
……….
Önce sosyal faaliyetlere yöneldim. Esnaf, öğrenci ve öğretmen bir kaç gönül dostu ile bir dernek kurduk; bunun çatısı altında sohbetler düzenledik. Gördüm ki, muhtaç olduğumuz şeylerin başında sevgi geliyor. Sevgi ve inanç insanların kalplerinde yer edebilirse güzele, doğruya yönelmek, huzurlu bir toplum oluşturmak kolay olacaktı. Bu düşünceyle, mahalli bir gazete çıkarmaya başladık. O yıllarda, üç beş idealist insanın bir araya gelerek, gazete çıkarması hiç de kolay bir şey değildi. Bunun çeşitli zorlukları vardı. Ama biz bunları yenmeye çalışıyorduk.
Nihayet büyük özverilerle bunu başardık. İlk sayı hayli ilgi görmüştü. Arkadaşlar heyecan doluydu. İlk şiir denemem bu sayıda yer almıştı. İlk defa ‘milli’ oluyordum. Çok mutluydum.
Böylece, ilçede hem fikri yönden bir gelişme oluyor, hem de insanlar sıcak bir atmosfer içine giriyorlardı.
Bu çalışmamız karşısında elbette aksi düşünenler, tepki gösterenler bulunacaktı. Nitekim öyle oldu. Kimisi kendi güçleriyle bir şeyler yapan insanları rahatsız ederek, seslerini duyurmak istiyorlardı. Bunun için de üç beş heyecanlı öğrenci ve öğretmen “Buzlar Çözülmeden” piyesini, bu sakin, sevimli, inandıkları gibi yaşayan insanların kentinde, ses getirmek amacıyla sahneye koyma kararı aldılar. Bu, daha çok bir tepkiydi. Ve varlıklarını ispat etmek için yaptıkları bir girişimdi. Niyetlerini herkes bili-yor ve piyesin oynatılacağı günü endişe içinde bekliyorlardı. Reklamlar yapılmış, salon tutulmuştu. Sıra, bir takım rahatsızlıklar oluşturacak piyesin oynanmasına gelmişti. Arkadaşlarla bir araya gelerek olayın kritiğini yaptık. “Neler olabilir?”, “Halkın piyes karşısında tepkisi nasıl gelişir?” ,”Oyun başlamadan durdurmanın çaresi nedir?” gibi konuları tartıştık.
Eğilimler belliydi: Kimisi “Piyesin sahnelenmesine mani olalım”, kimi “Oyun sırasında slogan atıp tepki gösterelim”, kimisi de “Oturup seyredelim” diyordu.
Ben her zaman, yapıcı hareket etmeyi, fikre karşı fikri, nefrete karşı sevgiyi benimsemenin daha faydalı olacağına inanıyordum; bunu söyledim. Kabul edenler olduğu kadar etmeyenler de vardı. Tam bir karar almadan da-ğılmıştık. Ne var ki, bir kaç heyecanlı arkadaşın fikrinde ısrarlıydı. Bu da ne olursa olsun bir tepki göstermekti. Bu düşünce kulaktan kulağa yayılmış ve savcılığa intikal et-mişti. Piyesin oynanmasına tam bir gün kala, savcılığa çağ-rılmıştık. Sanık olarak tek tek ifademiz alınıyordu.
……….
Savcının kızgın olduğu her halinden belliydi. Düşüncelerimizi öğrendiğinde bize karşı sempati duyması mümkün değildi. Aksine, ortada bir olay ya da suçu gerektiren bir durum olmamasına rağmen suçlu aradığı açıktı.
Savcının gerekçesi çok basitti. “Buzlar Çözülmeden” isimli piyesin oynanmasına düşünce olarak neden karşı olduğumuzu, neden sahnelenmesini istemediğimizi soru-yordu.
Fiilen savcının karşısındayım; daktilograf bir suçlu gibi kimlik bilgilerimi yazıyordu. Belli etmemeye çalıştığım bir heyecan ve korku içindeydim. İfademin kimlik bölümü yazılmış, esas sorması gereken soruya gelmişti ki, başını yazıdan kaldırıp yüzüme baktı. O anda kafasından neler geçiyordu, yapmak istediği neydi; bunu bilmem mümkün değildi. Ama ilk hırçınlığı, ilk tepkisi değişmişti. Yüzü başka bir anlama bürünmüştü. “Sen demek Ali Şevki Yavuz’un oğlusun, öyle mi?” diye sordu. “Evet” dedim.
Şaşırmıştım. “Ne oluyor, yoksa yeni bir suç mu icat edecek”, diye düşünürken ifadeyi yazan katibe dönerek; “Sen biraz dışarı çık” dedi.
Odada yalnız kalmıştık. İçimde bin bir şüphe doğuran sorular vardı. Neler oluyordu? Savcı ifade almayı niye durdurmuştu? Neden katibi dışarı çıkarmıştı? Hiç bir şey düşünemiyor; garip garip yüzüne bakıyordum. Babacan bir tavır içindeydi. “Babanı çok severim” dedi. “Ona saygım büyüktür.” Arkasına yaslandı. Bir hatırayı yeniden yaşamanın duygusallığı içinde sözlerini sürdürdü: “Bana çok büyük iyiliği dokundu. Onu hiç unutabilir miyim? Kendisine bir vefa borcum var. Sana bir zarar gelmesini istemem. Çünkü daha memuriyetin başındasın. Böyle davranışlar insanın başına dert açar.”
Olup bitenleri, tartışmaları, düşüncelerimi bir bir anlatmaya çalıştım. Artık bir zarar gelmeyeceğini hissettiğim için rahattım. Kendisi benim anlattıklarımdan çok düşüncelerini söylüyordu, adeta nasihat ediyordu. Sonunda “Bak”dedi, “Sana o sahneyi anlatayım, dinle.” Ve bir çırpıda kendisini etkileyen o olayı anlattı. Neredeyse mahkemede olduğumu unutmuştum; bir baba dostu konuşuyordu: “Baban o zaman maliye tahsildarıydı, ben de öğrenci idim. Bir gün köyümüze vergi toplamak için gelmişti. Herkes dizilmiş, vermesi gerekenleri makbuz karşılığında veriyorlardı. Babam çok fakirdi. Vergi verecek gücü yoktu. Ama bunu jandarmaya anlatmak çok zordu. Örneğin evlerde inek, koyun ne varsa alıp götürüyorlardı. Eğer bunlar yoksa cezası hapisti. Sıra bize gelmişti. Jandarma vergiyi hemen vermesi için babamı zorluyordu. Olup bitenleri korku içinde seyrediyordum. Hırslıydım, kinliydim, neredeyse üzerlerine atlayacağım. Tam bu sırada, baban Ali Şevki jandarmalara; “Bırakın” dedi, “Ona ben kefil oluyorum. Vergisini eline para geçtiği zaman getirir.”
O haleti ruhiye içinde ne kadar sevindiğimi, rahatladığımı ve kendisine karşı sınırsız bir saygı duyduğumu tarif edemem.”
Savcı konuşmasını noktalamıştı. Arkasından ne gelecekti, onu bekliyordum. Korktuğum gibi olmadı; biraz daha nasihat etti, arkasından zile basıp katibi çağırdı. Yeniden ifademi kaldığı yerden almaya devam etti. Bu defa, “sanık” olmaktan çıkmış “tanık” sıfatını almıştım.
Tutanağı imzaladım ve odadan çıktım.
……….
O günkü duygularımı, aradan bunca yıl geçmesine rağmen tahlil etmekte hâlâ zorluk çekiyorum.
Savcı, babama duyduğu minnetin aynısını belki de benim kendisine duymamı istediği için bir anda değişmiş, azametli, haşin, tavrı giderek sevecen bir baba dostu görünümüne bürünmüştü.
Keşke bu baba dostu hep öyle kalsaydı.
Aynı insan bir müddet sonra ağabeyim ve arkadaşlarını dini kitap okudukları gerekçesiyle tutuklamış ve 163 maddeden hesaba çekerek 20 ay hapis cezası ile altı ay çeşitli illerde sürgün edilmelerini sağlamıştı.
Adalet dağıtan kalbi, yıllar içinde bir “terör ideolojisi”ne sempati duyar hale gelmeseydi. Keşke herkese aynı sevgi, aynı dostluk, aynı eşitlik içinde yaklaşabilseydi. Ne yazık ki, yetişme tarzı, aldığı kültür, ona insanımızın bin yıllık geleneğini ve inancını öcü gibi gören bir mantık kazandırmıştı.
Kısacası iyi bir adalet simgesi olabilirdi. Fakat olmadı: İsmi gazete başlıklarında Marksizm’i savunan, dolayısıyla , başka fikirlere hayat hakkı tanımayan bir savcı olarak yer aldı.
……….
Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının affı için açılan kampanyaya öncülük etti. Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin kuruluşuna karşı çıktı.
O, tek yönlü fikirleri ile her gittiği yerde “olay adam” olmayı sürdürdü.
Hatta “yılın hukukçusu” seçildi.
Ne var ki, gerçek bir hukuk mantığına herhalde- sahip olamadı. Terazinin bir kefesi onun için hep daha ağır bastı.
Yıllar sonra, olayın etkisinden kurtulmuştum; neredeyse unutmuştum. Bir olay onu yeniden gündeme getirdi. Sözünü ettiğim bu baba dostu savcı Doğan Öz Ankara’da bir suikasta kurban gitmişti.
Birden o günlere döndüm, yüreğimde bir acı hissettim “Keşke dedim.” Keşke böyle olmasaydı.”