Yaşananı Yazma Denemesi
YAŞANANI YAZMA DENEMESİ
ESKİ bir dostum mesai saati içinde bakanlığa ziyaretime gelmişti; hareketli ve yoğun bir gündü. O gün yapılacak olan toplantı, bakana gelen ziyaretçiler ve bitip tükenmeyen heyetler nefes aldırmıyordu. Bir kaç dakika olsun misafirimle ilgilenme fırsatı bulamıyordum.
……….
İnsanlarımız sorunluydu; dert anlatma ve iş arama çabası içindeydiler. Kimler gelmiyordu ki bu umut kapısından? Kimse hakkına razı değildi. İşini normal seyrine bırakarak sonucu beklemek yoktu. Hep böyle mi olmalıydı? Eskiden beri, bürokrasi “Hamili kart yakınımdır” mantığıyla işliyordu. En basit bir iş bile politikacılar devreye sokularak halledilmişti. Bu durum, hem bürokrasiyi kilitliyor, hem de önemli haksızlıklara, yanlışlıklara yol açıyordu.
Haklı taleplerini yurdun uzak köşelerinden gönderen ve aylarca cevap alamayanların günahı neydi? Bu, önemli bir sorun sanırım. Ne kadar anlatılırsa anlatılsın, çaresi öyle kolay bulunur cinsten de değil.
……….
Öğleye kadar süren yoğun tempomu seyreden dostum şaşkındı. Oda tenhalaşıp baş başa kaldığımız an ilk sözü, “İşin gerçekten çok zor. Ben bir gün bile buna dayanamam. Yıllardır aynı işi yaptığına göre şikayetçi değilsin sanırım?” oldu. “Ne yapacaksın görevim” dedim.
– “Hayır, bu görevin ötesinde bir sevgi, bir tutku galiba. İnsan, bu kalabalığa, bu gerilime, bu müzminleşmiş dertlere nasıl dayanır?” diye ekledi.
Dostum ne kadar haklıydı. Yirmi dört yılı böyle mekanlarda, bu tip insanlarla ve onların dertleriyle, hızlı bir tempo içinde geçirmiştim.
Yıllar içinde nice iktidarlar değişmiş, kimi muhalefette olmanın sıkıntısı, kimi iktidarda olmanın zevki yaşanmıştı. Hep o gösterişli mekanlara oturmanın mücadelesi yapılıyor, ‘politikalar’ üretiliyor, nice değerli şahsiyetler partili kimliğine büründükten sonra tanınamaz hale geliyordu.
İktidar ve muhalefet ne kadar değişirse değişsin ta-lepler ve sistem aynıydı. Değişen sadece kartvizit ve partilerin adlarıydı.
Böyle dönemlerde herkes, bir şeylerin peşinde olurdu. ‘Ganimet’ kazanmak veya başkasının önüne geçerek iktidar partisinin nimetlerinden faydalanmak peşindeydi-ler. Bunu bir hak kabul eder, meşru sayar “Yeter, biraz da biz söz sahibi olalım” demek isterlerdi. Bu, elbette savunulamaz, sıradan bir tavırdı. Ama çoğu bunu kendisi için bir ‘hak’ olarak görüyor, yanlış da olsa, meşru bir gerekçe üretmeye çalışıyordu. Bu tavır aydınında da vardı, sıradan insanda da.
Ancak herkes bu gidişten, bu uygulamadan şikayetçiydi. Durumu tenkit edenler, yetkili mevkilere geldikleri zaman söylediklerinin daha fazlasını yaparak, bu çarkın böyle dönüşünü hızlandırıyorlardı.
Arkadaşım bu konularda benden fazla şikayetçiydi. Çok şey söylemek istiyordu, ancak ortam uygun değildi.
……….
‘Bunca yoğun iş arasında bir de okuma ve yazma alışkanlığını sürdürmek durumundaysan, kültürle ve sanatla ilgini kesmiyor, yıllardır okuyucuya çeşitli romanlar veriyorsan, ismin edebiyat kitaplarına geçiyorsa, ne zaman okuduğunun, ne zaman düşündüğünün, ne zaman yazdığının farkında değilsin’ demek ister gibiydi.
Kendisine farklı düşünmediğimi söyleyemedim. Elbette bir açıklaması vardı bunun; sevgiyle neler yapılmazdı ki? Yeter ki yüreğinde bir arzu, zihninde insanlara bir şeyler verebilme, bir hizmetin peşinde olma düşüncesi olsun. Kapalı kapılar ardına kadar açılıverir. Siz bunun farkına bile varmazsınız, üstelik mahareti kendinizde sanırsınız.
Ona, “Zamanı iyi kullanarak bir şeyler yazıyorum” dedim. “Yazdığım kitaplarla doğruları yansıtmak gibi görev yükledim kendime.”
Konuşmamızı kesen telefonlar ve gelip gidenlere rağmen koyu sohbetimiz devam ediyordu. “Bir bakıma şanslısın” dedi. “Bu gördüklerin, yaşadıkların roman için tam bir malzeme deposu. İstediğin tarzda kullan; bu senin maharetine kalmış, çoğu yazarın arayıp bulamadığı büyük bir nimet. Yalnız bir şeyi gözden kaçırıyorsun. Bu mekanlarda yaşadığın olayların, hatıraların dosyalar içinde kalmasına fırsat vermemelisin. Bırak yazılsın; görsün okuyucu, bürokraside nelerin olup bittiğini.”
Dostum bana açıkça hatıralarını yaz demek istiyordu. Aslında düşüncelerime tercüman olmuştu. Aynı düşünceleri zaman zaman aklımdan geçiriyor, bir türlü yazıya geçiremiyordum. Zaman darlığı, tarihi araştırmalara ait yeni çalışmalar diyerek kendime mazeret buluyordum. Dolayısıyla bir türlü başlayamıyordum.
Belki böyle bir esere başlamak için yoğun teşvik ve gayrete ihtiyacım vardı. Kendimi yokladım, yüreğim hazırdı. Yazmayı bir sorumluluk, bir görev kabul ettiğime göre yaşadıklarımı satırlara dökmek, belge halinde sunmak gerekirdi. Arkadaşıma “Haklısın” dedim, “Yazacağım.”
Konuşmamızdan sonra günler ve aylar birbirini kovaladı. Elime kalemi bir türlü alamıyor, düşündüklerimi, hatırladıklarımı kağıda dökemiyordum. Buna ne zaman karar versem, ya yorgunluk ya da öbür çalışmaların yoğunluğu masaya oturtmuyordu. Ayrıca, nereden ve nasıl başlayacağım zihnimde netleşmiş değildi.
Bir an oluyor; “Niçin yazacağım? Anlattıklarım insanlara ne fayda sağlayacak?” demeye başlıyordum. Zaman zaman, her şeyden vazgeçer gibi oluyor, düşüncelerim, planlarım, kurgularım bir bir yok oluyordu.
Bir de bakıyorum, kalemin verdiği sorumluluk beni zorluyor; doğruyu, güzeli yazma coşkusu içimi sarıveriyordu.
Duyduklarımı, gördüklerimi, yaşadıklarımı, hele hele devletin yönetiminde olan bakan ve bürokratlarla olan çalışmalarım esnasında tanık olduklarımı sunma düşüncesi beni giderek tahrik ediyordu.
Artık, nereden nereye geldiğimiz, bizi idare edenlerin duyguları, düşünceleri, fedakarlıkları, acizlikleri ve zaafları bilinmeli, mutlaka bilinmeli diye düşünüyordum.
Siyasetin gerçek dünyasını gördükçe bazen üzülüp, bazen de düşünme ihtiyacını hissediyorsunuz. Kimi zaman da V. Churchil’in şu anlamlı sözü aklımıza geliyor: “Bir insanın harpte, sadece bir kere; politikada ise defalarca öldürülebileceğine rağmen, politika hemen hemen harp kadar heyecanlı ve oldukça tehlikelidir.” Gerçekten böyle değil mi?
“Zamanını bekleme, şimdi sırası değil” gibi mazeretleri bir tarafa atarak, hatıra demetinin ilk sayfasını yazmaya başlıyorum. Bakalım bu başlangıç bizi nereye götürecek! O bürokrasi labirentinde, politika denilen çok yüzlü karmaşa ortamında neler neler göreceğiz!
Burada ne birilerini yüceltmek ne de bir başkalarını kötülemek niyetinde değilim. Her şey bir fotoğraf makinesinin tespit ettiği gibi olacak. Siz sadece ona bakacaksınız. Sonunda, ortaya azımsanamayacak bir siyaset ve bürokrasi portresi çıkacak, ilginç ruh halleriyle tanışacaksınız.
İnancım ve prensiplerim nedeniyle insanların özel hayatlarına müdahale ederek eserimi ‘günah galerisi’ haline getirmeyi doğru bulmuyorum. Hoşa gitmeyen hakikatlere ters düşen kimi kişi ve olayları şahsiyetleri incitmeden makul bir eleştiri süzgecinden geçirerek sunmaya çalıştım. Amacım dilimin ve üslubumun sınırlarını zorlayarak ‘skandallar dosyası’ hazırlamak değil. Bu tür yayınları kimileri yeterince yapıyorlar zaten.
‘Mavi Defter’e son notları düştüğüm sıralarda hatıralarda yer alan devlet adamı ve siyasetçilerin çoğu hayattaydı.
Yaşayanlar hakkında bir fikir beyan etmenin, haya-tından kesitler vermenin ne denli isabetli olduğu elbette tartışılır. Objektif olmakta bir hayli zorlandığımı da burada itiraf etmeliyim. Sonuçta, gücenenler elbette olacaktır. Ama kendilerinin yazılanları beğenip beğenmemesi de artık çok önemli değil, benim için. Zira, onlar yaptıkları ve yaşadıkları ile tarihe mal oldular zaten.
İnsanları, belli bir siyasi düşüncede birleştirmek mümkün değildir. Önemli olan, onları sevgi üzerine kurulu bir asgari müşterekte sunmaktır. Bunun daha doğru ve daha anlamlı olduğu, sayfalar çevrildikçe görünecek sanı-yorum.