Doktor Bahaddin Şakir Bey’in Kendini Anlatan Bir Mektubu
Doktor Bahaddin Şakir Bey’in Kendini Anlatan Bir Mektubu
Ömer Naci Bey tarafından hürriyet ve Meşrutiyet için sarfolunan gayret ve fedakarlık ile Doktor Bahaddin Şakir Bey’in Trablusgarp’ta bir doktor arkadaşına yazdığı bir mektubun münderecatı arasında sıkı bir münasebet vardır. Çünkü bu mektupta vatana arzedilecek hizmetler hakında yürütülen mütalealar Ömer Naci Bey’in icraatına çok uygundur. Bahaddin Şakir Bey bu mektubunda diyordu ki:
“Şube teşkilatındaki imkansızlığı bildirerek yalnız neşriyata yardım edeceğinize dair vuku bulan beyanatınıza teşekkür ederiz. Bizim için vatana arz-ı hizmetin büyüğü küçüğü yoktur. Herkes gayret ve hamiyet hissesine düşen vatan vazifesini yapar. Size olan ricamızı ve bu hususun vücubundan bahis olan bazı fıkraları şahsınıza tariz zannederek infial ve teessür göstermişsiniz.
Azizim, biz damarlarında Türk kanı olan bir zata cinayet isnadından varisteyiz. Sözlerimiz bizlerde görülen medeni cesarete aittir. Cesaretle bu nevi cüret arasında farklar vardır. Bir Ermeni, Türk kadar cesur değildir ve olamaz. Altı yüz senelik tarihimizde şan ve şerefin bize bıraktığı şecaate ne bir Ermeni ne de bir diğeri, varis olamaz. Ancak onlar bizden ziyade medeni cesarete malik olduklarını bilfiil isbat ediyorlar. Bizde aile ve sefil hayat gaileleri, geçici kayıtlar birçok mühim teşebbüslere mani oluyor. Bahsettiğiniz İngilizlerin teveffuk ve muvaffakıyetleri teşebbüs sahibi olmalarından ileri geliyor. Bu telakki kuvvetini ne aile, ne de sair ihtiyaçlar sarsabilir. Aile hissinin ve aile mihnetinin kemali Çinlilerde görülür. İşte onun içindir ki dört yüz milyonluk azim bir içtimai kütle dört buçuk Avrupalının önünde hakarete düçar oluyor.
Bundan sonra Dr. Bahaddin Şakir Bey, kendisinin ve Paris’te bulunan diğer arkadaşlarının Abdülhamid’in zulüm pençesinden masun olarak çalışırlarken Türkiye’de bulunanlardan daha ziyade tehlikeye atılmalarını istediklerinden dolayı yapılan tahtiayı reddederek diyor ki:
“Bendenizin hususi ahval-i hayatiyemi iyi bildiğiniz için bu zannınızda yanılıyorsunuz. Ben Abdülhamid’in ikinci derecede ehemmiyet verdiği bir yerde değil, onun sarayının içinde çalışırdım. Onun pençe-i hayatiyetine her zaman maruzdum. Mektepten beri Terakki ve İttihat Cemiyeti’nin en candan çalışan hadimlerindenim. Bu münasebetin kuvvetli ve samimi olmasındandır ki Avrupa’ya geldim ve heyet-i merkeziye erkanı arasına alındım.
Abdülhamid, Prens Yusuf İzzettin Efendi vasıtasıyla tehditler ve tekdirler gönderdiği halde ben yine korkmadan vazifeme devam ediyorum. Mektepten çıkarıldım, vazifemden çıkarıldım, tehdit edildim, hatta sürgüne gönderildim. Bunların hiç birisi beni mesleğime devamdan alı koyamadı. Erzincan’da menfada iken hiç boş durmadım. Sonradan görülen lüzum üzerine hem heyeti merkeziyede bulunmak, hem de tahsilimi ikmal etmek üzere Paris’e geldim. Benim fedakarlık yapıp yapmadığmı mazi gösterecektir. Paris’te ki heyet-i merkeziye, memleket dahilinde bulunan vatandaşlarına kendilerinin maruz bulundukları tehlikelerin ancak onda birini teklif ederler. Amiyane bir darb-ımesel vardır: “İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına sok!” derler. Biz işte çuvaldızı kendimizde tecrübe ediyoruz.
Vatan, Osmanlı Terakki İttihat Cemiyeti’nin değil bütün Osmanlıların olduğu için aile hususunda mütevekkil olarak vatanımızın kurtarılması için çare aranılmasını herkese daima ve ebediyen teklif edeceğiz. İçimizde hayati kuvveti ziyana uğramış tek bir fert yoktur. Hepimiz yaşıyoruz. Hülasa, dahildeki vatana karşı hissizlikle itiham edilmemiz bizim için müthiş bir azaptır. Herhalde yakın bir ati bunun aksini ispat edecektir.”