PKK İnfazlar -21- Yakılarak İnfaz Edilenler
PKK İnfazlar -21- Yakılarak İnfaz Edilenler
PKK MK üyesi Şahin Baliç’in emriyle önce kurşuna dizilen sonra yakılarak öldürülen PKKlı militanlar
PKK MK üyesi ve Bekaa’daki örgüt kampının sorumlularından biri olan Metin kod adlı Şahin Baliç 1989’un sonlarında örgüt içinde yeni infazları gerçekleştirmeye devam etti. Bu sefer ki infazların kurbanı PKK yasalarını ihlal eden birbirleriyle duygusal ilişkiye giren genç bir kız ve erkekti. Bu ikili örgüt mahkemesinde yargılandıktan sonra haklarında infaz kararı alındı. PKK MK üyesi Şahin Baliç’inde içinde bulunduğu infaz timi tarafından önce kurşuna dizildiler, daha sonra cansız bedenleri yakılarak kül edildi. Bu kanlı infazın şahitlerinden biri PKK içerisinde çeşitli görevler üstlenen, yıllarca cezaevinde yatan ve daha sonra soluğu Bekaa vadisinde alan Mehmet Şerif Şener’di. Şener Bekaa’da Apo’nun ve örgütün kanlı içyüzünü gördükten sonra örgütle yollarını ayırmıştı. Şener önce kurşuna dizilen daha sonra yakılan iki PKKlının infazını şöyle anlatıyor:
Saat öğlenin ikisini gösteriyordu, arkadaşların birisinin sesiyle gözlerimi açtım:
– Tüm arkadaşlar eğitim sahasında tam teçhizatıyla toplansın. İçtima var, diyordu.
Yerimden doğrularak, silahımı sırtıma çapraz olarak asıp, dışarıdaki sırada yerimi aldım. Sonra çifter sırayla eğitim sahasına yürüdük. Eğitim sahasına vardığımızda bizden başka, bir grup arkadaş daha da vardı. Sırayla birer gruplar da eğitim sahasında ki, yerlerini aldılar. Sessizlik içinde sadece komutan ve komutan yardımcılarının; “Düzen sırası al” komutu dışında hiç bir ses çıkmıyordu topluluktan, bir süre bu sessizlik sürdü. Sadece komutan yardımcıları kendi aralarında yer yer fısıldaşıyorlardı. Bu sessizliği bozan üstümüzde uçuşan kuşlar ve gök gürültüsüydü.
Bir süre sonra komutanlık binalarından üç dört kişinin eşliğinde kamp komutanı Metin ve Hamza arkadaşlar göründüler. Hızla bize doğru geliyorlardı. Önümüzde, yerlerini alıp durdular. Bizi sıraya dizmiş olan komutanlardan Mervan gelenlere doğru koşup Kürtçe tekmil vererek, selam verip, kenara çekildi. Metin avazı çıkıncaya kadar Kürtçe;
– Merhaba arkadaşlar. diyerek selamladı bizleri.
Bunun karşılığında topluluk Kürtçe karşılığını verip, put gibi hareketsizleşti. Tıpkı düzenli ordularda ki, tekmil ve sıra düzeni hakimdi. İnsanın göğsü kabarıyordu. Tek bir yumruk olmuştuk, sanki; yedi düvele meydan okuyorduk bu halimizle. (Oysa, üstünde yer aldığımız toprakların egemenleri olan Şam patronları tarafından bir gün basit bir menfaat uğruna pazarlanacağımızı bilmiyorduk. Üstelik bu kader sadece bizler için geçerli değildi. Bu, aynı oranda “Serok” için de geçerliydi.)
Metin, öne bir adım çıkıp, başladı konuşmasına;
– Arkadaşlar, az sonra içimize sızmış hainlerden ikisinin infazını gerçekleştirmek için burada toplandık. Gün boyu, bu hainlerin neden içimize sızdıklarını anlattık; bunlar, bizi can evimizden vurmak istiyorlardı. Düşman, Parti önderliğimize suikast yapmak için bir düzine insan denilen yaratıkları, içimize sızdırtmış. Bu iyi bilinsin ki; biz, bunları tek tek ortaya çıkarıp cezalarını vereceğiz, diye sürdürüyordu konuşmasını. Üstelik, içimize sızdırılan ajanların halen varolduğu imajını veriyordu, bizlere sanki.
Sonra devamla şunları ekledi konuşmasına, Metin;
– Parti önderliği bize bu konuda talimat vermiş. Bu talimat doğrultusunda bu iki hain’i ibret olsun diye yakarak infaz etmektir. Bizde bu görevi yapmaktan sorumluyuz ve bu görevi yapmaktan da gurur duyuyoruz.
Parti önderliğimize bağlılığımızı bu hainlere göstermek için hiç bir acıma duygusuna yer vermeden; Bi Can, ü bi xwin em bi tere ne Ey “Serok” der demez Metin, kitle sanki bir savaş alanına sürülmüş gibi bu sözleri tekrarladı.
Üç defa üst üste Metin;
–Bi can, ü bi xwin eni tere ne ey “Serok”, diye haykıralım. derken. Topluluk sanki dizginlerinden boşanmış gibi, o “kutsal” sloganı tekrarlayıp durdu.
Bu arada kamp komutanlık binasından hızlı adımlarla gelen bir arkadaş, elinde ki video kamerası ve çantasıyla Metin ve Hamza’ya yaklaşarak;
– Ben hazırım! dedi.
Metin;
– Arkadaşlar, sıranızı bozmadan düzenli adımlarla yürüyeceksiniz.
Bu komutla harekete geçtik.
Biz, sıradakiler, kamp komutanlarıyla sağ tarafta aramıza mesafe bırakarak yürüyorduk. Yol boyunca düşünüp durdum. Az önceki heyecanım yerini durgunluk ve üzüntüye bırakmıştı. Evet, işlenecek insanlık dışı bu suçlara ortak oluyordum. Cellatlar kervanında artık ben de yardım. Bunları düşünürken kendimden, insanlığımdan tiksiniyor, avazım çıktığı kadar bağırmak istiyordum.
Kamptan bir hayli uzaklaşmıştık. Yüksek iki tepenin arasındaki vadiden geçiyorduk.
Bir süre sonra, toprağı kazıyan yedi kişilik bir manganın etrafında daire oluşturmuştuk. Burada da Metin, Hamza ve beraberindeki bir grup komutan dairenin orta yerine geçerek, bizlere, o alışılmış üslupla bir söylev verdiler. Ajitasyon hareketlendirmişti kitleyi. Ardından bir grup arkadaşı “tutsak”ların getirilmesi için görevlendirdiler. İnfaz edilecek insanların getirilecek olması toplulukta fısıldaşmalara neden olmuştu. Kimisi; gülüyor, kimisi öldürülecek insanların infaz sırasında ki, tavırlarını taklit ediyordu.
Yol boyunca, bitmek bilmeyen gök gürültüleri hızını artırıyordu. Gün kararıyordu. Aydınlık hükmünü kaybetmişti. Ellerimiz rüzgardan üşüyordu. Öğleden beri yağmur kah hızlanıyor kah diniyordu. Havada ki, durumda anlaşılmaz bir şeyler olmuştu gene.
Gerçekleşecek vahşeti durdurmaya güç yetiremeyeceğini anlamış olmalı ki, Tanrı bile bu korkunçluğu görmemek için, yeryüzüyle kendi arasına bulutlardan oluşan bir perde çekmişti.
Allah, vahşi tutkuları bu kadar güçlü olan mantıkların ve uygulayıcılarına yabancı değildi, gerçi. Fakat, O’nun bile kendi yaratığı bu insanlara bedduası fayda etmiyordu. Çünkü, bunlar yüreklerini cehennemin sularında bin kez yıkamışlardı. Ve tanrı çaresizdi. Yarattığı zayıf ve güçsüz insanları bu zalimlere kaptırmıştı. Yenik düşmüştü, bunlara bir kez daha. Kim bilir, belki kendisi yaratmıştı bu zalimlerin ve kurbanların kaderini. Kurbanlar ise, artık kaderlerine katlanmaktan başka, hiç bir çareleri yoktu.
Toprağı kazıyanlar bir hayli yorulmuş olmalıydılar sık sık yer değiştiriyorlardı. Metin ve Hamza sinsi sinsi gülümseyerek şakalaşıyorlardı onlarla.
– Hewal , bu alçaklar aslında kendi mezarlarını kendileri kazmalıydı. Boşuna bu köpeklere mezar kazıcılığı yapıyoruz. Vallahi sabahtan beri sırtımız kırıldı…, diyordu içlerindeki biri.
Diğeri ise;
– Birde Salman arkadaş, keşke ekmek de getirseydik, halkımızda adetmiş mezara ekmek koyuyorlarmış..” deyip sırıttı.
Buna karşılık Hamza;
– O Müslümanlarda adettir. Biz, devrimcilerde değil.. demesiyle
Metin konuşmalardan hoşnut değilmiş edasıyla
– Hele susun yahu, görenler de ilk kez bir hain infaz edeceğinizi sanacak öyle konuşuyorsunuz ki… Yok ekmekmiş, yok neymiş kalkıp yemek mi yiyecekler ? Allah, Allah sizde ne boş şeyler konuşuyorsunuz… diyerek konuşmaların gereksizliğine işaret edip, şöyle devam etti;
– Üstelik hangi mideyle ekmeği yiyecekler kül olup, geberecekler…” dedi Metin.
– Niçin yakılarak infaz edilecekler? diye, sordu Ömer.
– Parti önderliğinin talimatıdır. İbret olsun diye yakılacak o alçaklar, diye belirterek güldü Hamza.
Biz, ibret verici zevklerini tatmin eden bu ibret verici konuşmaları dinliyorduk. Ortada duranların etrafında geniş çember oluşturmuştuk.
Kazıcılar, toprağı bir hayli kazmıştılar. Bir metre genişliğinde ya vardı, ya yoktu. Derindi. Uzunluğu iki metre civarındaydı. Çukura baktıkça, infaz edilecek olanlar için acı duyuyordum. Ama, bir şeytanı duyguda içime şöyle diyordu; değeri üç kuruşluk bir kurtuluş için ajan, hain olmaya değer miydi? Böyle sonu nasıl kendilerine hazırlayabiliyorlardı, bu insanlar. Haydi varsın kurtarsın sizleri şefleriniz. Siz burada ölünce, o zalimler kanınız üstüne kadeh tokuşturup, sermayelerine sermaye katacaklar. Ben de içimden onlara lanet ediyordum. Bir yandan acıma, diğer yandan nefret duyguları karışıyordu birbirine. Bir yandan, ölüm haklarıdır, iyi ki öldürülüyorlar diyen bir duygu, öte yandan, gene de neticede onlar da bir insandır dedirten tepki, beni kendi boşlukları içine alıp alıp sürüklüyor, derin bir uçuruma yuvarlıyordu. İçimden geldiği gibi davranamıyor, daralıyordum. Sıkıntıdan, sırtımda ilik bir ter damlasının bedenime doğru kaydığını hissediyordum. Birden bunun, yağmurdan ıslanmış elbiselerimden geldiğini fark ettim.
Bu sırada solgun ve üzgünlüğün sadece bende olmadığını, gözlerimi gezdirdiğim topluluğun üzerinde, başkalarının da, bu duygular içinde olduğunu gördüm. Demek yalnız ben değilmişim üzülen. Sonra olacaklara insanım diyen herkes üzülür, dedim kendi kendime. İçine yuvarlandığım kararsızlıktan kurtulmak istercesine. Ama , neye yarar kurtulabilsem bu uçurumdan. Karamsar düşünceler art arda geliyordu beynime. Benim rahatlamam, düşüncelerden uzaklaşabilmem, az sonra olacakları durdurabilir mi? Hayır. Ben kimim? Ve ilk kez sorgulamaya başladım kendi kendimi. İnsan olarak varolup olmadığı mı anlamaya çalıştım. Ben kimim? Hiç kimse kendi kendini böyle sorgulayabildi mi? Bilemiyorum. Ama, ben kendi kendimi sorguluyorum. Ben kimim? Korkarım kendini bilmeyen tarihini de bilmeyendir. Tarihini bilmeyen, tarih yaratacağı konusunda da iddia sahibi olamaz.
Kendimi sorgularken, topluluğu varan bir grup eşliğinde infaz edilecekler getirildi. Kalabalıktan gene alışılmış sloganlar, alkışlar yükseliyordu. Bazıları, getirilenlere tükürükle hakaret ederken, içlerinden kimisi ise, gelenleri yumrukluyordu. Birden tüm düşüncelerim bir keskin bıçakla kesiliverdi. Gözlerim yuvalarından fırlarcasına gelenlere dikildi. Zayıf ve orta boylardaydılar. Hepsi de genceciktiler. Yaşları on altı, yirmi beş arasında denilebilirdi. Orta yere getirildikçe gözlerim bir güzel seçebiliyordu, gelenleri. En genç görünenin, yüzü yara bere içindeydi. Hiç sakalı yoktu. Dipçik darbelerinden olacak burnu bir hayli ezilmiş yassı bir hal almıştı. Saçları, yüzüne yapışmıştı. Yumruk ve dipçik darbeleriyle açılan yaralardan akan kan yüzünde, saçlarının altında pıhtılaşmış, Öylece duruyordular. Erkekten çok bir kızın yüzü gibiydi çehresi. Kadın mı, erkek mi olduğu, saçlarının alaturka bir tıraşla kesildiğinden fark edilmiyordu. Her ikisinin gözleri askeri elbise parçasıyla sarılıydı. Genç görünenin ağzı da aynı renkte bir bez parçasıyla bağlanmıştı. Ama buna rağmen anlaşılmayan boğuk sesler çıkarıyordu. Elbiselerinin rengi yeşilimsiden çok çamur ve kan karışımı bir renkti. Her ikisinin de ayaklarında otuz santim boyunda ince bir zincir vardı. Zincirler, basit birer anahtarla kilitliydi. Ama, genç görünenin elleri arkadan sıkı sıkıya bağlıyken, ondan biraz yaşlı olan ve uzayan sakal ve bıyıklarıyla erkek olduğu anlaşılanın ise, elleri bağlı değildi. Halsiz ve aşağıya doğru sarkmıştı elleri. Yaşlı olan bir an önce ölmeyi beklerken, genç olanın ise, hal ve hareketlerinde bir hayli hırçın davranışlar vardı. Onun o hırçın ve boğuk sesinde sanki, bir çok şey gizliydi Üstelik tüm müdahalelere omuz silkip, göğsüyle, başıyla karşı koyuyordu. Bütün samimi yüreğimle söyleyeyim ki, bir “ajan” için cüretliğin böylesine, içimden bir saygı duydum. Sevgili okurlar siz de yerimde olsaydınız, aynı saygıyı göstermez miydiniz?
İlk kez böylesine açık bir infaza tanık oluyordum. Dolayısıyla bir tür anlaşılmayan korku beni sarmıştı. Ölmek, nasıl bir duygudur sorusuna en güzel cevap, karşımda az sonra infaz edilecek olanların hallerinden görmek mümkündü. Örgütüm, devrimci bir örgüt olmasaydı, böylesine açık infazların neden yapıldığı anlaşabilir diye düşünebilirdim. Ama, örgütüm kendini Marksist– devrimci bir düzlemde görüyordu. Zira, böylesi töreni sadece sadist ve karşı devrimciler yapabilirdi. Onlar böylece kitleler üstünde korku salmak ve sindirip otorite sağlamak isterler diyordum kendi kendime. Ama, devrimci örgütün neden bu tür bir davranışta bulunduğuna anlam veremiyordum.
İnsanların özgürlüğünü gasp edip ve onları kendi otoritesi altında sindirip, insanın düşünce üretmesini engelleyen mantığın devrimcilikle, ilericilikle hiç bir alakası olmadığını biliyordum. Peki, sorasım geliyor tam burada, devrimin cephesinde yaşadıklarım, tanık olduklarım nelerdi? Çünkü, insanım diyen her varlık değil insana hayvanlara bile yapılan fiziksel imha ve işkencelere karşı koyar diye düşünüyor, en azından bu tür sadistçe tavırlar onaylanmaz diyordum kendi kendime. Onaylamadığım halde bu tür davranışlara ses çıkaramıyordum. O zaman anladım ki, bir şeyler bizi bir yerlere esir etmiş. Bir korku benliğimizi sarmış, kimimizi susturtmuş, kimimizi ise daha çirkef bir duruma itmişti. Birer gerçek dalkavuk gibi sadist uygulamaları yaşa sesleri ve alkışlarla onaylıyordu kimimiz. Dolaysıyla sadece devrimciliğimi değil insanlığımı da sorgulamaya başladım. ilk kez o an söylendim kendi kendime; “önce insanım, sonra devrimciyim” tümcesini.
Düşüncelerimden uzaklaşıp olanları tekrar izlemeye başladım. Hamza arkadaş, ajitatif bir konuşma yaparak çevredekilerinin üstüne dikkatlerini yoğunlaştırmaya çalışıyordu. Hamza’nın sözlü olarak aktardığı fermanı herkes gibi ben de sessizce dinliyordum.
Hamza adeta bir savcı rolünü oynuyordu.
– .. sanıklar son sözlerinin olup olmadığını söylesinler, demesiyle gerçekten onun savcı olduğunu anladım. Önce sanıklardan sakallı olana söz verildi.
Sakallı yorgun ve bitkin bedeniyle iki adım öne çıktı ve konuşmaya başladı;
– Ben “Serok”un yüce adaletine tekrar sığınıyorum; beni af etsin. Kendimi “Serok”a, partiye ve halkıma affettireceğim…” deyince Metin müdahale etti:
– Ulan şerefsiz herif, daha önce de bunları söyledin ve yazdın tüm dosyan “Serok”un yanına gitmiş ve infazın onaylanmış. Şimdi af dilemeyi bırak, söyleyecek son sözün nedir? iddiaları bir kez daha okudu arkadaş kabul ediyor musun?” diye çıkıştı.
Metin’in, Hazma tarafından okunduğunu söylediği iddianın hiç bir yanında ajanlığa ilişkin bir nokta yoktu. İddia makamının –yani Hamza’nın– öne sürmeye çalıştığı tek şey “önderliğe yönelik bir komplo hazırlığı içinde oldukları…” noktasıydı. Bu nokta da tutsak tarafından fırsat buldukça reddediliyordu.
– Sakallı bir an duraksayıp, geriye doğru iki adım attı ve durdu:
– Diyecek hiç bir şeyim yoktur. Son sözüm oydu söyledim… dedi.
Sıra ikinci sanığa gelince, hem Metin hem de Hamza’nın davranışlarında, bir suskunluk bir anlık tereddüt seziliyordu. Bu sakalsız olan da eski hırçınlığını bırakmış sakin sakin duruyordu. Sanki ben son sözümü söylemeye hazırım imajını veriyordu etrafındakilere.
Metin, Hamza’ya seslenerek;
– Bunun ağzını açarsak şimdi ortalığı gene velveleye verecek. deyince.
Hamza;
– … Herhalde bana artık sakin duracakmış gibi geliyor. Açsınlar bir ağzını, Oda son sözünü söylesin. Zaten taşkınlık çıkarırsa hemen infaza başlanır, diyerek Metin’i ikna etti.
Metin yanı başında duran Korkmaz ve Reşoya direktif vererek, ikinci sanığın göz ve ağız bağlarının sökülmesini istedi.
Sanık sırasıyla gözleri ve ağzı açılınca, bir süre bizleri seçmek İçin gözlerini kırpıştırıp durdu. Sonra bir tayin inatçılığıyla başını yukarı kaldırıp ağır ağır bizleri süzdü. O, bizleri süzerken:
Metin keskin bir direktifle;
– Söyleyecek son bir sözün var mı? Bizi oyalayıp durma. Söyle ne söyleyeceksen. dedi.
Tutsak olan kişi, Metin’in sözlerine, inatçı bir alayla hafiften gülümsedi.
– Elbet söyleyecek bir sözüm var. Hem de söyleyecek çok sözüm var. Bilmem faydası olur mu? Hiç de zannetmiyorum. Ama gene de bir çift söz söylemek istiyorum… deyince
Hem Metin söze karıştı hem de sanığın iplerini çözenler. Onların söze karışması bir dalkavuk davranışıydı.
Metin;
– Söyleyecek sözün yoksa bizi oyalama. Senin söyleyip de bizim anlamayacağımız konusundan da ahkam kesme… diyerek sürdürdü konuşmasını.
Artık karşımda bulunan sanıklardan ikincisinin; bezgin, kirli olmasına rağmen yüzü ve sesinden çok rahatça anlaşıldığı gibi bir kadın olduğu anlaşılıyordu. Evet, bu cüretli, cüretli olduğu kadar inatçı insan bir kadındı. Ölüme az sonra gideceğini bilmesine rağmen hiç yalvarıp yakarmadan son sözünü söylemenin kararlığındaydı. Oysa onun sanık arkadaşı bir erkek olmasına rağmen öyle silik, öyle korkak davranmıştı. Hatta kendisinden sonra söz hakkı verilen genç kadın konuşunca O, bir acizlik içinde başını Önüne eğmiş, sessizce ağlıyor, bazen ne kadar zavallı olduğunu çevresindeki insanlara göstermek için, boğultulu hıçkırıklarıyla burnundan alabildiğine şiddetli bir soluk alıp veriyordu. Ben de. onun bu haline acıma, hem de korkaklığından ötürü nefret uyandırıyordu. Madem ki ölüm kapıya dayanmış o halde yalvarıp yakarmadan yiğitçe göğüslemeli ölümü, diye düşündüm. Tıpkı genç kadının göğüslediği gibi. Duygularım bir uçtan öbür uca gidiyordu. Korku, cesaret, yüreklilik, ölüm geleneğin bana öğrettiği her şey bir aradaydı şimdi.
Bayan sanık Metin’e ve Hamza’ya hitaben
– … hem az sonra katledeceksiniz bizi hem de bırakmıyorsunuz konuşalım. Benim söyleyeceğim şudur ki: ilk kez Özgürce kendimi burada ifade etmeye çalışacağım. Açtığınız soruşturma boyunca üslubunuz hep bir iddiayı dayatmak oldu. Benim de cevapım şudur ben bir ajan değilim. Bunu siz de, sizin başınız da biliyor. Tek bir suçum varsa bu pısırık yoldaşıma aşık olmamdır. Onun da bana aynı duygularla cevap vermesidir. Bu, insan doğasının vazgeçemeyeceği bir duygudur, deyince Hamza ve Metin dolayısıyla ipleri çözenler de eşlik ederek;
– Parti ortamını duygularınızı tatmin etmenin düzlemine döndüremezsiniz. Fuhuş yuvasına, aşk gemisine döndüremezsiniz… türünden birbirine benzer ortak yanları olan sözler sarf ettiler.
Buna karşılık bayan hiddetlenerek;
– … bizimkisi sadece sevgiydi. Bunun kesinlikle kötü niyetler beslenerek yapılmadığını söylüyorum. Suçumuz varsa, bu sadece birbirimizi sevmemizdir…” dedi.
Hamza;
– Ya “Serok”a suikast faaliyetlerinize ne diyorsunuz. diye sordu.
Metin, Hamza’nın bu tutsak kadına söz vermesinin yanlış olduğunu vurgulayarak:
– Yahu biz dedik bu sürtüğe söz vermeyelim. Sen… Metin’in sözlerini genç kadın birden kesti;
– Sen Metin hey… diyerek devam etti. Özellikle “Bey” kelimesinde ince bir alay seziliyordu.
– … sözlerine dikkat et ben burada şerefimle ölüyorum. Bunu bil ki, ben şerefime söz söyletmem. Sen bana sürtük diyemezsin. Asıl sürtüğün kim olduğunu buradaki zavallı bu insan sürüsü anlayamaz ama, bunu bir ben bilirim bir de sizin gibileri… diye sürdürdü.
Metin sert bir şekilde müdahale etti;
– Fazla namuslu geçinme senin ne mal olduğunu herkes biliyor. Parti ortamını fuhuş yuvasına döndüreceksin hem de laf edeceksin. Bağlayın bunun gözlerini… dedi, Metin.
Metin’in bu sözleri tutsak kızın ağrına gitmiş olacak, daha da hiddetlenerek, bu sefer bizlere dönerek;
– Sizlere yoldaş demeye utanıyorum. Utanıyorum çünkü sizler haksız bir yargıya bile bile ortak oluyorsunuz. Ama bunu, bilin ki ben hepinizin suratına söylüyorum; Ben burada şerefimle ölüyorum. İnandığım davama, şehitlere verdiğim söze layık olarak gidiyorum. Bundan pişman değilim. Eğer burada öldürülüyorsam, davama ihanet ettiğim için değil, “Serok”unuza kahpelik yapmadığım için öldürülüyorum, diyen bayanın bu sözleri, bizleri şok etmişti. Ama kimse görmek, duymak istemiyordu. Ya da böyle davranmaya mecburdu herkes. Ölüme ve korkuya aldırış etmeyen genç kadının bu cüretkar davranışı beni derinden etkilemişti. Düşüncelerim onun cesaret rüzgarının önünde uçuşuyordu.
Tutsak kızın bu sözlerinden sonra Metin’in emir verdiği Korkmaz ve Reşo’yu adeta bir telaş sarmıştı. Çar çabuk kızın ağzını elleriyle kapattılar. Sırasıyla kızın hem gözünü hem de ağzını çaput ile sıkı sıkı bağladıktan sonra, ikinci emri beklemeye başladılar.
Metin’in;
– Atın sürtüğü çukura.. sözleriyle onu bir tekmeyle yüzü koyun çukura ittiler. Artık, onun sadece sırtını görebiliyorduk.
Hazma;
– Bunun da yüzünü gözünü bağlayın, atın çukura.. diyerek, pısırık pısırık duran erkek sanığı gösterdi.
Artık cellat görevini üstlenen Korkmaz ve Reşo bu sefer yüzü ve ağzı açık olan sanığı bağlamaya çalışınca, sanık ustaca kıvrak bir hareketle kendini, bağlamaya çalışan Korkmaz ve Reşo’nun elinden kurtararak Hamza’nın ayağının önüne attı. Ve yalvarırcasına ağlayarak aman dileyip affedilmesini istedi. O, bu kızı sevdiğine pişman olduğunu asla bir ajan olmadığını vurgulayarak yalvarıyordu. Bütün bunlara rağmen affedilmedi.
Üstelik bu durum, Metin’in sinirini taşırmış olacak ki, Hamza’dan iki üç adım ötede dururken, birden fırlayarak sert bir tekmeyle, Hamza’nın ayaklarına tutunan sanığın, kulaktan yana, başına vurdu. Sanık, yan tarafa doğru düşünce; yalvarmasının az olduğunu düşünerek bu sefer hem Metin’in hem de Hamza’nın ayaklarını öperek, tekrar aman diledi. Bu arada cellatlardan Korkmaz, sanığın başını tutarken diğer cellat Reşo, sanığın gözlerini bağlamaya çalışıyordu.
İzlediğim bu insanlık dışı manzaradan bana sadece bu göz bağlama işlemi, insanca gelmişti.
Göz bağlama işlemi biten sanığı, yerden sürükleyen Korkmaz ve Reşo, sanığı, çukura doğru ittiler. Buna rağmen sanık çukurdan doğrulup, çıkmak için çalıştıysa da cellatlar ayaklarıyla onu tekrardan çukura ittiler. O da artık çukurun içine iyice çömeldi, her iki “sanıkta” çukurun içindeydiler.
Artık infaz anı gelmişti. Hiç kimseden ses çıkmıyordu. Kendimizi ölümden bu kez de kurtulan kurbanlık koyunlar gibi hissediyorduk. Ve artık infazı seyretme görevimizi yerine getirmeye hazırdık. Hiç bir kanıtın sunulmadığı mahkeme sonrasını, derin bir sessizlik içinde bekliyordu herkes. Bu sessizliği bozan Metin’in;
– Ulan şerefsizler “Serok” sizi affetmiyor, ben nasıl sizleri af edebilirim, sözleriydi.
Erkek sanık bulunduğu çukurdan hala mırıltılarla ağlamaya devam ediyordu. Ne var ki tüm çırpınışlarına rağmen, bu barbarlar karşısında, onlara artık Tanrı bile yardım edemezdi. insanlık için kıstas kabul görünen merhamet, sevgi, iyilik, insan için doğru olan insanı, insan yapan bütün değerler yitirilmişti. Sevgi, dostluk, iyilik gibi tüm değerlerin yerine belki de hemen hepimizin içinde saklı olan gayri insani olgular açığa çıkmıştı. Sevgiyi, sıcaklığı, iyiliği yitirmiş, vahşete, acımasızlığa, sadizme dönüşmüştük. Hem de ne uğruna? Bir “Serok” çıkmazı uğruna.
İnfaz anı yaklaştıkça, gök bir başka gürlüyordu, sanki. Gökyüzü kara bulutlarla kaplanmıştı. Kim bilir belki Allah bile, tüm olanlardan acizdi. Belki de bir o kadar O da, çaresizdi.
O esnada Metin, cellatlara doğru seslenerek;
Yakıtı üzerlerine dökün. İbret olsun diye ateşleyin köpekleri.. diyerek infazın son sözünü söyledi.
O sırada, tekrardan erkek sanık çukurdan doğrulup;
– Benim son sözüm; beni, yakmayın. Kafama bir kurşun sıkında bu azaptan kurtarın beni, diye bağırdı.
Bu söze karşılık, Metin;
– Olur. Önce kafanıza birer kurşun sıkacağız sonra yakacağız sizi… diyerek, sürdürdü konuşmasını;
– … Gerçi olan parti parasına oluyor, olsun madem ki son sözünüz buysa haydi “Serok”un aşkı uğruna, son yolculuğunuzda bu iyiliği gösterelim, diyerek alaycı alaycı gülerek, çukura doğru yürüdü.
Metin, önce dizleri üzerine çökmüş olan erkek sanığı doğru sırtından çıkarmış olduğu tabancayı doğrultarak, dört mermiyi üst üste, ara vermeden ateşledi.
Metin, ilk mermiyi sanığın kafasına ateşlemiş olacak ki, silah sesiyle birlikte; erkeğin kafasının arka tarafından adeta bir deste saç koptu ve arkaya doğru düştü. Diğer mermilerin nereye isabet ettiğini artık görmüyorduk ama, büyük olasılıkla göğüslerine doğru sıkılmıştı.
Silah seslerine büyük ve gürültülü bir ses eşlik etti;
“Biji “Serok”. Bi can bi xwin em bi tere ne ey “Serok”
Bu sloganın arkasına sığınarak korkularını yenen bu insanların gürültüsü, bana; bıçak altına yatmaktan kurtulup, bıçak altına yatanları gördükçe inleyip “memmmeeee” seslerini çıkaran koyunların durumlarını anımsatıyordu. Bizlere, artık ne zaman bu bıçağın altında yatacağımızın bekleyişi düşmüştü. Bu örümcek ağından farksız kaosun içinde daha neler yaşayacaktık, kim bilir?
Metin, sonra silahını biraz yukarı doğru kaldırarak, tutsak kızın üzerine, kalan mermilerini sıktı. Bir insanın ölümü bu toplulukta böylesine ucuz ve namertçeydi.
Metin, sanki bir muharebe alanından zaferle çıkmış gibi Hamza’ya doğru başını çevirerek şöyle seslendi;
– Bilmem, Bu pislikleri yakmanın gereği var mı? Zaten yaksak da fayda etmez, az sonra yağmur gittikçe daha şiddetli yağacak o zaman arkadaşlar için çukuru kapatma daha zor olacaktır, dedi.
Hamza;
– “Serok”un emridir! İbret olsun diye yakılacak, diye karşılık verdi.
Metin;
– O zaman; dökün, o yakıtı üzerlerine ve ateşleyin, dedi.
Reşo ve Korkmaz, içinde yakıt maddesi bulunan tenekelere doğru yürüdüler. Tenekeleri kazılan kuyunun kenarına kadar getirip durdular, yüzlerini Metin ve Hamza’ya alaycı ve iğrenç bir gülümsemeyle döndürerek yakıt maddesinin hepsini mi dökeceklerini sordular.
Metin;
– Hepsini dökün de iyice küllensinler, hiç olmazsa arkamızda infaz delillerini bırakmayalım. Belki “Serok”ta bunu düşünerek yakılmalarını buyurmuş. Gerçi “Serok” çok daha ayrıntılarını düşünür. O’nun o “şaşmaz, yüce” sezgileri kim bilir ne olası gelişmeleri hesaplamış ta bize yakılmaları için em-retmiş. Hepsini dökün alçakların üstüne, diyerek Reşo ve Korkmaz’a emir verdi.
Reşo ve Korkmaz cesetlerin olduğu çukurun içine doğru tenekeleri eğerek saydam kalın bir sıvı olan yakıtı döktüler. Arkasında tenekelerden akan yakıtın son damlalarını ceplerinden çıkardıkları bezlere sürmek, çakmaklarıyla ateşlediler. Yanan çaputu çukura doğru attılar. Birden patlak, güçlü bir ateş başladı. Alevler rengarenk yükseliyordu. Bu öldürülen insanların üstündeki naylon askeri elbiselerin aleviydi herhalde. Bu sırada Korkmaz ve Reşo sol ellerini yukarıya kaldırmışlar, artık alışılan sloganları ateşin üstüne doğru haykırıyorlardı.
“Biji “Serok” Bi can ü bi xwtn em bi tere ne Ey “Serok”
Sanki, bilinmez gizemli bir güç tarafından uyarılmış gibi bütün topluluk aynı sloganlara başladı. Belki bu gizemli güce korku denilebilirdi. Korkunun gizemi çözülmemişti henüz. Belki de bu korku onların kendi, eserleriydi. Solmuş, heyecan, korku karışımı görünümler çökmüştü yüzlerinin üstüne. Ağızları yırtarcasına açılıp kapanıyordu. Bağırdıkça pembeye çalan dilleri, ağızlarından dışarıya doğru sarkıyor ve titriyordu. Ağızlarından çıkan nefes, buharlaşarak yükseliyordu. Ateşin dumanıyla birleşip yukarıya doğru giderek kayboluyordu. Kimi zaman bu karışıma ateşten çıkan kıvılcımlar da eşlik ediyordu. insanların yüzü korkunç biçimlerde görünüyordu. Gelecekte aynı akıbetin birer kurbanı olabilecekleri korkusu hepsinin gözlerinden okunuyordu. Ama, buna rağmen sanki yürektenmiş gibi, cehennemin zebanisi için ayine çıkmıştılar. Cehennemin zebanisi için, kendilerinden kurbanlar sunuyorlardı. Böylesi ateşli ve kurbanlı ayinler “Serok”un öfkesini dindirmek için mi yoksa “Serok”un bedenini çirkinliğinden arındırmak için mi yapılıyordu, bilmiyordum. Bilinmezlerde, geziniyordu düşüncelerim. Bu insanların, şuursuzca düzenledikleri kanlı ayinler, beni ürkütüyordu. Öyle içten gelen bir korkuyu ilk kez tadıyordum.
İçinde yaşadığımız çağ’da, ortaçağ’ın karanlık labirentlerinde insanlara uygulanan barbarlık metotlarını aratan, yeni zorbalıkları ile bu insan sürüsü, düşünceyi, sevgiyi, inancı katletmekle kalmıyorlardı; insana olan güvenimi de sarsıyorlardı. Şairin dediği gibi; ölümün bu kadar ucuz olduğu ülkenin insanı olarak kendimden utandım.