İhtilal Serüveninin İlk Adımı
İHTİLAL SERÜVENİNİN İLK ADIMI
OKUDUĞUM sınıfın penceresi ana yola bakıyordu. Dikkatimiz dağılmasın düşüncesiyle camın bir bölümü boyanmıştı. Ancak boyası kazınmış küçük bir kesimden dışarıyı seyredebiliyorduk.
Otobüsleri, at arabalarını, traktörleri ve eli boş insanları buradan görmek mümkündü.
O gün de ders sırasında gözüm ara sıra dışarı kayı-yordu. Alışık olmadığım bir manzara dikkatimi çekmişti: Askeri araçlar tören düzeninde peş peşe geçiyorlardı. “Acaba bir bayram hazırlığı mı?” diye düşünmüştüm.
Fakat, Gençlik ve Spor Bayramı geçeli bir hafta olmuştu. Peki bu ne olabilirdi?
Bir seferberlik olduğunu düşünmeye başlamıştım. Dersin bitmesini sabırsızlıkla bekliyordum ki, fizik öğretmeni keyifli bir tavır içinde; “Çocuklar, sabah ihtilal oldu” dedi. “Ordu idareye el koydu.” Bütün sınıf dikkat kesilmiş, söylediklerini dinliyordu. Kimseden ses çıkmıyordu. Öğrencilerin bir şey sormalarına fırsat vermeden sözünü sürdürdü: “Menderes’i kaçarken yakalamışlar. Demokrat Partililer de birer birer yakalanıyor.”
Demek ki, askeri araçlar ihtilalin simgesiydi. Şaşırmıştım, ihtilal ne demekti? Ders zili çalmış, öğretmen ve öğrenciler sınıftan çıkmıştı. Ellerim çenemde düşünü-yordum.
Takvimler 27 Mayıs 1960 tarihini gösteriyordu.
Zihnimden ‘ihtilal, ordu, Menderes, tutuklama’ kelimeleri hızla geçiyordu. Bunları birleştirip bir anlam çıkarmak istiyordum. Ama kafam karışık, bir türlü içinden çıkamıyordum.
Kim niçin ihtilal yapıyordu? Tarih kitaplarında okutulan ve dünyayı etkileyen Fransız İhtilalinden başka bir şey gelmiyordu aklıma. Onun da şartlarını ve sonuçlarını doğru dürüst bilmiyordum.
Hayallerim beni bir yıl öncesine götürmüştü: Başbakan Adnan Menderes Bolvadin’e gelmişti. Kendisini yakından görmenin bir şans olduğunu düşünerek gururlanmıştım.
Gerçekten şirin ilçemize gelmiş ve törenle lise binasını hizmete açmıştı. Okulun kapısında öğretmenlerle birlikte durup, kendisine çiçek vermiş ve elini öpmüştüm. Aman Allah’ım! bir başbakanın elini öpmek ne büyük mutluluktu. O günü asla unutamam. Sonra hükümet meydanında halka hitap etmişti. İnandırıcı, hoş bir sesi vardı. Bolvadin o güne kadar devlet imkanlarından hiç faydalanmamış, unutulmuştu. “Böyle gördüğüm için üzgünüm” dedi. “Bundan sonra gerekli hizmeti devlet olarak buraya getireceğim.”
Halkın bu sözler sonrası tezahüratı ve kalabalıktan birisinin “Sayın Başbakanım, gözünüzdeki şu siyah gözlüğü çıkarın da halk sizin o nurlu yüzünüzü görsün!” diye bağırması üzerine gözlüğünü çıkarıp halkı selamlaması hatıralarım arasında canlılığını hep muhafaza eder. O sahne hala gözümün önünden hiç gitmez.
O insanın boynu bükük bir halde askerler arasında götürülüşü, tutuklanışı ve kötü uygulamaya maruz kalışını hatırladıkça ruhumun sıkıldığını hissederim.
Babamın rahmetli Adnan Menderes’e duyduğu sevgi beni de çok etkilemişti. Ailece o insanı çok seviyorduk. Babam bunun için sürgüne razı olmuş, yine de o’na duyduğu muhabbeti sönmemişti. Şüphesiz benim hayranlığım da babamın anlattıklarından kaynaklanıyordu. Ayrıca, kendisini yakından görüp elini öpmemin de bunda büyük rolü vardı.
Milletin ümidi, sevgisi, yenilikleri, inanan insanların gönlünü ferahlatan icraatları onu farklı kılmıştı.
Babamın ihtilal sonrası yasa bürünmesi, Menderes ile ilgili gazeteleri alıp saklaması, Yassıada duruşmalarını radyodan can kulağıyla dinlemesi, bazen gözlerinin yaşarması hem bende hem de ailemde unutulmaz izler bırakmıştı.
Baskı, işkence ve önyargılı uygulamalara rağmen hakkı, hukuku ve doğruyu savunan Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’i de eserleriyle o yıllarda tanımıştım.
Herkesin sindiği, köşesine çekildiği, bilim adamı sıfatını taşıyan bazı kimselerin de Demokrat Partiyi ve mensuplarını çeşitli iftiralarla mahkum etmek istedikleri bir zamanda, susmayan ve vicdanının sesini dinleyen insanlar da yok değildi.
……….
Gerilere dönüp baktığımız zaman görüyoruz ki, Menderes ailesinin dramı belki de kitapları dolduracak kadar uzun ve acı dolu. Bu şüphesiz, ilahi bir kaderin sonucu. Peşpeşe gelen bu acıyla sabırla, metanetle ve büyük bir teslimiyet içinde karşı koymaları da Menderes ailesinin başka bir özelliğini sergiliyordu.
Yaptığı müspet ve kalıcı icraatları ile ülkenin kade-rine on yıl hakim olan Adnan Menderes’in hayatı bir sehpada noktalanıyordu. Büyük oğlu Yüksel Menderes, yanında babasının resmi ve Kur’an ile evinde ölü bulunuyordu. Aradan sekiz yıl geçmiştir ki; Mutlu Menderes’in Ankara’da bir trafik kazasında vefat ettiğini görüyorduk. Acı bitmiyor; çileli anne Berin Menderes arkasında unutulmaz hatıralar bırakarak göçüp gidiyordu.
Uzun süre politikadan uzak duran ama fikri planda ülkenin sorunlarına çare arayan son evlat Aydın Menderes’i yeniden politika sahnesinde görüyoruz. Hem de yeni bir partinin kimliği altında. Neler yapıyordu? Siyasete yeni bir boyut getirecek mesajlar veriyor; arkasından da Refah Partisi’ne geçerek İstanbul Milletvekili seçiliyordu. Mecliste yaptığı bir konuşma ile herkesi şaşırtmış ve inandıklarını, düşündüklerini net bir şekilde söylemişti.
Yeni bir liderin doğuşunu müjdeliyor gibiydi. Ama kader onun da yolunu kesmişti. Afyon’un Sandıklı ilçesi yakınlarında geçirdiği bir trafik kazası sonucunda felç olu-yordu.
Herkesin üzüntüsü karşısında, başına gelenleri sabırla karşılıyor, teselli etmeye çalışanlara da bir anlamda kader dersi veriyordu. Bu olgunluk ve sabır manevi bir iklimde yetişmenin sonucuydu elbette.
Aydın Menderes; “Ben pazara kadar değil, mezara kadar Refah’lıyım” sözü ile katıldığı Refah Partisi’niden ani bir kararla ayrıldı. Bir müddet bağımsız kaldı.
Şimdiler de ise Doğru Yol Partisi’nde siyaset yapıyor.