Altınlar Su Gibi Akıyor Fakat Hiçbir Sonuç Elde Edilemiyordu
Altınlar Su Gibi Akıyor Fakat Hiçbir Sonuç Elde Edilemiyordu
Mesleki işlerde bütün bütün nefsine bağlanmak ve şanperverliğine hizmet ettirmek istediğine, muhakeme sahibi olan hiçbir fert şüphe edemez. Vatan menafii Paşa’nın nazarında kendisine şeref kazandırmaktan ibarettir. Bu zat tamamile şahsi menfaatler takip ediyor. İşte bu hakikatlere mebnidir ki İstanbul’dan çıktığı günden beri binlerce lira sarfettiği halde hiçbir hayırlı iş görememiştir. Avrupa’da bulunan vatandaşlarımızdan hiçbir namus ve meslek sahibile anlaşamadıktan başka hepsini de gücendirdi. Dalkavuk ve dolandırıcı olanlar kendisinden istifade edebildiler. Fakat namus erbabından hiçbiri kendisile hulus ve saffet dairesinde ciddi bir işe girişmeye muvaffak olamadı.
Ben harice çıktıktan sonra bir seneden beri mütemadiyen siyasi hatalardan muhafazası ve ciddi bir meslek ihtizamı hususuna bütün kuvvetimle çalıştım. Saffetle söylediğim sözlerin manası pek yanlış telakki edildiğini, hulusla gösterdiğim meslekte bir takım emeller arandığını gördüm. En yabancı ve ancak Yıldız alemine yakışan muamelelere hedef oldum. Bunun üzerine hulusumun bedbahtlığımı mucip olmaktan başka bir semere vermediğini görerek ve mahrerane bir faaliyetten başka bir çare kalmadığını anlayarak, bu ciheti size de yazdım.”
Ahmet Celalettin Paşa’nın takındığı tavırlardan bir fayda hasıl olamayacağı anlaşılınca onun avutularak idare edilmesine ve parasından memleket için istifade olunmasına karar verilmişti. Çünkü nasıl olsa Paşa’nın etrafını alan bir takım şarlatanlar ve dalkavuklar parasını az zamanda yiyip bitireceklerdi, iş bununla da kalmayacak, belki o paralara bilerek bilmeyerek vatanın zararına sarfedilmiş olacaktı.
Terakki ve İttihat Cemiyeti, Dr. Bahaddin Şakir Bey’le Diran Kelekyan Efendi de dahil olduğu halde, Ahmet Celalettin Paşa’nın; aklı yetse bile yine Avrupa’daki hürriyet mücadelesinin başına geçmesini istemiyorlardı. Çünkü Paşa Avrupa’ya firar etmiş olmakla beraber, yine senelerce Abdülhamid’in fena idaresini en yakın bir mevkiden terviç etmiş ve zalim Padişah’ın Serhafiyeliğini yapmış olmakla tanınmıştı. Avrupa’da bulunan Genç Türklerin kredisi esasen bozuk olduğundan, bir de Celalettin Paşa’nın emri altına girecek olurlarsa, onlarda haysiyet ve şeref namına hiçbir şey kalmayacağına şüphe yoktu. İttihat ve Terakki Cemiyeti dağıtıldıktan ve mühim erkanı maaşlarla şuraya buraya kayırıldıktan sonra, onun itibarını Ahmet Rıza, Dr. Nazım ve sonradan iltihak eden Sezai Beyler gibi zevatın azim ve sebatları kurtaralabilmişti. Senelerden beri devam eden bu fedakarlıklar tabii Ahmet Celalettin Paşa’nın büyüklük hırsına feda edilemezdi.
Filhakika bir zaman sonra, Paşa’ya karşı gösterilen sahte mutavaat ve onun izzet-i nefsi okşanması sayesinde takip edilen maksat husule gelmeye başlamıştı. Bu sayede bazı vatandaşların menfaalardan kurtarılması ve bazılarının da muzayakalarını hafifletmek mümkün olabiliyordu. Diran Kelekyan Efendi artık Ahmet Celalettin Paşa’ya selamet tarikini göstermek fikrinden vazgeçerek adi bir katip gibi onun işlerini görüyor ve Paşa her ne söylerse “pek münasiptir, aynı keramettir Efendim” deyip geçiyordu. Bu hareketin pek kolay bir iş olmadığını itiraf eylemek lazımdır. Çünkü bir insanın tekmil kibrini, tekmil vukuflarını, muhakemelerini, tecrübelerini ve zekasını bir tarafa bırakarak bir adama karşı daima onun meslek ve harekatının hayranı gibi görünmesi mevcudiyetini ezer, bitirir. Hürriyete taraftar olan bir adam, daima bir dalkavuk gibi “keramet buyurdunuz” diyebilir mi? Hürriyet için sarfedilen mesaide fikir ve rey hürriyeti cari olmak lazım gelirdi. Memlekette meşveret usulünü tesis etmek emelinde bulunanların bizzat meşveret usulünden vazgeçmemeleri icap ederdi!
Ahmet Celalettin Paşa daha İstanbul’dan hareketini müteakip işin en büyük kumandasını alacağını söyleyerek kendisini avutuyordu. Diran Kelekyan Efendi ise lisan aşina ismi kat’iyyen lekelenmemiş bir zatın cemiyetin başına geçirilmesini teklif etmişti. Halbuki Paşa bu teklifi kat’iyyen kabul etmemiş ve demişti ki: “Ben kendime ait olan şan ve şerefi başkasına veremem! Onun için şimdi Paşa’nın ittifaka dahil olarak yukarıda yazılan esaslar dahilinde kendisinden istifade olunması tekerrür etmişti.
Bu kararın birisi de çıkarılacak gazetelerin tevhidini istihdaf ediyordu. “Şûra-yi Ümmet” gazetesi son senelerde vazifesini layıkiyle ifa edememişti. İfa edememesi Ahmet Rıza Bey’in bir milletle nasıl iş görülebileceğini bilmemesinden ve memleket dahilinde fikir neşretmek için ciddi teşkilat vücuda getirilmemesinden ileri geliyordu. Bir de muharrirleri Paris’te, matbaası Mısır’da olan bir gazete, gazeteden ziyade eskici torbasına benziyordu. Yazılan yazılar bazen İstanbul’dan Paris’e Paris’ten Mısır’a gönderiliyor, gazete basıldıktan sonra Mısır’dan Paris’e ve Paris’ten Türkiye’ye yollanıyor, bu yüzden yazılar eskiyordu.
Bundan başak “Şûra-yi Ümmet” gazetesi’ni neşredenler kendilerini Babıalide ay sonunda maaş almaktan başka bir şey yapmayan memurlardan fazla yormuyorlardı. Bu kadar az bir rahatla görülen işin semeresi de tabiatile fazla olamazdı. Bununla beraber “Şûra-yi Ümmet”in oldukça işe yaradığı da inkar edilemezdi. Çünkü Ahmet Rıza Bey’in – birçok kusurlarına rğmen – umumun emniyetini celbetmiş olan namusperverliği ve umumen takdir edilen bir meslek sadakati vardı. Gerek dahilde, gerekse hariçte buna herkes inanmıştı. Ahmet Rıza Bey’in bu şöhretinden doğan tesir gazeteye muayyen bir meslek veremiyordu. Fakat her ne olsa “Şûra-yi Ümmet” bir havadis gazetesi olmaktan kurtulamıyordu. Çünkü münderictanın büyük bir kısmını dahilden gönderilen haberler teşkil ediyordu. Halbuki cemiyete bir fırka gazetesi lazımdı.
Doktor Bahaddin Şakir Bey, Avrupa’ya gittikten sonra meydana çıkan birleşme fikri Ahmet Rıza Bey’in riyasetten çıkarılmasını icap ettirecek gibi görünüyordu. Yeni teşkilatta Ahmet Rıza Bey’in ismi olmayacaktı. Fakat eski teşkilat yerine yeni teşkilât ne olacaktı? Ahmet Rıza, onbeş seneden beri tanınmış olan ismi ortadan kaldırılacak olursa bunun dahilde ve hariçte fana bir tesir yapacağına şüphe yoktu. Ahrardan bir zat bu vaziyet karşısında diyordu ki:
“Herhalde başta bir isim lâzım. O ismin yanında da bir fırka gazetesine siyasî fikriyle, direndişliğiyle, gayretle müdürlük ve rehberlik edebilecek bir adam lâzım. Eğer bunlar mevcut ise, eski teşkilatı yıkmağa hiç tereddüt etmeyelim. Çünkü faydası zaten mahduttur. Fakat, şayet o isim yoksa, az çok faydası dokunan şimdiki teşkilatta beyhude mahvedilmesin.
Benim kanaatime göre; bir taraftan onun garip garip emelleri için milletin menfaatlerinden bir zerre bile feda etmemek lazımdır. Bu iki hususun mesleğimize umumi düstur teşkil etmesi zaruridir. Eğer gizli bir faaliyetle hayırlı bir iş vücuda getirmek mümkünse yapalım, yoksa beyhude yürümeyelim.Çünkü ciddi bir mesleği ve o meslekte istiklâli olmayan bir gazete, faydadan ziyade zarar getirir. “
Yukarıdaki vesikaları neşrettikten sonra 1905 senesi nihayetinde Paris’te bir Terakki ve İttihat Cemiyeti vardı ki, dağılmak üzere bulunuyordu. Ondan başka bir Genç Türkiye Cemiyeti ortaya çıkmıştı. Üçüncü bir cemiyet te Ahmet Celâlettin Paşa’nın mahut cemiyeti idi. Bu cemiyetleri teşkil eden aza arasında ahenk ve ittihat yoktu. Aynı zamanda parasızlık ta hükmünü icra ediyordu.
Ahmet Celâlettin Paşa’dan yüzüne gülmek ve “fikirleriniz aynı isabettedir” demek sayesinde arada sırada para koparılabiliyordu. Yusuf İzzettin Efendi yardım edeceğine dair evvelce vaatlerde bulunduğu halde bu vaatlerinden hiçbir şey çıkmıyordu. Ahmet Celâlettin Paşa, Yusuf İzzettin Efendi, Doktor Bahaddin Şakir ve Diran Kelekyan Efendi birbirleriyle muhabere ediyorlardı. Bu muhaberelerden müsbet bir netice çıkmıyordu. Yalnız Diran Kelekyan Efendi’yle, Bahaddin Şakir Bey İttihada ve ittifaka esas olabilecek fikirler teati ediyorlardı.
Bu vaziyet karşısında Doktor Bahaddin Şakir Bey, Abdülnamid’e karşı senelerden beri devam eden mücadelenin devam edemeyeceği ve söneceğini hatırına bile getirmemiş ve geceli gündüzlü çalışarak, Paris’te bulunanlara sözünü geçirerek ve Mısır’daki Ahmet Celâlettin Paşa’yı, Diran Kelakyan Efendi’nin teveccüh ettiği gibi kullanarak mühim denilebilecek kadar muvaffakiyetler elde etmişti.
Bu muvaffakiyetlerin neden ibaret olduğu Doktor Bahaddin Şakir Bey’in neler düşündüğü ve ne suretle hareket ettiğini O’nun Şehzade Yusuf İzzettin Efendi’ye yazdığı acıklı bir mektubundan anlaşılmaktadır. Bahaddin Şakir Bey, bu mektubunda diyordu ki:
“Saadetiniz ve müdafaa-i hukukunuz için herşeyimi feda ettiğimi ve bu yüzden defa’atle hayatımı tehlikeye soktuğumu zikre hacet yoktur. Gerek Efendimiz, gerekse bendeniz bu hususatı pek iyi bildiğimiz gibi bütün âlem, hattâ Avrupa matbuatı bile biliyor. Bendeniz sadakatimi, âlemin şahadetiyle hiçbir zaman ve mekânda ret ve cerh olunmayacak surette ibat ettim.
Maamafih bendeniz bunlardan uzun uzadıya bahsedecek değilim. Yalnız Avrupa’da Efendimize ifa etmiş olduğum hizmetleri burada birkaç sözle kısaca savacak ve efendimizin bendeleri hakkındaki tarzı muamelelerinin muhakemesini vicdan devletlerine havale ederek, ebedi bir surette veda ile vad-ü sükûte dalacağım.
Bendeniz Avrupa’ya geldiğim zaman Efendimizin yakınları istedikleri gibi idare-i kelam ediyorlardı. Ziya Bey, (Ahmet Celâlettin Paşa) fırkası, Jön Türk Fırkası vesaire gibi bir iki fırka, aralarında mevcut olan birçok ihtilaflardan dolayı birbirlerine muhalif denilecek kadar araları açık bulunuyordu. Hatta bilhassa “Şûrâ-yı Ümmet” ve “Meşveret”i idare eden Terakki ve İttihat Fırkası bile, azaları arasına giren ihtilâflardan dolayı üzere bulunuyordu. Bütün hanedan-ı saltanat azası arasında en ziyade Mecit Efendi’nin namı ortada dolaşıyordu.
Bendeniz Paris’e geldiğim zaman vaziyeti bu merkezde buldum. Terakki ve İttihat Cemiyeti ile senelerden beri olan münasebetim, Ziya Bey’le olan dostluğum ve şimdiye kadar siyasiyat âleminde, yani komitecilikte, pek iyi tanınmış bulunmaklığım sayesinde, evvela İttihat ve Terakki Cemiyeti azası arasındaki ihtilâfı ortadan kaldırdım. Hepsini birleştirdim, muhtelif şubelere ayırdım. En mühim teşkilat şubesi olan dahili işler şubesini kendim üzerime aldım. Muatta bir hale gelmiş olan “Şûrâ-yı Ümmet”i meydana intişara koydum. Trabzon’da, Selânik’te, Bulgaristan’da şubeler teşkiline muvaffak oldum. Yakında İstanbul’da da gayet mühim bir şube açmak üzere bulunuyorum. Bu şubeye İstanbul’un en mühim adamlarından beş, altı kişi dahildir. Şimdi bu zevatla muhaberedeyim. Cemiyetin şimdiye kadar bir idarehanesi yok iken bir yazıhane tesis ettim. Yakında “Şûrâ-yı Ümmet” matbaasını Mısır’dan Paris’e nakledeceğiz. Hurufat ısmarlamakla meşgulüz Pek bir zaman sonra Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti eski şevketini iadeye muvaffak olacaktır. Yakın da bunun âsarı görülecektir.
Terakki ve İttihat Cemiyeti ile Ziya Bey Fırkası arasındaki ihtilâfları da hallederek iki cemiyeti birleştirdim. Hatta bu defa yeni idarehanenin tesisi ve matbaanın nakli hususunda Ziya Bey tarafından dahi yüz lira iane getirttim. İstanbul’da mevcut olan gizli komite ile münasebet temin etmek üzereyiz. Komite, doğrudan doğruya bendenize müracaat etti. “Şûrâ-yı Ümmet”le “Meşveret”i kendisine neşriyat vasıtası kabul etti.
Bunlardan başka üstadanelerinde istediklerini söylemekle alışmış ne kadar eşhas varsa, bunların bazıları bendenizin mevcudiyetinden dolayı lisanlarını tadil ve tahvil ettiler, bazılarını da vukuluban şiddetli mübahaseler ve münakaşalarla sükûtu ihtiyara mecbur ettim. “Şûrâ-yı Ümmet” ve “Meşveret” gazeteleri şimdi hakkı devletlerin de her vesile ile neşriyatta bulunmaktadır. Bununla da iktifa etmeyerek bazı Avrupa gazeteleriyle de münasebet tesis ettim. Bundan böyle istediğim yazıları kendi ismimle neşredebilecek hale getirmeğe çalışıyorum. Cemiyet umur-u dahiliyesinin doğrudan doğruya bütün teşkilatıyla bendelerinin elinde bulunması buna çok yardım ediyor.
Gördüğüm hizmetlerin dördüncüsü de şudur: Efendimize cesim meblâğlarına kadar lüzumu olduğunu bildiğim için, burada bulunan ve münasebetim olan bazı mühim zatlar vasıtasıyla gizlice yirmibin liradan kırkbin liraya kadar, Avrupa prenslerine verilen müsait şartlar dahilinde, bir istikrazın esaslarını hazırladım. Bu suretle hakk-ı devletinizde yapılacak en ufak haksızlığı Avrupa’da Türkçe ve Fransızca matbuatla kıyamet koparacak ve daima sıhhat ve hayat devletleri üzerine ecnebilerin nazar-ı dikkatini celbedecek bir halde idim.
Geçen Rus muharebesinde Rumeli ordusunda erkan-ı harp reisi olan Rus generalinin bu defa vefat etmesi üzerine hatıratı neşrolundu. Bu hatırat arasında, Efendimizin o zamanlarda bu general ile vakı olan muhaberatında veyahut Efendimiz namına yazılan mektuplarda Efendimiz için meydana çıkması muvafık düşmeyen bazı yazılar vardır. Cemiyete mensup olan bir zat bu mektupları tercüme ve neşretmek istediği halde, bendenizin şedit müdahalem üzerine ve cemiyete mensup olması itibarile emrimiz haricine çıkamayacağı için onları neşrinden feragate mecbur oldu.
İşte Üstad-ı Ekrem Hazretleri, ben Efendimize bilvasıta birçok hizmetlerde bulundum. Bu gün temin ettiğim mevkiin ehemmiyetinden Efendimiz müstefit oldukları ve “Şûra-yi Ümmet” ile “Meşveret” gazeteleri Efendimiz lehinde neşriyatta bulunduğu ve bulunacağı halde, Efendimizin bu bendeleri hakkındaki muameleleri nazar-ı dikkat ve insafa alınacak olursa, arada bir nisbet bulmak kabil olamaz.
Avrupa’daki maişetimi taahhüt buyuran Efendimiz şimdiye kadar bir defa elli lira gönderdiler ki bu da biriken maaşlarımın bir kısmını teşkil ettiğine şüphe yoktur. İhtimal ki hane kirası ve daha bazı işler için para verildikçe lüzumlu lüzumsuz senetler alınmıştır. İhtimal ki bu paralar biriken maaşlarıma karşılık tutulmuştur. Onun için biriken maaşlarım birkaç yüz lira tuttuğu halde hepsinin gönderilmemesi bundan ileri gelmiştir.
Halbuki Efendimiz elbette pek iyi tahattür ederler ki “benim hizmetimde iken benim sebebime size bir fenalık gelirse, siz kendinizi kurtarmağa bakınız, bir kere nefsinizi kurtardıktan sonra size maaşınızı göndermek, ihtiyaçlarınızı tesviye etmek benim için vicdani bir borçtur” buyurmuştunuz. O kat’i vaat nerede? Vicdani hislerinizin ve necibane hasletlerinizin eserleri neden görünmüyor?
Bendenize aleme avuç açtırmak asaletinize muvafık düşer miydi? Bendenize verilecek olan para bu kadar feda olunamaz bir para mıydı? Biz her şeyimizi üstad-ı ekremleri için feda edecek kadar sadakat ve namuskarlık gösterebildiğimiz halde, zat-ı üstad-ı ekremlerinin hiç ehemmiyeti olmayan bir meblağı ihsan etmemeleri ve bu veçhile mürüvvet ve alicenaplık göstermemeleri fevkalade hayreti-i mucip olmaktadır.
Eğer Efendimiz dahi bazı manilerin mevcudiyeti yüzünden münasebetin kesildiğini zikretmek isterlerse buna karşı bir çare bulmak için alınacak ek çok tedbirler bulunduğunu pekala bilirler. Mektuplarım ve muhaberatım Efendimize kadar vasıl oluyor da, Efendimizin lütfu niçin bize kadar vasıl olamıyor?
Bahusus Efendimizin bu gaileden bir defa kurtulması çaresi vardı. Bendelerine ihsan edecekleri maaşın altı aylığını, bir seneliği bir defada göndererek bu suretle her türlü mania ortadan kaldırılmış olurdu.
Aramızda vasıta olan zatın son defa gönderdiği mektup nezdinde mahfuzdur. Bir gün gelip de Efendinize tesadüf olunursa ve biriken maaşlarım meselesi açılırsa, onu Efendimize irac etmek ve o mektubun yerine para irsali daha kolay olabileceğini söylemek üzere saklıyorum.
Bendeniz hakikati anladım, Efendimiz. Zat-ı üstad-ı ekremleri için para, sadık ve fedakar bendegandan daha kıymetli imiş. Bu hakikati anladıktan sonra artık Efendimizi tacize devam etmek bendenizin ahlakında asla mütenasip değildir. Kalbinde Efendimizin muhabbet ve hatırarını hıfzeder ve fimabaat Efendimizi asla taciz etmeyeceğimden emin olmalarını istirham eylerim.
Uğuruna herşeyi feda etmiş olduğum bir Efendiden aldığım dersi intibah bendeleri için kafidir. Bundan böyle hakiki velinimet olan vatan ve millete hazırı vücut ederek çalışacağım arzile ebedi resmi selamımı icra eylerim Efendimiz.
Doktor Bahaddin Şakir Bey’in, yukarıdaki mektubu Şehzade Yusuf İzzettin Efendi’ye yazdıktan sonra ondan mektup aldığını gösteren bir vesikaya tesadüf edilememiştir. Şu halde o tarihten itibaren doktor, Yusuf İzzettin Efendi ile Meşrutiyet’e kadar arası açılmış olduğunu kabul etmemiz lazım geliyor.
Dr. Bahaddin Şakir Bey’in muvaffak olduğu İttihat tabii her tarafta iyi bir tesir husule getirmişti. O andaki hislere gayet iyi tercüman olan bir mektubundan Nuri Mehmet Bey diyordu ki:
“Mektubunuzu aldım. Tebşir ettiğiniz ittihadın beni ne derece memnun ettiğini tasavvur edemezsiniz. Demek ki emellerimden birine nail oldum. İnşallah yakında tam bir muvaffakıyete nail oluruz. Bu ittifakın husulünü son derece arzu ediyordum.
Abdülhamid’in istibdadına bir set çekmek üzere bundan on iki sene evvel çalışmağa başlamıştık. Heyhat! Bu uzun müddet zarfında ciddi bir şey yapmağa muvaffak olunamazdı. Bidayette işin başında bulunanlar şahsi menfaatlerini herşeye müreccah gördüler.