Yaşam

Dombıranın Kolunda

Kazak’ı Sorarsan; Dombıranın Kolunda

Halk arasında denir ki; her iki Kazak’tan biri mutlaka bir müzik aleti çalmasını bilir. Haydi biz bu iddiayı biraz daha yumuşatarak diyelim ki, Türkistan Şehrinde, her ailede mutlaka bir kişi, bir müzik aleti çalıyordur ve bu, genellikle dombıradır.
“Kazak’ı sorarsan; dombıranın kolunda.” Bir halkla onun müziği arasındaki ilişkiyi en iyi anlatan söz bu olsa gerek. Dombıra, iki telli müzik aleti ve belki de Anadolu bağlamasının atası. Anadolu bağlamasının da üç telli olduğu yıllar uzak değil. Bağlamada tel sayısının çoğalması daha 80–100 yıllık bir mesele. Belki daha önceleri, o da dombıra gibi yalnızca iki telliydi.
Aile meclislerinde, misafir kalabalıklarda tatlı sohbetlerin ortalarında, söz sırası dombıraya verilir. Sanatçının kabiliyetine göre, enler, küyler, termeler bir bir sıralanır.
En; tabiatı, hayatı konu alan, sevgi hasret gibi insanın yaşadığı her duyguyu sarıp sarmalayan sözlü türkülerdir. Dombıra’nın iki teli üzerine vuran parmaklar ve kısacık sapının üzerinde gezinen eller, öyle bir ses güzelliği ile doldurur ki ortamı, acaba bu sır ellerde mi, dombıranın kendinde mi şaşar kalır insan. Evet, dombıra, son yıllarda Anadolu bağlamasının çalınmasında da yaygınlaşan, parmakların doğrudan tellere dokunduğu, şelpe usulüyle çalınır. Dombıra çalan kişinin, sazın göğsünde gezen sağ el parmakları başka, kol üzerinde gezinen sol elin parmakları ise bambaşka bir ahenkle insan kulağına hoş gelecek seslerin yerlerini bulurlar.
Küy’ler ise başka bir alemdir. Resmin soyutu neyse, Kazak müziğinin soyutu da küylerdir. Sözün, dilin yardımına müracaat etmeden, yalnızca elin, telin ve sazın yardımıyla duyguları anlatmaktır küy. Soyut müzik olan küylerin, dombıraları da, sanatçıları da ayrıdır ve genellikle küy çalan kişiler, “en” söylemeye pek meraklı değillerdir. Onların küylerini dinleyip ardından en çalmaları için ısrar edenleri, belki bazen kırmazlar ama bu talepte bulunanların müzik anlayışlarındaki seviyeye, burun kıvırmadan da geçmezler.
Küy, dombıra ile de çalınır ama asıl klasik yerini kıl kopuzla icra edildiğinde bulur. Zaten, halk arasında anlatılanlara göre, küyün atası da, kıl kopuzun ustası da Korkut Atadır. Rivayetlere göre, Dede Korkut’a, kıl kopuzun nasıl yapılacağını rüyasında göstermişlerdir. Rüyada öğretilmek ve rüyada görevlendirilmenin nasıl bir gizemli ve kutsal yanı varsa, kıl kopuzun sesinde de sanki o gizem dolu tınılar yüklüdür. At kılından yapılan bu yaylı çalgı bir inlemeye başladığında, tabiat bir araya toplanmışta, kıl kopuzun karnından sesleniyormuşçasına bir başka alem kurulur. Bazen atların kişnemesidir ondaki, bazen geyik boynuzundan üflenen bir savaş borusu, ya çocukların çığlığı veya şuh kadının kahkahası… Bu gizeminden midir, yoksa sesindeki velveleden mi bilinmez kıl kopuz, Kazaklar arasında her zaman değişik bir saygı ile ele alınır ve dinlenir.
Korkut Atanın, kıl kopuzla ilgili rüyası kendisiyle kalmaz, nesiller boyu sürer gider; bugün dahi bu rüyanın sahipleri vardır ve yaşamaktadır. Halk arasında jıravşı denilen kişiler, kıl kopuzla Dede Korkut hikayelerini anlata gelmişlerdir. Bugünde Türkistan’a getirmek ve bir konser verdirmek için çok gayret etmemize rağmen bir türlü başarılı olamadığımız Nukus’ta yaşayan ihtiyar jıravşı, bu görevlilerin yaşayan son temsilcilerinden biri. Bir mülakatından öğrendiğimiz kadarıyla, jıravşı otuz yaşlarında iken Dede Korkut’u rüyasında görür ve onun görevlendirmesiyle ertesi gün Korkut Atanın hikayelerini kıl kopuz eşliğinde söylemeye başlar. Mülakatı yapan soruyor; “ya sizden sonra?” Kendinden emin, “Merak etmeyin benim gibi birisi veya birileri daha gördükleri rüya ile bu işi sürdürür” diyor.
Kültür, nasıl bir şeydir, akıl erdirmek güç. Kuantum elektronu gibi, ne zaman var, ne kadar var tespit etmek çok zor ama o bir şekilde her zaman var. Jiravşılar gibi Kazak müziğinin Güney Kazakistan’da hâlâ dip diri yaşayan bir türü, termeler de tarihin derinliklerinden süzülüp gelen bir rengimiz.
Tarihçiler derler ki, Türk müziği önce Şamanların halka telkin ve ayinlerinden köken aldı. Din adamları, halka nasihatlerini müzik aracılığı ile yaptılar. Bu metodun bugün hâlâ yaşayan formu, termeler. Onlar sözleriyle, halka öğütler verip doğru yolu göstermeye çalışan belki biraz öğretici ama öğreticilik uğruna estetiği bir kenara bırakmayan eserler. Galiba Kazak termelerinin ve terme kültürünün Anadolu’da yaşayan türü de deyişlerimiz. Terme ve deyişler arasındaki benzerlik yalnızca öğreticilikleri ve sazın teline ilk dokunulduğu en eski günlerimizden bugünlere gelmelerinden başka bazen, duygu ve düşünce olarak bire bir yakınlaşmalarında da bulunmakta.
Anadolu’da, Kul Himmet bir deyişinde, “Gafil gezme şaşkın bir gün ölürsün/ Bülbül gibi dilin olsa ne fayda” derken, Kazak termeci de Orta Asya’da,“Kara toprağa girdikten sonra, bülbül gibi dilden ne fayda” diye sesleniyor.
Kazak müziği denildiğinde, elbette bu coğrafyada ilk akla gelenlerin başında aşıklar yer alır. “Dökme Akın” denir, Kazak dilinde aşıklara. Diğer şairlere ise “Jazma Akın” (Yazma Akın) ve Kazak halkı, dökme akınları, jazma akınlardan üstün görür. Sebebi ise gayet açıktır: Dökme akınlar yani aşıklar, sözlerini doğaçlama olarak, çok az düşünme imkanları varken söylerler; jazma akınlar ise bir şiir yazmak için belki aylarca, belki yıllarca düşünürler. Bu şartlar altında (!), halk haksız mı?
Aşıkların, hünerlerini gösterdikleri, atıştıkları yarışmalar yani “aytıslar”, halkın en yoğun ilgisini çeken kültür organizasyonlarıdır. Her yıl bölgesel ve ülke çapında yüzlercesinin düzenlendiği Aytısların, gördüğü ilginin tek sebebi, halkın aşık sazına ve sözüne merakı değildir. Ayrıca her “akın”ın, bir de taraftar grubu vardır. Bu taraftarlar, öncelikle, akının içinden çıktığı boy mensupları ve hemşerileridir. Akının, aytısta galip gelmesi aynı zamanda kendi boyu içinde büyük bir onur kaynağıdır. Bu yüzden akınlar atışırken, kendi boylarını övmeden veya karşısındakinin boyunu, iğnelemeden geçmezler.
Türkistan’ın gurur kaynağı akını ise, değerli dostumuz ve kardeşimiz Bekarıs Joybekov’dur. Bekarıs, Kazakistan çapında yapılan aşık yarışmalarında, beş yıl üst üste birinci gelerek boyuna ve Türkistanlı hemşerilerine haklı bir gurur yaşatmıştır. Genç yaşına rağmen olgun kişiliği, insan ilişkilerinde alçak gönüllüğü, Kazak kültürüne hakimiyeti gibi pek çok özelliği ile Bekarıs Joybekov, her Türkistanlının gönlünde taht kurmuştur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: Content is protected !!